Popüler Yayınlar

HSYK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
HSYK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Nisan 2013 Pazartesi

Bu kez de yargıya darbe girişimi

15 Nisan 2013 / BÜŞRA ERDAL
 
Ergenekon davasının görüldüğü Silivri’de Türkiye Cumhuriyeti mahkemeleri eşi benzeri görülmemiş olaylara sahne oldu. Başını İşçi Partisi ve CHP’nin çektiği gruplar, mahkeme salonunu bastı.
 
Ergenekon davasında esas hakkında mütalaanın açıklanmasından sonra yeni bir süreç başladı. 5’inci yılına giren dava, sanıkların son savunmasının da alınmasıyla karara bağlanacak.

Önemli bir aşamayı kateden davaya ilişkin bu süreci sabote etmeye yönelik girişimler de zirveye ulaştı. İşçi Partisi’nin (İP) başlattığı ‘Silivri baskını’ eylemlerine CHP de milletvekilleriyle önderlik etti. Her duruşma mahkemeyi kilitleme taktiğine sahne oluyor.

Salonda hâkimleri tahrik etme, duruşmayı açtırtmama eylemleri yapılırken dışarıda binlerce kişi ile mahkemeyi basma girişimleri yaşanıyor. En son 8 Nisan 2013’teki duruşmada CHP’li vekiller salonda slogan atıp mahkemeye hakaretler yağdırdı.

Eylemciler, 150 metre ilerideki bariyerleri yıkıp 30 metreye kadar salona yaklaştı. Polis, su ve gaz sıkarak protestocuları durdurabildi. Bu girişimlerin, Ergenekon davasının hukuki bir şekilde bitmesini engellemeye yönelik olduğu anlaşılıyor.

Susurluk davası, mahkeme başkanı değiştirilip az ceza ile hemen karara bağlanmış ve Yargıtay tarafından onanarak kapatılmıştı. Ergenekon’da bu şekilde bir etki yapma imkânı bulamayanlar artık fiziki müdahalelere, kaba kuvvete başvuruyor.



Ergenekon süreci, başından beri birçok müdahaleye uğradı. Soruşturma aşamasında ve yargılamaya geçtikten sonra hem hâkim hem de savcılara yönelik çeşitli baskı, yönlendirme, görevden alma girişimleri oldu.

Soruşturma sürerken bazı Özel Yetkili Mahkeme (ÖYM) hâkimleri, şüphelileri toplu tahliye etti. Emekli Orgeneral Hurşit Tolon ve emekli Albay Dursun Çiçek gibi şüpheliler özellikle bu hâkimlere görev verilmesiyle hep salıverildi.

İddianame hazırlandıktan sonra yargılamayı yapan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi bu sanıklar hakkında tekrar tutuklama kararları verdi. ÖYM’de görevli yargı mensuplarının soruşturmanın özüne yönelik bu müdahalelerinden sonra aynı şekilde dönemin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un milleti hedef alan ‘İrtica ile Mücadele Eylem Planı’ için ‘kâğıt parçası’, Poyrazköy’de çıkan LAW silahları için de ‘boru’ demesi yargıyı etkileme hedefindeki açıklamalar olarak kayda geçti.

Daha sonra doğrudan anayasal bir kurum olan ve hâkim-savcıların atama ve özlük işlemlerini yapan dönemin Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) devreye girdi. HSYK, 2009 yılının yaz aylarında, Ergenekon davasına bakan hâkim ve savcıları görevden almaya çalıştı. HSYK üyelerinin bu yönde korsan kararname hazırlaması ile çıkan kriz sebebiyle haziran ayında yayımlanması gereken adli yaz kararnamesi ağustosa kaldı.

Bu süreçte 12 Eylül 2010 Referandumu’na kadar her kararname döneminde Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz’ün ismi başta olmak üzere o süreçte karar vermiş, görev almış tüm hâkim ve savcılar hedef alındı.

Sadece dışarıdan değil, mahkeme başkanı Köksal Şengün’ün bir kadın avukat aracılığıyla etki altına alınmaya çalışıldığı da zamanla ortaya çıktı. ‘Yargıyı etkileme’ isimli Ergenekon iddianamesine de giren bu olayda, Ergenekon davasına bakan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Köksal Şengün’ün sanıklar lehine kararlar alması amaçlanıyordu.

