Medeniyet, Arapçada şehir anlamına gelen ‘medine’ kelimesinden alınmış
yeni bir isimdir. Me-de-ne fiil kökünden gelen medine, ikamet etmek
mânâsındadır. Sınırları belirli yerleşim yerlerine veya düşmanlardan
korunmak maksadıyla yüksek yerlere inşa edilen kalelere ‘medine’
denmiştir.
Arapçada yerleşim yerlerinin küçükleri ‘belde’, büyükleri ise
‘medine’ diye adlandırılır. Yesrib şehri, Allah Resûlü’nün (sallallâhu
aleyhi ve sellem), hicretinden sonra ‘Medine’ ismiyle anılmıştır. Ayrıca
İslâm dünyasında zaman içinde Medine-i İsfahan, Medine-i Mansûr
(Bağdad) ve Kisra’nın şehri Medâin (şehirler) gibi on altı farklı şehir
Medine adıyla anılmıştır.
Bazı dilciler, Medine’nin “dâne” fiil
kökünden isim olduğunu söylemişlerdir. Bu kök, itaat, mülk, hüküm ve
sultan gibi mânâlara sahiptir. Bu durumda ‘medine’ kelimesi, dîn ile
aynı kökten gelmektedir ve belirli bir idare gücünü kabul edip ona itaat
eden insanların yaşadığı yer anlamını ifade etmektedir.
Nitekim
Arapçada belirli bir idare gücünü kabul ettiği için şehirde yaşayanlara
‘medenî’, çölde yaşayanlara ise ‘bedevî’ denilmiştir. ‘Bedevî’ kelimesi
aynı zamanda ‘hadarî’ (yerleşik) kelimesinin zıt anlamlısıdır. Ayrıca
yine ‘dâne’ fiilinden gelen ‘deyn’ (borç) kelimesi ile de ‘medine’
arasında sorumluluk açısından bir alâka kurulması mümkün görünmektir.
Medine
kelimesinin ifade ettiği olumlu çağrışımlar, Müslüman ilim adamlarını
şehirde yaşamanın faziletleri üzerine düşünmeye sevk etmiştir. Hattâ
ünlü filozof Farabi (ö. 339/950), felsefî sisteminin bir özetini yaptığı
ve son kısmında siyaset felsefesine dâir fikirlerini ele aldığı eserine
Mebâdiu ârâi ehli’l-medîneti’l-fâzıla (Faziletli şehir halkının
görüşlerinin ilkeleri) adını koymuştur.
O, Medine kelimesi ile belirli
bir şehri kastetmemiş; kelimeyi kök anlamına uygun olarak hem ‘şehir’
hem de ‘yönetim/devlet’ mânâlarını çağrıştıracak şekilde kullanmıştır.
İdeal devlet ve yönetim modelini ise şehirde yaşamanın erdemlerinden
hareketle belirlemeye çalışmıştır. Ona göre her insan yaratılıştan
birçok şeye muhtaçtır.
İhtiyaçlarını karşılamak ve mükemmel bir insan
olabilmek için başka insanların yardımına ihtiyaç duyar. İnsanlar
arasındaki yardımlaşma ve iş bölümü şehirlerde daha kolay mümkün
olduğundan, en üstün iyiliğe ve tam mükemmelliğe ancak şehirlerde
ulaşılır. İnsanların mutluluğu elde edebilmek için birbirine yardımcı
olduğu şehirler, ‘el-medînetu’l-fâzıla’dır; yani erdemli ve mükemmeldir.
Erdemli şehirdeki insanlar, iyiliği elde etmek için iradelerini
kullanır ve birbirine yardımcı olurlar. İyilik ortak paydasında
birbiriyle yardımlaşan insanlar, erdemli şehirleri, mutluluğu
gerçekleştirmek için şehirleri birbiriyle yardımlaşan milletler, erdemli
milletleri, ortak özelliklere sahip milletler de evrensel faziletli
yönetimi meydana getirirler. Böylece Farabi, faziletli şehir kavramından
hareketle evrensel bir medeniyet telâkkisi ortaya koymaya çalışır.
