Popüler Yayınlar

21 Nisan 2013 Pazar

ANADOLU ÇOCUKLARININ ÜLKÜCÜLÜĞÜ

20 Nisan 2013


Siyasal merkez'e ilişkin okuma biçimimizi Şerif Mardin, İdris Küçükömer çizgisinden hareketle biçimlendirirsek bu geniş havza içerisinde “çevre” olarak tanımlanan Anadolu çocuklarının ülkücü hareket üzerinden Türkiye'ye gerçekleştirdiği basıncı çözümlemek daha kolay.

Özellikle DP'den itibaren taşranın merkez'e yönelik siyasal, ekonomik, kültürel yürüyüşü Türkiye'de milliyetçi kurumların da yeniden pozisyon almasına yol açtı.

Türk milliyetçiliğine ilişkin tarihsel zemin inşa etmeye çalışanlar her ne kadar Tanzimat'tan Tek Partili yılların sivil Türkçülerine kadar ulaşan bir koridor aralasalar da 70'lerde şekillenmiş ülkücülüğün Kemalizm'le iç içe geçen bu kronolojiden kopan önemli ayrışımı var.

Batılı Türkolog, oryantalistlerin metinlerinden hareketle aynaya bakmaya çalışan ve Kemalizm'in İslam/Osmanlı/Selçuklu tarihini sıfırlayarak, kurguya daha açık İslam öncesi Orta Asya steplerine yaslanan bu ilk dönem teorik milliyetçiliğin öncelikle sınırlı bir aydın çevresini karşıladığını söyleyebiliriz.

“Her Şey Türk İçin Türk'e Göre Türk Tarafından” sloganlarıyla hareket ederek Anadolu'da bin yıldır süregelmiş tarihsel arka planı “önemsizleştiren” bu yaklaşımın CKMP'nin MHP'ye dönüştüğü 1969 Adana Kurultayı'nda ilk kırılmasını yaşadığını görmek gerekli.

Müslüman olmuş, devlet-toplum ilişkisini bu dinin kavrayışına göre yeniden yapılandırarak Anadolu'daki farklı inanç ve etnik unsurların bin yıl bir arada yaşamasının kavrayışını pratiğe dökmüş Türklerin aynaya bakınca algıladıkları kimlikleriyle, Avrupa tarzı milliyetçilikten beslenen, dünyayı sosyal Darwinizm'in uzantılı milletler mücadelesi biçiminde kodlayıp, pozitivist pedagojinin okul sıralarından yetişen dar aydın çevresinin kendi kimliğe yönelik algısı bir değildi.

Oysa Türklerin Türk kalışının en büyük teminatı Batılılardan öğrenilmiş sosyoloji değil, bizatihi İslam'dır. İslam'la karşılaşmamış Türk boylarının kimliklerini kaybetmesi bunun en büyük delili.

Ki, teorik anlamda Kemalist paradigmayla ortak havuzdan beslenen, pratikteyse dünya konjonktürüne göre şekillenen (Almanya'nın yenileceği anlaşılınca Tek Parti'nin ilişkiyi koparması gibi) bu kurgusal anlayış CKMP'nin MHP'ye dönüştüğü kurultayda kırılma yaşadı.

-Ancak şimdiden belirtmek gerekli ki, ülkücü hareket açısından bu bir süreçtir ve farklı durakları vardır-.

Atsız çevresinin tasfiyesiyle sonuçlanan ve parti amblemi konusunda bu çevrenin önerisi bozkurt'un yerine Serdengeçti'nin “Biz Osmanlı torunuyuz. Amblem üç hilal” olmalı şeklindeki müdahalesi bir bakıma “çevre” dediğimiz sosyolojik katmanın yeni kurulan partiye kendi kültür kodları ile katılımıdır.

Bozkurt ise partiye göre daha içe kapalı bir yapıyı temsil eden gençlik örgütlenmesine kalmıştır. Siyaset yapmanın pragmatik ve popüler önceliğini okuyan, sosyolojinin zihinsel kodlarına kayıtsız kalamayarak, kaba Türkçü yapıyı İslam ahlak ve faziletiyle bir arada ele almaya yönelen Türkeş'in, önünde duran fotoğrafı iyi gördüğünü de söylemek mümkün.

İslam ile sorunlu ilişkisi bulunan 1930-40'lı yılların Türkçü damarından, üç hilalli Osmanlı kimliğine vurgu giderek yoğunlaşacak İslami söylemin ilk belirtileridir aynı zamanda.