Bunun için de T. B. isimli bir kadın avukat kullanılmıştı. Bu kişi hâlen Ergenekon davasını etkileme girişimi davasında sanık olarak yargılanıyor. Davaya müdahale girişimleri 2012 sonlarında özellikle ÖYM’lerin kaldırılmasıyla arttı. Bu kapsamda, mütalaa hazırlandığı sırada sanık avukatları mahkemeye yüzlerce tanık getirip dinletmek istedi.


Cumhuriyet tarihinde bir ilk

Ergenekon soruşturma ve davasını hukuki ve illegal yollardan etkileme çalışmalarının yerini artık mahkeme basma, mahkemeyi etkisiz hâle getirme amaçlı kaba kuvvet faaliyetleri aldı.

Esas hakkındaki mütalaanın 18 Mart 2013’te açıklanmasından sonra harekete geçen İP ve onu destekleyen CHP, vatandaşları Silivri’ye çağırdı. Günlerce yapılan propaganda ve CHP’li belediyelerin ulaşım desteğiyle 8 Nisan’daki duruşmaya binlerce kişi geldi.

Normal şartlarda Silivri’de cezaevi kampüsünün dışında geniş bir alan var. İP çadırının da olduğu bu mekânda eylem yapmak anayasal bir hak. Ama 13 Aralık 2012’den itibaren bu anayasal hak âdeta bir zorbalığa dönüştü. 13 Aralık’taki duruşmada, göstericiler mahkeme binasının dibine kadar alınmıştı.

Ancak orada bariyerleri yıkıp mahkemeyi basma girişiminin ilki yaşandı. Jandarma görevlileri yaralandı. Daha sonra mahkeme, bariyerleri 150 metre uzağa taşıtarak güvenlik önlemi aldı.

Bunun üzerine CHP’li milletvekilleri Mahmut Tanal, Ali Özgündüz, Muharrem İnce, Bülent Tezcan ve Umut Oran gibi isimler devreye girdi. Bu vekiller eylemcilerin önüne geçip bariyer yıkma talimatı verdi. Mahkeme salonunda ise mahkemeyi kilitlemeye dönük girişimlerde bulundular.

8 Nisan’da bu ikisi de gerçekleşti. İP’in gençlik örgütlenmesi Türkiye Gençlik Birliği Silivri’yi yıkacaklarını, mahkemeyi basacaklarını söylüyordu. Ve o gün sabah saatlerinden itibaren otobüslerle Silivri’ye gelenler oldu. Dolayısıyla İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi güvenlik önlemlerini artırma kararı aldı.

Mahkeme binasına 150 metre uzaklıkta eylemcilere izin verildi. Bariyerler artırıldı ve Jandarma’ya destek amacıyla çevik kuvvet ekipleri de geldi.

750 kişilik salona ise 200’e yakın seyirci, sanıkların müdafileri ve 40 civarında CHP’li milletvekili ile medya mensupları alındı. Aslında avukatlar için yapılmış ama boş kaldığı için gazetecilere ayrılan yere sonraları CHP milletvekilleri ve partinin ilçe teşkilatlarından isimler oturmaya başladı.

Mahkeme, bu bölümü gazetecilere verirken, sanıklarla temasa geçmemeleri konusunda uyardı. Ama CHP’liler ve sonradan gelen gazeteciler bu kurala uymadı.

İşte, mahkeme çok sayıda avukatın gelmesi üzerine bu bölümü tekrar avukatlara tahsis etti. 8 Nisan’daki duruşmada da, CHP’li vekiller Muharrem İnce, Bülent Tezcan, Umut Oran, Nur Serter, Ali Özgündüz ve Türkiye Gazeteciler Federasyonu Başkanı Atilla Sertel başta olmak üzere bir grup gazeteci mahkemenin bu kararını protesto etti.

Gazetecilerin izleyici bölümüne alınmasını eleştiren grup, basının iş göremediğini ileri sürdü. Yüksek sesle konuşan CHP Grup Başkan Vekili İnce izleyici bölümünde oturan gazetecilere de dönüp “Niye susuyorsunuz, bağırın!” diye talimat verdi.