Medeniyet
kelimesi ile ifade etmemiş olsa da ‘medeniyet’ kavramını sistemli bir
şekilde ilk ele alan tarihçi İbn Haldun’dur (ö.808/1405). O da Farabî
gibi insanların bir arada yaşamalarının fıtrî olduğu düşüncesinden
hareket eder. Filozofların “İnsan, yaratılış itibarıyla medenîdir”
(Medeniyyün bi’t-tab’) sözünde belirttiği gibi insanların kendilerini
korumak ve ihtiyaçlarını karşılamak için toplum hâlinde yaşamalarının
zarurî olduğunu söyler.
Ona göre, toplum hayatının devamı için gerekli
bir başka unsur ise ‘egemenlik’ kavramıdır. Zîrâ insanların bir arada
yaşayabilmeleri belirli kurallara uymalarına bağlıdır. İnsanların
birbirine zarar vermemesi için kuralların uygulanmasını temin edecek bir
idare etme gücüne (mülk) ve toplumu bir arada tutan ortak bir dayanışma
duygusuna ihtiyaç vardır.
İşte bu dayanışma duygusu bedevilerde
‘asabiye’ yani kan bağıdır. Ancak asabiye yalnızca kan bağından ibaret
değildir. Bir topluluğu belirli bir gayede birleştiren onları topluluk
kılan her bağ asabiye kavramı içinde değerlendirilebilir. Bu durumda
asabiyeyi ‘içtimâî dayanışma duygusu veya şuuru’ şeklinde tanımlamak
mümkündür.
İçtimâî dayanışma duygusu (asabiyye) bütün insan
topluluklarında ortaktır. İbn Haldun, toplumsal dayanışma duygusu ile
hareket eden toplulukların hadarî/şehirli, bedevî/göçebe olmak üzere iki
ayrı ekonomik-toplumsal örgütlenme biçimine sahip olduklarını öne
sürer. Hadarî olsun bedevî olsun her toplumun bir umranı vardır; bedevî
umran zamanla gelişerek hadarî umran hâline gelir.
Hadarî/şehirli umran
ifadesi ise bugün bizim medeniyet dediğimiz kavrama yakın bir mânâ ifade
etmektedir. Bu takdirde İbn Haldun’un medeniyet telâkkisinin temelinde
Farabî’de olduğu gibi şehir yani medine olduğu söylenebilir. O şehirli
olmayı topluluk bilinci üzerinden temellendirerek, şehirlilerin ortaya
koyduğu maddî-mânevî gelişmişliği umran (imar etmek) olarak ifade
etmiştir.
Batı dillerinde medeniyet anlamına gelen civilization
(şehirleşme) 1835 yılından itibaren sözlüklerde yer almış yeni bir
kelimedir. Başlangıçta İslâm geleneğine bağlı olarak
civilization/medeniyet, ‘kültürün şehirlerde ortaya çıkan şeklidir’ diye
tanımlanmıştır. Medeniyet konusunu tarih araştırmalarının merkezine
yerleştiren ünlü tarihçi Toynbee, bu tanımı kapsayıcı bulmaz. Zîrâ
tarihte şehir kurmamış medeniyetler de vardır.
Ona göre her medeniyetin
arkasında vahiyle belirlenmiş bir vizyon vardır. Bu sebeple o,
medeniyetleri din eksenli sınıflandırmayı tercih eder. Ona göre kültür
“bir toplumun üyelerinin, açıkça soya çekimden gelen düzenli
davranışları dışında kalan içsel ve dışsal davranış düzenlilikleri”;
medeniyet ise “içinde bütün insanlığın, herkesi kapsayan tek bir ailenin
üyeleri olarak, tam bir uyum halinde yaşayabilecekleri bir toplum
durumunu ortaya koymak için girişilmiş bir çabadır.” (Toynbee, 1/45, 46)
Ancak Toynbee’nin arzu ettiği bu ideal durumun gerçekleşmesi için diğer
medeniyetlerin her türlü iddiasından vazgeçerek Batı medeniyeti içinde
eritilmesi gerekmektedir. Nitekim o, Batı Medeniyeti ile İslâm
Medeniyeti’ni karşılaştırdığı bir makalesinde, İslâm’ı tarihten tamamen
silinmesi gereken bir rakip olarak değerlendirir. (Canan, s. 40)
Farabi
ve İbn Haldun’un yaklaşımlarında birleştirici ve mücerret bir medeniyet
tanımı yapılmışken Toynbee, özellikle farklı medeniyetler arasındaki
ilişkileri incelediği yazılarında medeniyetlerin ayrıştırıcı nitelikleri
üzerinde durmuştur. Ayrıca medeniyet, Batı’nın maddî refah ve teknik
açıdan ileri olduğu bir dönemde tedavüle sokulmuş bir kavram olduğundan,
kısa zamanda teknoloji ve kalkınmışlık anlamları ile
özdeşleştirilmiştir.