‘ORTODOKS’ ÜLKÜCÜLÜK

22 yaşında Ülkü Ocakları genel başkanı olan Muhsin Yazıcıoğlu, 31.7.1977'de Ankara Konak Sineması'nda artık teşkilatlarda kullanılması için aralarında Mümtaz'er Türköne, Naci Bostancı, Burhan Kavuncu, Lütfi Şehsuvaroğlu gibi isimlerin bulunduğu gençlerle şu sloganları önerir: 

“Müslümanlar Küfre Karşı Tek Yumruk”, “İnananlar Kol Kola, Yürüyelim Hak Yola”, “Kanımız Aksa da Zafer İslam'ın”... Aynı zaman diliminde ülkücü şair Abdurrahim Karakoç'un “Hak Yol İslam Yazacağız” adlı şiirinin ortaya çıktığını da ekleyelim.

Benim “ortodoks ülkücülük” dediğim, 70'lerin Soğuk Savaş gerilimiyle örgütlenmiş, dünyadaki dönüşümü algılayamayan yapıdan zamanla Yazıcıoğlu dâhil bu gençlerin hepsinin ideolojik biçimde ayrıldıklarını sanırım belirtmeye gerek yok.

Önerilen sloganların 1977-79 arası benzer isimlerce çıkarılan Genç Arkadaş, Hasret ve Nizam-ı Âlem adlı dergilerde teorik arayışlarla sürdüğünü görürüz. 5/10/1979 tarihli Nizam-ı dergisinin ilk sayısında şu cümleler dikkat çekicidir:

“Nizam-ı Âlem davasının bayrağını ilk açan şanlı Peygamberimiz (sas) Efendimiz'dir. Açılan bayrağın altına, zulme, küfre başkaldıran bütün insanlar akın akın bölük bölük toplanıp, İslam medeniyetini kurmuş, insanlık tarihinin altın sayfalarını vücuda getirmiştir… ‘Cahiliye devri' bitmemiştir. İnsanlar hâlâ küfre itaate zorlanmakta, zulüm görmektedir… Küfrün zulmüne, İslam adına, hakikat adına karşı çıkıyor ve küfre karşı açılmış mücadele bayrağını yükseltmek için saflardaki yerimizi alıyoruz”.

Taşra'dan merkez'e akan Anadolu çocuklarının kolektif hafızalarda hâlâ işlevini sürdüren, bin yıllık birikimin çerçevelediği ve sosyolojik karşılığı bulunan kültürel kodlarıyla Anadolu çocuklarının, kapısını çaldıkları ocaklarda önerdikleri, İslami kaygıları önceleyen bu ülkücü kimliğin toplumca içselleştirildiğinin delili kuşkusuz, Muhsin Yazıcıoğlu'nun cenazesi için farklı meşreplere sahip olmalarına rağmen Anadolu'nun her yanından kopup gelen insanlardır.

Ancak bütün bunları söylerken 70'lerin bir cinnet tarihi olduğunu, ülkücüsü-devrimcisiyle ülkenin çocuklarının kutsanmış şiddetle birbirlerine kışkırtıldıklarını, provokasyonlarla 80 darbesinin bu çocuklar üzerinden hazırlandığını unutuyor değilim.

DARBE VE ZİHİNSEL TRAVMA

Kendisi için sokağa çıkılan, şiddete bulaşılan ve kutsiyet atfedilen devlet, mensuplarını ağır işkencelerden geçirip, ikisini hapishanede öldürüp, 9'unu darağacında sallandırınca, içinde paradokslar bulunan derin bir savrulmaya kapı aralandı.

Zihinleri ve duygu dünyaları devletçe darp edilmiş ülkücü Anadolu çocukları devlet ve bu kurmay kadro karşısında geciken hesaplaşmalarını yine Yazıcıoğlu'nun derinleştirdiği sürecin uzantısıyla yapmıştır.

Gerek 1992'de Yazıcıoğlu'nun açıkladığı Milli Mutabakat metnindeki “Allah'ın birliği ve risalesi dışında her türlü farklılığın; her türlü görüş ve kavrayış biçiminin meşru kabul edilmesi” şeklindeki sivil yaklaşım ve gerekse partisinin 1993'te yaptığı ilk kurultayda açılan “Allah Yolunda Ezelden Gelip Ebede Gidenleriz”, “Çağımız İslam'da Birliktir”, “Ne AGİK, Ne AT; Yaşasın İslam Birliği” pankartları, 1977 Ankara Konak Sineması'nda önerilen ülkücü anlayışın devamından başka bir şey değildir.