Bazı gazeteciler bunun üzerine bağırıp, elleriyle sandalyelere, ayaklarıyla yere vurmaya başladı. Bu sırada avukatların kimliklerini belirtmek için her söz alışı milletvekillerinin bağırmasıyla kesildi. Mahkeme Başkanı Hasan Hüseyin Özese’nin basın mensuplarının izleyici bölümünde duracağı yönünde açıklama yapması üzerine, CHP’li İnce ve beraberindekiler müdahaleyi artırdı.

Nur Serter, “Hadi Muharrem, slogan” deyince İnce, “Aç burayı” diye bağırdı, diğer CHP’liler de eşlik etti. İnce avukatlara ayrılan bölümü göstererek, yüksek sesle “Burası niye boş? Bunun cevabını versene!

40 milletvekilini ayakta tutamazsın!” dedi. Mahkeme Başkanı Özese, milletvekillerine davanın tarafı olmadıkları uyarısında bulunarak izleyici bölümünde yer olduğunu söyledi. CHP Ankara Milletvekili İzzet Çetin, mahkeme başkanına “Çiftliğin mi sandın burayı?

Evine mi götüreceksin masaları?” diye seslendi. Özese’nin Türkiye Cumhuriyeti mahkemesinde olduklarını hatırlatıp milletvekillerine sakin olmaları yönünde telkinde bulunması üzerine Çetin, “Tayyip’in mahkemesi burası!” karşılığını verdi.

Bu sırada İnce ve yanındakiler mahkemenin boş olan bölümünü basmak için harekete geçti. Jandarma personeli CHP’lileri güçlükle durdurabildi. Salonu basma girişimi başarısızlıkla sonuçlanan vekiller, alkış tutup slogan attı. Mahkeme başkanı, eyleme rağmen avukat yoklamasını almaya çalıştı.

Söz alan tutuklu sanık Sevgi Erenerol müdafii avukat Vural Ergül, basın mensuplarının eski yerlerine alınmasını istedikten sonra “Mahkemede bugün böyle yarın farklı uygulama olmaz. Siz yargılanırken de bu kuralları arayacaksınız.” diyerek heyeti tehdit etti. CHP’li vekiller susmayınca mahkeme başkanı duruşmaya ara verdi.

Mahkeme etkilenmeyince...

Salon dışında yine eylemciler bariyerleri yıkıp mahkeme binasına 30 metreye yaklaştı. Dışarı çıkan CHP’li vekil eski savcı Ali Özgündüz, mahkeme binasının karşısındaki bariyerleri göstererek, “Burası zayıf, buradan yüklenin!” diye eylemcilere yol gösterdi.

Bu baskın girişimi de çevik kuvvet ekibinin gaz ve su sıkması ile engellendi. Mahkeme heyeti, güvenlik sağlanamadığı için duruşmayı ertelemek zorunda kaldı.

Cumhuriyet yargı tarihi ilk kez milletin vekillerinin de alet olduğu, yol gösterdiği bir baskın girişimine sahne oldu. Mahkeme, iş göremez hâle getirildi.

Hükümeti iş göremez hâle getirme, kaos oluşturma eylem ve planlarından yargılananlara destek için gelenler benzeri bir darbe girişimini mahkemeye yönelik gerçekleştirdi.

Daha önce Yargıtay 11. Ceza Dairesi, Erzincan Ergenekon davasına el koyup dava dosyası olmadan CD’ler üzerinden yaptığı inceleme ile sanıkları salıvermişti.

Davanın içi boşaltılmış, yerel mahkeme by-pass edilmişti. Belli ki, Ergenekon ana davasında bu tür girişimlerde başarılı olunmadığı için mahkemeyi basıp yargıyı iş göremez hâle getirip hâkimleri korkutarak davadan kurtulmak istiyorlar. Ama CHP’li milletvekillerin kanunlara göre suç işlediği kesin.

 http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber-35312-bu-kez-de-yargiya-darbe-girisimi.html

27 Nisan 2013 Cumartesi

Dink faciasının altıncı senesi ve Yargıtay 2006

17 Ocak 2013


Hrant Dink cinayetinin altıncı senesine (19 Ocak 2007) geldik. 