Böylece seküler Batı dünyası hem kendi farklılığını
ifade edecek hem de kendi dünya görüşüne evrensel bir imaj sağlayacak
sihirli bir kavrama kavuşmuştur. Bu düşünceden hareketle bazı yazarlar,
Batı medeniyetinin insanlığın ulaştığı nihai zirve olduğunu iddia
ederek, diğer medeniyetleri geri ve çağdışı saymışlardır.
Hattâ
Huntington, tarihin sonunun medeniyetler çatışması ile gerçekleşeceğini
iddia ederek, kültür ve medeniyet farklılıklarını siyasî hedeflerin
gerçekleşmesine engel teşkil eden ve ortadan kaldırılması gereken
hususlar olarak iddia etmiştir.
Kendi Medeniyetimize Doğru
Medeniyet
yeni bir kavram olmakla birlikte modern dönemlerde siyaset ve tarih
felsefesinde son derece önemli hâle gelmiştir. Bu sebeple İslâm
dünyasında da birçok âlim ve aydın medeniyet kavramına ilişkin tahliller
yapmışlardır. Meselâ Cezayirli düşünür Malik b. Nebi’nin (ö. 1973)
fikirlerinde medeniyet kavramı önemli bir yer tutar. O, medeniyeti,
antropolojik açıdan ele almak yerine fonksiyonel açıdan ele almak
gerektiğini söyleyerek, kendi medeniyet anlayışını şöyle dile getirir:
“Medeniyet, maddî ve mânevî şartlar bütünüdür. Bu şartlar, bir cemiyete
ve o cemiyetin her ferdine çocukluktan ihtiyarlığa, hayatının her
devresinde, gelişmesinin her safhasında, ona lâzım olan desteği
sağlarlar.” Ona göre, medeniyet birtakım ürünler meydana getirir, fakat
ürünleri onu meydana getiremez. (Malik b. Nebi, 30, 31)
Günümüz
âlimlerinden Fethullah Gülen Hocaefendi, medeniyetle alâkalı görüşlerini
“Medeniyet veya Mefhum Karmaşası” ve “Kendi Medeniyetimize Doğru” adlı
makalelerinde, ayrıca farklı eserlerindeki yazılarında dile getirmiştir.
Hocaefendi, eskilerin medeniyeti “köy, kasaba, şehir nerede olursa
olsun, insanî duygu ve düşünce etrafında toplanmış ruhların, insan
olmalarını idrak şuuruyla bir arada yaşamaları” şeklinde tarif
ettiklerini söyleyerek, birçok konudaki görüşlerine katılmadığı hâlde
Farabi ve İbn Haldun’un yaklaşımlarına atıf yapmıştır. Böylece o,
medeniyet kavramının kendi kültür dünyamızdaki köklerine işaret ederek,
medeniyet kavramının Batı kökenli bir kavram olmadığına dikkatlerimizi
çekmiştir.
Hocaefendi, değişik telakki, anlayış ve felsefelere
göre pek çok varyasyonu olduğunu belirttiği medeniyet kavramının
antropolojik bir yaklaşımla, “gelişmişlik veya az gelişmişlik açısından
herhangi bir toplumda, insan hayatının her türlü organizasyonu ya da bir
milletin düşünce, inanç, sanat telakkisi veya o milletin maddî-mânevî
varlığına has evsâfın bütünü” şeklinde basitten mürekkebe doğru bütün
tanımları kapsayacak şekilde üç farklı açıdan ele alarak tanımlamıştır.