Cinayet ve sonrasına ilişkin bilgiler, gelişmeler ileride Türkiye üzerine çalışma yapmak isteyenler için muazzam bir kaynak, bir vaka etüdü niteliğinde; vakanın kökeninde bir Yargıtay kararı var ama cinayet sonrası gelişmeler de çok ilginç, bu kararda Dink’in cezalandırılması doğrultusunda oy kullananlar önlenemez bir yükselişe konu oluyorlar, HSYK’ya giden Ali Suat Ertosun, Yargıtay başkanı olan Hasan Gerçeker ve en son olarak ombudsman seçilen (!) Nihat Ömeroğlu ilk aklıma gelen isimler.

Bu cinayet sürecinde önemli halkalar olan Şişli 2. Asliye Ceza kararı, Yargıtay 9. Ceza Dairesi kararı ve Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararları da Türkiye hukuk tarihine, cezalar lehine oy kullanan hakimlerin isimleriyle beraber, birer kara leke olarak yazıldılar, işlendiler.

Bu çirkin görüntü çok boyutlu bir mesele, hukuk cehaleti boyutu var, hukuku aşırı ölçüde siyasallaştırma boyutu var, belirli bir ideolojinin hukukun evrensel ilkelerinin çok üzerine taşınmışlığı var, kibir boyutu var.

Hrant Dink’in cinayet öncesi genel yayın yönetmenliğini yaptığı Agos Gazetesi’nin 14 Aralık 2012 tarihli sayısında “Dink suçsuz diyen üyeye uyarı” başlıklı bir haber-yazı yayımlandı; o meşum kararda Dink’in yazısının suç teşkil etmediği yönünde oy kullanan ve bunu daha önce de arkadaş sohbetlerinde dile getiren Yargıtay üyesi Sayın Salih Zeki İskender şöyle diyor:

“O dönemde HSYK’ya adaydım, hatta tartışmaları çok net hatırlıyorum. Esen hava farklıydı, bugünkü gibi değildi. Sohbet havası içerisinde birçok kez Dink’e mahkumiyet yönünde oy kullanmazsam seçimlerde ters etki yapacağı söylendi.

Ben böyle bir şeyi ne vicdanıma ne de meslek ahlakıma sığdıramadım ve oyumu o şekilde verdim.” İşte size 2006 senesinden bir Türkiye Yargıtay manzarası, güler misiniz, ağlar mısınız, bilemiyorum, takdirlerinize bırakmak muhtemelen en iyisi; ancak benim bugünkü yazımda, meseleyi asla kişiselleştirmeden, ele almak istediğim konu bu korkunç karar sonrası mükafaten Yargıtay başkanlığı görevine gelen ya da getirilen Hasan Gerçeker’in muhtemelen telefonla Agos Gazetesi’ne verdiği demeç.

14 Aralık tarihli Agos gazetesinin 3. sahifesinde Yargıtay eski Başkanı Hasan Gerçeker şöyle diyor: “Aradan çok zaman geçti. O zaman öyleydi, pozitif hukuk öyle gerektiriyordu.

Yıllar geçtikten sonra bu konuları karıştırmanın âlemi yok. Sıradan bir davaydı bizim için. Eğer çok rahatsızlarsa 159. madde kaldırılabilirdi. Ama o dönem AİHM çok özümsenmemişti. Bilirkişi raporu hakimi bağlamaz, bunu kabul etmiyoruz.

Karar doğru da olabilir, yanlış da olabilir, bu tartışılabilir.” Evet, inanmayabilirsiniz ama bir Yargıtay eski Başkanı aynen böyle buyuruyor. Neresinden tutsanız elinizde kalacak bir demeç.

Gazete yazılarımda çok eskiden beri aynı noktanın altını çiziyorum, Türkiye’nin en büyük meselelerinin en başlarında yüksek mahkeme yargıçlarının çok büyük bölümünün evrensel hukukla ilişkisi, evrensel hukuk ilkelerini tanımazlıkları geliyor.

Evrensel hukuk derken de, doğal olarak, dönemin en gelişmiş hukuk sistemlerine gönderme yapıyorum. Gelelim Yargıtay eski Başkanı  Hasan Gerçeker’in verdiği demecin, böyle bir analizi ne kadar hak ediyor bilemem ama, kendimce çözümlemesine.

Başlarken Hasan Gerçeker’den özür de dilemem gerekebilir zira bu zat-ı muhterem, bu demecinde “Yıllar geçtikten sonra bu konuları karıştırmanın âlemi yok” diye buyurmuş ama ne yapalım, bizler neyin ne zaman konuşulacağını pek bilemeyen kişileriz, Dink cinayetinin 6. senesinde kalemimiz gidiveriyor bu konuları yazmaya.

O dönemlerde 9. Ceza Dairesi başkanlığı ve arkasından da Yargıtay başkanlığı gibi çok önemli görevlerde bulunan Hasan Gerçeker’in bir hukukçu olarak pozitif hukuka ilişkin söyledikleri bence hukuk fakültelerinde bir hukukçu nasıl olmamalı başlığı altında okutulmayı hak ediyor.

Hasan Gerçeker, muhtemelen TCK 301’e gönderme yaparak “pozitif hukuk böyle gerektiriyordu” diyebilmiş. Hasan Gerçeker’e sormak lazım, Anayasa maddeleri, mesela yürürlükteki Anayasa’nın 2004 senesinde değiştirilen 90. maddesi pozitif hukukun bir parçası değil midir?

2004 senesinde AK Parti’nin kanımca on senelik iktidar döneminin en muhteşem siyasal icraatı olarak değiştirilen Anayasa’nın 90. maddesinin son cümlesi şöyle diyor: “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.”

Hasan Gerçeker, acaba, 2004 değişikliğinin üzerinden iki sene geçtikten sonra hâlâ bu maddeyi okuma zahmetine girmemiş mi idi? Yoksa, daha vahim olmak üzere okumuş ama Anayasa 90 değişikliğini TCK 159 ya da 301 kadar içine sindirememiş mi idi?

Bir hukukçu, üstelik Yargıtay başkanlığı gibi bir hukuk kariyerinin en üst noktalarına kadar tırmanabilen bir hukukçu Anayasa maddesinin ve bu maddeye göre de AİHM kararlarının, mesela 1976 tarihli Handyside kararının da pozitif hukukun bir parçası olduğunu bilmez mi?

Bir Yargıtay hakimi için “Ama o dönem AİHM çok özümsenmemişti” ifadesi ne anlama geliyor? Bilebildiğim kadarıyla, AİHM Türkiye Devleti’nin yargı yetkisini tanıdığı bir kurum ve kararları bağlayıcı. Kararları bağlayıcı olan bir yargı kurumunu özümsemek ya da özümsememek ne demektir?

Bir yargıcın kararları bağlayıcı bir kurumun kararlarını, Anayasa 90’ı adeta tanımamış olması bir suç, ya da en azından çok vahim bir görev yanlışı değil midir? Ancak anlaşılan, Hasan Gerçeker ve aynı doğrultuda rey kullanan arkadaşları TCK 301 gibi bir maddeyi Anayasa 90 ve gerektirdiği sonuçlarından çok daha iyi benimsemişler ve özümsemişler o tarihte.

Hasan Gerçeker, demecinin sonunda, ‘Karar doğru da olabilir, yanlış da olabilir.’ diyor ve bunu 2012 senesinde söylüyor. Oysa, AİHM’nin bu konuda iki sene önce verdiği karar Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun bu hukuk ayıbı kararını hukuken geçersiz kılmış durumda. Hasan Gerçeker hâlâ “karar doğru da olabilir” derken acaba neyi kastediyor, kimlere, nerelere selam gönderiyor?

Hasan Gerçeker’in demecinin üzerinde bu kadar durmayı gerektirmediği ortada ama bu tür açıklamalar yüksek yargının durumunu sergilemesi açısından, demeci verenin kişiliğinden, öneminden bağımsız olarak, çok önemli.

Hasan Gerçeker emekli olduktan sonra da Türkiye Futbol Federasyonu Tahkim Kurulu Başkanlığı’na getirildi; bu seçimi yapanları da kutlamaktan başka şey elimden gelmiyor ama sektöre yakışmadığını iddia etmek de kolay değil doğrusu.
e.karakas@zaman.com.tr

12 Nisan 2013 Cuma

MHP için yol ayrımı: Milliyetçilik mi? Ulusalcılık mı?

12 Ağustos 2010

Siyasetin tüm unsurları anayasa değişikliğine ilişkin referanduma odaklanmış durumda. 