Ancak Hocaefendi de Malik b. Nebi gibi bu tür antropolojik tanımların
meseleyi izahta yetersiz kalacağı düşüncesinden hareket ederek “bir
medeniyetin bütün muhassalası ve verileri, o medeniyetin ta kendisidir.”
diyerek, medeniyeti, amelî (fonksiyonel) bir fenomen olarak ele almak
gerektiğine dikkat çeker.
Bu takdirde medeniyeti onun kanaatine göre
“maddî-mânevî bir kısım şartların bütünü ve bu şartlar da herhangi bir
toplumda, o toplumu meydana getiren çocuk-genç-ihtiyar hayatın her
basamağında ve gelişmenin her safhasındaki fertlere lâzım her şeyi
vaadetmenin ve vaadettiklerini yerine getirmenin adı ya da kaynağıdır.”
şeklinde ele almak daha yararlıdır.
(Medeniyete yaklaşımları ve
tanımları arasındaki benzerlik, Hocaefendi ile Malik b. Nebi’nin ıslahat
projelerini karşılaştırmalı olarak incelemenin lüzumunu
göstermektedir.) Medeniyet, bir fenomen olarak ele alındığı takdirde
medeniyetin ne olup-olmadığına ilişkin mücerret tartışmalardan ve kavram
kargaşasından da kurtulmak mümkün olacaktır.
Ayrıca Hocaefendi,
medeniyeti yalnızca teknik ilerlemeye ve maddî gelişmeye bağlamanın ve
ondan ibaret görmenin doğru olmadığını medeniyetin ruhî ve zihnî bir
vak’a (fenomen) olduğunu söyler. Bu sebeple medeniyet, “zenginlik, lüks,
saray ve apartman gibi cismanî refah unsurlarında; istihsal ve istihlâk
gibi bedenî duygu gayyâlarında aranmamalı, belki, görüş tarzı, düşünce
sistemi gibi zihnî vak’alarda aranmalıdır” der.
Maalesef dünden bugüne
bir kısım kimseler, medeniyeti, refaha hizmet eden vasıtaların bolluk ve
modernleştirilmesinde aradıklarından dolayı kitleleri hep
aldatmışlardır. O, bu konuda şöyle der:
“Medeniyet başka, modernleşme
başkadır. Birincisinde insan; görüşleri, düşünce tarzı, insanî
yanlarıyla; ikincisinde ise bedenî hazları, yaşama vasıta ve
imkânlarıyla değişip yenilenmektedir.
Medeniyet ayrı, hayat
standartlarının yükseltilmesi veya modernize edilmesi ayrı şeylerdir.
İlim-teknik, giyim-kuşam medeniyet değildir; medeniyet zihnî ve ruhî bir
vak’adır. Medeniyet, “ruhda, ruhun tekâmülünde ve insanın kendini
yenilemesinde aranmalıdır.”
Din-Medeniyet İlişkisi
Dinî
esaslar ve gayeler çerçevesinde gerçekleştirilen beşerî faaliyetler
medeniyet olarak kabul edilse de medeniyet, bizzat dinin kendisi
değildir. Dinin belirli bir zaman dilimi ve muayyen bir tarih diliminde
hayata yansıması ve sosyal hayatı şekillendirmesi medeniyet olarak kabul
edilebilir. Medeniyetin temel unsurları inanç, duygu ve davranış
biçimleri ile teknolojidir. İnanç ve duygu davranış biçimlerini
şekillendirir. İnanç ve duygu biçimlerinin kaynağı ise dindir.
Bu
sebeple bir medeniyetin bütünlüğünü sağlayan temel unsur dindir.
(Whitehead, s. 194, 195) Ancak dinin esasları evrensel ve nihai olmasına
karşılık medeniyet, zaman ve mekân ile kayıtlı beşerî bir faaliyet ve
fenomendir. Nitekim Hocaefendi, “Medeniyet, zaman-şartlar-insan üçlüsü
içinde ele alınarak, aklî ve mantıkî bir çizgide idealize edilmelidir”
diyerek, medeniyetin her dönemin kendi şartları içinde yeniden
şekillendirilmesi gerektiğine işaret etmiştir.
Ancak o, yenilenme adına
her hareketin ancak dinin ruh ve mânâsıyla beslenerek istikbal vaad
edici olabileceğini de özellikle belirtir ve “Her yeni medeniyet,
yepyeni bir aşk, yepyeni bir iman hamlesiyle ortaya çıkar. Bu aşk ve
imanın olmadığı yerde medeniyetten de eser yoktur.” der. Zîrâ İslâm,
tarih boyunca gerçekleştirilen her müspet hareketin ve hamlenin hep
merkezinde olmuştur. Bu sebeple ilerleme ve kalkınma hamlelerimizin
gerçekleşmesinde dinin merkezi bir misyonu olduğu unutulmamalıdır.
Hocaefendi, kendimiz olarak yeniden yapılanmada ve medeniyet adına kendi
üslûbumuzu bulmada dinin önemini şöyle vurgular:
“Bugün toplumumuz,
o muhteşem geçmişini üzerine bina ettiği kendi temel dinamiklerine
yönelerek yeniden hayata “bismillah” deme mecburiyetindedir. Aksine,
eğer o, dînî ve millî değerlerini canlandırıp hayata geçiremez ve kendi
kültür mirası itibariyle dirilemezse, bugün içine sürüklenmiş olduğu
kaoslardan, sırf bir kısım maddî imkânlar ya da teknolojik güç ve ilmî
aktivitelerle sıyrılması zor görünmektedir.
Bence bugün içinde
bulunduğumuz değişik krizlerden sıyrılabilmek için, milletimizin hemen
her kesiminde yeniden bir iman, bir aşk, bir heyecan ve bir ümit duygusu
uyarmaya ve dinin kendi orijinalitesine uygun, çağın idrakine göre
yeniden seslendirilmesine ihtiyaç vardır.”
Medeniyet, belirli bir
dünya görüşü ya da inanç etrafında toplanmış insanların bütün
faaliyetlerini ve ürettikleri eşyayı kapsar. İnsanları birbirine
bağlayan görünmeyen bir bağın görünen yüzü gibidir. Medeniyet, yalnızca
toplum hayatının sürdürülebilmesi için gerekli maddî imkânlardan ibaret
değildir, o aynı zamanda ortak değerlerin inşa edilmesine imkân tanıyan
bir güç kaynağıdır.
İşte bu güç kaynağının merkezinde din duygusu
vardır. Zîrâ Hocaefendi’ye göre bizim medeniyetimiz “dünya-ukbâ
düşüncesini birden kucaklar.” Bu sebeple bizim medeniyetimizin en önemli
şaheserleri mâbedlerdir. Medeniyet telakkimiz sanki mâbedlerde tecessüm
etmiştir.
Duygu ve Düşüncede Yenilenme
Medeniyetlerin
ortaya çıkışında insan unsuru çok önemlidir. Medeniyet, zaman ve mekân
algısı kadar insan telâkkisi ile de diğer medeniyetlerden ayrılır. Batı
medeniyetinin ortaya koyduğu maddî kalkınma ve modernleşmenin yanında
insan benliğini azgınlaştırması neticesinde sınır tanımayan zulüm ve
taşkınlıklar ortaya çıkmıştır. İslâm’a göre insan bir kul olarak,
Yaratıcısına, bütün varlıklara ve diğer insanlara karşı sorumludur.
Leonid Sykianien, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin medeniyet telâkkisini
“Onun fikirlerinin temel prensibi; İslâm’ın geleneksel kaynaklarından
süzülen entelektüel ve mânevî aydınlanmadır. Onun metodolojisi aşağıdan
yukarıya doğru ve birey merkezlidir” şeklinde değerlendirmektedir. (Bir
Medeniyet Öngörüsü, s. 34, 35) Nitekim Hocaefendi, medenileşmenin ancak
hakiki insanî değerlerin diriltilmesi ile gerçekleşeceğini ifade eder.
Ona göre, insanın gerçek mânâda medenileşmesi, duygu, düşünce, his ve
irade gücüyle kendini gösterdiği anlara rastlar.
Medeniyet
yalnızca nazarî ve maddî unsurlardan ibaret değildir; medeniyetin bir de
ahlâkî yönü vardır. İslâm medeniyetinin en önemli ahlâkî ilkesi
Hocaefendi’nin “yaşatma ideali” şeklinde ifade ettiği diğergamlık ve
fedakârlık duygusudur. Ona göre gelecekte parlak bir medeniyet inşâ
edebilmenin “En birinci yolu da mesuliyet şuuru ve mesuliyet ahlâkıdır.