İlginçtir, bunca polemik bombardımanı içinde tartışılan iki ciddi konu var: Anayasa Mahkemesi ve HSYK'nın yeniden yapılandırılması...

CHP, Anayasa Mahkemesi ve HSYK'nın yapısındaki herhangi bir değişikliğe kökten karşı. Aslında bu tavır, CHP'nin geleneksel zihniyeti açısından son derecede tutarlı.

Zira CHP, tarihsel süreçte ideolojik olarak her iki kurumu da kendine çok yakın hissetmekte. Tam da bu noktada belirtmek gerekir ki, darbe anayasasına en başta karşı çıkması umulan DİSK ve KESK gibi kuruluşların da referandum konusunda CHP ile senkronize davranışı, ideolojik bir ortak paydadan kaynaklanmakta.

Referandum, AKP için iki açıdan hayati bir önem taşımakta. Birincisi; merkezi kuşatma altında tutan bürokratik oligarşiye karşı toplumsal nitelikli bir zafer kazanmak, ikincisi ise; referandumda "evet" çıkması durumunda oluşacak psikolojik havayla, gelecek yıl yapılacak olan genel seçimlerde bir başarı yakalamak...

Halkoylamasında CHP ve AKP açısından "hayır" ve "evet" cephesinde öncülük ne kadar anlaşılabilir bir durumsa, ideolojik tutarlılık açısından MHP'nin tavrı bir o kadar eksantrik görünüyor.

MHP yetkilileri meydanlarda "hayır" kampanyasını başlatmış durumda. Ancak referandum konusunda bu partinin tabanında kafalar berrak değil.

Bir yanda parti sözcülerinin açıklamaları, bir yanda milliyetçi düşünce sisteminin vicdanlara yüklediği ağır vebal!

Bürokraside AKP adına yapılan partizanlıklardan zarar görenler, ya da parti tavanından aldığı işareti "kurşun asker"lik için yeterli sayanlar bir yana, milliyetçi/ülkücü tabanın bu referandumda "hayır" oyu kullanması için ortada gerçek bir sebep var mıdır?

Bu soruya rasyonel bir cevap verebilmek gerçekten çok zor...

MHP'de 12 Eylül darbesine kadar taban ve tavan arasındaki iletişim lider/doktrin/teşkilat düzleminde süregeldi.

Komünizme karşı mücadelede devletin asal direnç noktaları olduklarına inandırılan bir nesle, darbe sonrası öyle bedeller ödetildi ki, sonuçta "kutsal devlet"in tüm parametreleri parçalanıverdi.

Böylece mutlak bir itaat kültüründen beslenen devletçi anlayıştan kopan milliyetçiler, eleştirel ve sorgulayıcı bir anlayışla tanıştılar.

Bu nedenledir ki, MHP seçmeni bugün referandum gibi hayati bir konuda, olayları kendi akıl süzgecinden geçirdikten sonra ideolojileri ile tutarlı bir karar verme yetisine sahiptirler.

MHP kurmayları öncelikle referandumda "hayır"cılar safında yer alınmasının düşünsel ve ideolojik gerekçelerini açıklamak zorunda.

Eğer tek amaç, AKP hükümetini referandum yoluyla şöyle bir silkelemek ise, unutmamak gerekir ki bu strateji aynı zamanda ideolojik açıdan bir kırılmayı da beraberinde getirmekte.

Hükümet karşıtlığı adına, solun tüm renklerinin buluşup kaynaştığı bir değirmene su taşımak, Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmaya sebebiyet verebilir.

Daha yakın geçmişte MHP'nin de katkısıyla Parlamento'dan 411 milletvekilinin desteğiyle geçen üniversitelerde kılık kıyafet serbestliğinin, bu Anayasa Mahkemesi tarafından engellenmesi karşısında sızlayan kamu vicdanı unutulmuş olamaz.

Bugünkü Anayasa Mahkemesi'ni ya da adeta bir kast sistemiyle oluşan HSYK'nın yapısını savunmak, hangi milliyetçi düşüncenin ürünü olabilir?

Eğer bunun gerekçesi "AKP kendi yargısını kuracak" basitliği ise bu söylem gerçekten de sıradan insanların zekâsıyla dalga geçmeye teşebbüsten ileriye gidemez.
 