Tamamen hareketsizlik bir ölüm ve çözülme, hareketteki sorumsuzluk ise
bir kargaşa olduğuna göre bize, davranışlarımızı mesuliyetle disipline
etmekten başka seçenek kalmıyor.” diyerek, medeniyetlerin inşasında
ahlâk ve iradenin önemine vurgu yapar.
Hocaefendi, geçmiş
medeniyetlerin inşâsında ferdî dehaların önemli bir yeri olduğunu,
söyler. “Evrensel medeniyet havuzları ve kültür zenginlikleri” hayatı
düşünerek yaşayan ve her anının kıymetini bilen hikmet erlerinin
tefekkür harmanlarının ürünüdür.
Bu sebeple “bugünkü nesillerin
yetiştirilmesinde en önemli hususlar, onlarda sistemli bir tefekkür azmi
uyararak, onların kendi iç dünyalarıyla varlık arasında
gelip-gitmelerini, âfâk ve enfüsü bir kitap gibi mütalâa etmeyi
öğreterek, onlara inanmayı, bilmeyi, araştırmayı, düşünmeyi
sevdirmektir.” der.
O, “hakikat aşkı ve sistemli düşünce zamanı gelince
bir bir semerelerini verecektir.” der. Zamanı iyi değerlendirme, metotlu
düşünme, aşk ve şevkle ilme sarılma medeniyetin ortaya çıkışında önemli
esaslardır. Yeni nesillerin bu esaslar çerçevesinde yetiştirilmesi ile
kendi medeniyetimizi inşâ etmemiz mümkün olacaktır.
Çevre ve Ortam
Medeniyetlerin
ortaya çıkışında çevre ve toplumun önemli bir yeri olduğu kanaatinde
olan Hocaefendi, milletlerin “iman, aşk, metafizik mülâhaza beşiğinde
sallana sallana toprağa, insana ve zamana âdeta cennetlik değerler
kazandırarak” kendi medeniyetlerini inşâ ettiklerini söyler.
O, toplumun
medeniyetin ortaya çıkışındaki yerini “Evet, dünkü ve bugünkü harika
başarılar ve dünya çapındaki büyük oluşumlar, ferdî dehâların yanında,
dehâ doğuran toplum yapısı, kâşifler yetiştiren müsait ortam ve
kabiliyetlerin ortaya çıkmasını sağlayan genel atmosferle yakından
alâkalıdır.” sözleriyle dile getirir.
Toplum yapısı ile dehâların ortaya
çıkışı arasındaki ilişkiyi kimsenin değiştiremeyeceği şeriat-ı fıtriye
olarak nitelendirerek, zirveleşmelerin gerçekleşmesinde “vasat ve umumî
atmosfer”in belirleyici etkenlerden birisi olduğunu şöyle ifade eder:
“Hatta büyük istidat ve yüksek dehâların kabiliyet ve dehâlarını ortaya
koymaları, çok defa umumî atmosferin müsaadesi ölçüsünde mümkün
olabilmiştir.”
Medeniyete geçmek için toplumun hür ve bağımsız
olması gerektiğini özellikle vurgular. Uyuyan milletimizin gafletten
uyanmasının, üzerindeki baskılardan kurtulmasına bağlı olduğunu
belirtir. Ona göre, medeniyet vak’asının en temel rüknü yetişmiş insan,
en hayatî esası hür ve müstakil bir ülke, en kıymettar sermayesi de
zamandır.
Geçmişte İslâm dünyasındaki büyük mütefekkir ve ilim
adamları ile Batı Medeniyeti’nin gelişimine katkısı olan bilim
adamlarını yetiştiren ortama dikkat edilmesi gerektiğini belirterek,
“Hava, su ve kuvve-i inbâtiye ile beslenmeyen tohum çürümeye mahkûm
olduğu gibi zeminini bulamamış dehâ da zebil olmaya mahkûmdur.” der.
Toplum ile dahiler arasındaki ilişkinin karşılıklı birbirini besleyen
bir ilişki olduğuna “Medenî insan, o vasatta, duygu ve düşüncesi
itibariyle inkişâf edip gelişen ve geliştirdiği yüksek duygularıyla
toplumun emrine giren insandır.” diyerek dikkat çeker. Gelişme ve
ilerlemenin birkaç dâhinin ortaya çıkışına bağlanmasının tenasüb-i
illiyet (sebep-sonuç arasındaki uyum) açısından doğru olmadığını şöyle
ifade eder:
“O hâlde, yarınlar adına beklediğimiz şeyleri,
müsait ortam, ilim aşkı, çalışma azmi ve metodolojinin birleşik
noktasında aramalıyız. Vasat, ilim aşkını coşturup çalışma azmini de
şahlandırınca, duyarlı gönüller bunu olağanüstü bir imtisasla bütün
benliklerinde duyacak, değerlendirecek ve belli disiplinlerle hayata
geçirecektir.
Ardından yeni ilhamlar, yeni çağrışımlar, yeni terkipler,
yeni tahliller “sâlih daire”si işlemeye başlayacaktır ki, bunu da
entelektüel gayretlerin ve temel dinamiklere uygun, kendi doktrinine
muvafık sistemlerin teâkubî bir ivme ile sürüp gitmesi takip
edecektir..”
Aşılanma ve Değişim
Hocaefendi’ye göre bir
medeniyet sadece insanların seçim ve iradelerine dayalı bir husus
olarak şekillenmez. Aksine, medeniyetlerin, zamanın akışı içerisinde,
eskilerin “telakkuh” dedikleri bir aşılanmadan geçmeleri söz konusudur.
Zira her toplum, şöyle-böyle bir bedevîlik dönemi yaşadıktan sonra ilim
çağına geçer.
Bu devrede ya vahiy mahsulü Tevrat, İncil, Kur’ân gibi
hazır kaynaklardan alarak ya da bizzat kendileri, zamanla birtakım
ahlâkî ve içtimaî kanun, kural ve prensipler edinirler. Bu merhaleden
sonra ise işgal, istilâ veya fetih gibi değişik vesilelerle başkalarıyla
kaynaşıp bütünleşerek farklı boyutlara ulaşırlar.
İşte, milletlerin
düşüncelerinde böylesi değişmeler ve farkına varılsın varılmasın,
medeniyet telâkkilerinde ve kültürlerde bu türlü aşılanmalar hep
olagelmiştir. O bakımdan da medeniyetlerin sınırlarını ülkelerin coğrafî
sınırları gibi birbirinden ayırmak epeyce zordur.
Medeniyette
aşılanma ve değişim kadar önemli bir husus da değişmez ilkelerin ve özün
korunmasıdır. Hocaefendi, geçmiş ile gelecek arasında, değişmez
sabitelerle değişmeye açık hususları “bir taraftan özü korurken, diğer
taraftan da zamanın tefsirlerini de yanımıza alarak, çağın sesini
bulmaya çalışmak îcap ediyordu.” sözleriyle dile getirir.
Hz. Osman
(r.a) döneminde Şam’a giren Müslümanların hayatında meydana gelen ve
İslâmî kurallara aykırı bulunmadığından dolayı benimsenen değişiklikleri
örnek gösterir ve bu tür etkileşimlerde dikkat edilmesi gereken
hususları şöyle ifade eder:
“Dolayısıyla, gelecekte de eğer yeni
bir medeniyet adına yeni oluşumlar meydana gelecekse, yine bütün bunlar
kendi tabiî seyirleri içinde gerçekleşecektir. Zira kültürümüz içine
yerleşmiş her hususta teker teker ayırıma gidip, “şunu yerinde
bırakalım, bunu terk edelim veya o gitsin, bu kalsın” demeye gücümüz
yetmeyecektir.
Bazı şeyler, belki de bize rağmen yaşamaya devam edecek
ve yaşayan şeyler arasında biz bilmesek de belki Bizans, Roma, Grek ve
daha başka kültürlerin damgasını taşıyan unsurlar her zaman
bulunacaktır. Ancak burada önemli olan bir husus varsa o da diğer
kültürlerden alacağımız şeylerin kendi ahlâk ve kültürümüzün temel
kaideleri açısından toplumu değişik çelişki ve bunalımlar içine
itmeyecek türden olmasına azamî derecede dikkat gösterilmesi
gerektiğidir.”