GENEL SEÇİM ÖNCESİ BÜYÜK STRATEJİK HATA 

MHP yöneticilerinin Anayasa Mahkemesi ve HSYK'nın bugünkü yapısında ısrar etmelerinin perde arkasında, bugünlerde zor durumda kalan bürokratik oligarşiye devletçi bir refleksle omuz vermek var ise bu durumda milliyetçilikten ulusalcılığa bir yolculuk başlamış demektir.

İşte MHP'de asıl sorun da burada başlamaktadır. Zira MHP'nin bu ortamda ulusalcı bir düzleme sürüklenmesi, milliyetçi maneviyatçı tabanda çok derin ayrışmalara yol açar.

Anlaşılıyor ki MHP kurmayları, kendi seçmen davranışları konusunda ya derinliğine bir analiz yapma ihtiyacı duymuyorlar, ya da gelecek seçimlerde oy kaybını şimdiden göze almış durumdalar.

Hiç değilse hatırlanması gerekir; 57. Hükümet içinde solun kuyruğuna takılı bir MHP, geleneksel seçmen tarafından adeta cezalandırılmış, dahası, özellikle Orta Anadolu'da MHP'den kayan oylar bir daha geri dönmemiştir.

Sözün özü; CHP, DİSK, KESK gibi kuruluşlarla birlikte saf tutan bir MHP, referandum sonrasında bu davranışının siyasi bedelini ödemek zorunda kalabilir.

MHP'nin referandumda "hayır" cephesinde yer alması, yaklaşan genel seçimler öncesinde bir başka açıdan stratejik bir hata olacaktır.

Özellikle Ege ve Akdeniz bölgelerinde etnik tartışmaların yaşandığı yörelerde son seçimlerde MHP'ye yönelen sosyal demokrat oyların, Kılıçdaroğlu ile birlikte tekrar CHP'ye yönelmesi beklenmekte.

İşte, referandum yolunda MHP'nin CHP ile yakın temas içinde olması, bu akışkanlığa büyük bir ivme kazandırabilir.

Şüphesiz ki, referandumda "hayır" çıkması durumunda, bunun siyasi rantını CHP alacaktır. MHP açısından hiçbir kazanım olmayan bu durum karşısında, referandumda "evet" oyu kullanan bir kısım milliyetçi seçmen genel seçimler öncesi şüphesiz ki yeniden bir durum değerlendirmesi yapacaktır.

MHP'nin referandum konusunda CHP ile özdeş tavrı, eğer gelecek yıl yapılacak genel seçimden sonra kurulması planlanan CHP+MHP koalisyonunun bir işaret fişeği ise bu strateji MHP açısından gerçek bir yıkım projesidir.

Siyasetini terör olaylarının istatistiği üzerine inşa eden partiler, kendi iktidarlarında toplum nezdinde yarattıkları "terörü önleme" beklentisinin altında kalabilirler.

Şüphesiz ki Kılıçdaroğlu-Bahçeli hükümeti kuruldu diye, PKK mevcut stratejisinin tek enstrümanı olan terörden asla vazgeçmeyecektir.

Ve hatta yapısal durum irdelendiğinde, muhtemel bir CHP+MHP koalisyonu döneminde PKK terörü daha da artma potansiyeli taşımaktadır.

Çok erken olmasına rağmen söylemekte fayda var: Genel seçimler sonrası kurulabileceği varsayılan CHP+MHP koalisyonu bu ülkenin geleceğini karartabilecek çok derin bir kaosun başlangıcı da olabilir.

Denilebilir ki referandum öncesinde MHP tam bir yol ayrımında! Soru şu... Milliyetçilik mi? Ulusalcılık mı?
Ne yazık ki vuvuzela öttürmekle siyasette tutarlı bir yol haritası çizilemiyor işte!

Sözün özü; AKP'ye zarar vereceğim derken, referandumda KESK, CHP, YARSAV, DİSK gibi kuruluşlarla aynı saflarda mücadele, MHP'nin misyonu ve vizyonu açısından gerçek bir fikirsel kırılmadır.

Elbette ki MHP yetkililerinin milliyetçiliği, sadece bir retorikten ibaret değilse!

 http://www.zaman.com.tr/yorum_yorum-prof-dr-ibrahim-aydin-mhp-icin-yol-ayrimi-milliyetcilik-mi-ulusalcilik-mi_1014899.html