Sonuç
İnsanoğlunun Allah’ın halifesi
olarak kendisine verilen eşya ve hâdiselere müdahale imkânını inanç ve
duyguları istikametinde kullanması neticesinde medeniyet ortaya çıkar.
Her toplumun geçmişte medeniyet ölçüsü olarak kabul ettiği ideal
örnekleri vardır. Her medeniyet bir yönüyle insanlık medeniyetinin
parçası bir yönüyle de aynıyla tekrarı mümkün olmayan tarihi bir
vâkıadır.
Geçmişteki ideal örneklerini dikkate alarak geleceğe yürümeyi
hedeflemeyen toplumların yeni bir medeniyet inşâ etmesi mümkün değildir.
Ashab-ı kiram, saadet asrını örnek alarak yepyeni bir medeniyetin
kuruluşunda insanlığa “medeniyet muallimleri” olmuşlardır.
Hocaefendi’nin
medeniyet telâkkisi statik değil dinamiktir, geleceğe doğru bir
vetiredir. O, gelecekte gerçekleşmesini ümit ettiği köklerimize bağlı
medeniyeti “Kendi Medeniyetimize Doğru” makale başlığı ile ifade
etmiştir.
Ona göre, kendi medeniyetimiz, “medeniyet devr-i daimlerinin
doğum, ölüm ve göçüşlerini” iyi bilen ve “kendi medeniyet telâkkimiz ve
kendi kültürümüzle dirilme gibi yüksek bir gaye-i hayale” inanmış ve bu
gayeye kendini adamış insanlar tarafından kurulacaktır.
Hocaefendi’ye
göre medeniyet ideali, ayrıştırıcı ve çatışmacı bir unsur değildir.
Zira insanlık tarihini medeniyetler çatışması ekseninde ele almak
gelecek adına hiçbir şey vaad etmemektedir. Nitekim Hocaefendi,
Huntigton’un medeniyetler çatışması tezinin hayalî bir kurgu olduğunu ve
birtakım temennileri yansıttığını belirtir.
Bazı güç odakları, din ve
kültür farklılığı üzerinde bir medeniyetler çatışması arzu etmekte ve
böylece hâkimiyetlerinin devamı için yeni bir zemin oluşturmaya
çalışmaktadırlar. Hâlbuki geleceğin dünyasında medeniyetlerin çatışması
değil ortak değerler üzerinde beraber hareket etmesi esastır.
Zîrâ
medeniyet tek boyutlu bir vâkıa değildir. Onun medeniyet anlayışı “ukbâ
derinlikli bir müşterek medeniyet”tir. Gelecekte gerçekleşmesini hayal
ettiği medeniyeti de “gölgesinde insanlığa bir altın çağ daha yaşatacak
ilim, sevgi, aşk, şefkat ve merhamet medeniyet”i şeklinde ifade eder.
*Sakarya Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi
atekines@yeniumit.com.tr
Kaynaklar
- M. Fethullah Gülen, Kendi Dünyamıza Doğru, İzmir 2005 ve diğer eserleri.
- Ahmet Arslan, İbn Haldun’un İlim ve Fikir Dünyası, İstanbul 1987.
- Alfred North Whitehead, Düşüncelerin Serüvenleri, İstanbul 2008.
- Arnold Toynbee, Tarih Bilinci, İstanbul 1978.
- Farabî, Risâle fî ârâi ehli’l-medîneti’l-fâzıla, (el-Felsefetu’l-İslâmiyye içinde 14.cilt), Frankurt 1999.
- İbrahim Canan, Hangi Medeniyet Hangi Kültür Hangi Dünya, İstanbul 1996.
- Leonid Sykianien, Bir Medeniyet Öngörüsü, İstanbul 2006.
- Malik b. Nebi, Çağdaş Temel Konular, çev. Veysel Uysal, İstanbul 1983.
http://www.yeniumit.com.tr/konular/detay/ruh-ve-mana-medeniyetine-dogru#.UT4sEzeGc7o internet sayfasından alınmıştır.