Ortodoks ülkücü yapıdan yıkıcı eleştiriler yaparak kopan bu damarın oturduğu ana zemin her şeyden önce resmî ideoloji, statüko karşıtlığıdır.

70'lerden Milli Mutabakat Metni'ne, 28 Şubat ve 27 Nisan e-muhtırasında takınılan darbe karşıtı sivil tutumdan 2010 anayasa referandumuna kadar uzanan tarihsel bir çizgi var önümüzde.

Ancak güçlü kuramsal metinleri olmayan ve entelektüel unsurlarını kaybeden bu yapının zaman zaman zihnî geri dönüşler yaşadığını görüyoruz.

İslam'la biçimlenmiş Türk tarihinin, kimliğinin yok sayılarak, yeni bir ulus yaratmanın zeminini üretmeye dönük bozkurt, Ergenekon gibi Avrupa tarzı uluslaştırmayla mito-politik araçlara geri dönen, Türkçüler gününü kutlamaya başlayan, son kurultaylarında salona devasa bozkurt resimleri asan, “varlığım Türk varlığına armağan olsun” türü resmi ideolojinin argümanlarını kullanan bu yapının kısaca anlatmaya çalıştığım ve Anadolu sosyolojisine yaslanan ülkücülükten uzaklaşan boşlukları var.

Her şeyden evvel rahmetli Yazıcıoğlu'nun cenazesi için gelen Irak Kürdistan İslam Birliği Partisi Başkanı Selahaddin M.Bahaddin'in “Türkiye kadar Irak'ı ve Kürt kardeşlerinin sorunlarını da dert edinmişti.” cümlesinin nasıl bir paradigma yarılması ortaya koyduğunu yeniden yorumlamalı bu Anadolu çocukları.

25 Mart 2009 tarihinde soru işaretleri taşıyan helikopter kazası ile ülkücü hareket içerisinde tarihsel sürekliliği mevcut bir damarı temsil eden Muhsin Yazıcıoğlu aramızdan ayrıldı.

Liderliğini yaptığı siyasal organizasyonun seçimlerde çok düşük yüzdelere karşılık gelmesine rağmen cenazesi, toplumun her kesiminden yüz binleri Ankara’ya sürükleyecek kadar gösterişli oldu.

22 yaşında ve hemen hergün cenazelerin kalktığı 70’lerin ikinci yarısında Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı gibi büyük bir sorumluluğu omuzlarına alan Yazıcıoğlu’nun, toplumun farklı katmanlarında meydana getirdiği kabul edilirliğinin köklerini 80 öncesinin şartlarından itibaren anlamaya başlamak gerekiyor.

Şerif Mardin’in “çevre” dediği, İdris Küçükömer’in kazısını Tanzimat’tan itibaren başlatıp “Doğucu-İslamcı” olarak tanımladığı sosyolojik katman’ın özellikle Demokrat Parti döneminden itibaren taşra’dan merkeze doğru yürüyüşlerinin bir yerinde Muhsin Yazıcıoğlu’nda temsiliyet bulan Anadolu çocukları var.

Bahsettiğimiz bu katmanın tarihsel köklerini ise CKMP’nin MHP’ye dönüştüğü meşhur 1969 Adana Kurultayı’na kadar götürmek mümkün.

Ancak bunu söylerken tarihsel sürekliliğine vurgu yapacağımız çizginin teorik ve pratik bir süreç olduğunu, kanımca bu sürecin şimdilerde dahi tamamlanmadığını belirtmek isterim. Bu süreci belirleyen temel paradigma ise beslenilen kaynakların yerliliği ile ilgidir.

Ülkücü hareket üzerine ortaya konan hemen bütün metinlerde kronolojik bir skala çizildiğinde Osmanlı’nın son dönemlerinden Tek Partili yılların sivil Türkçülerine kadar uzanan geniş bir havza konur önümüze.

Bu havza her ne kadar tarihsel izlek açısından bir veri ise de özellikle 70’lerin ikinci yarısı ortaya çıkan yayınlar, hızla dönüşen söylemler ve 1980 sonrasında BBP’ye kadar uzanan, içerisinde eleştirel bir bilinç taşıyarak devlet, sistem dönüşümünün önerildiğini dikkate aldığımızda bahsettiğimiz ayrı damar daha iyi anlaşılacaktır.

Özellikle 1930’lu, 40’lı yılların Türkçü yayınlarında beslenilen temel zeminin Batılı Türkolog ve Oryantalistlerin yaptığı çalışmalar olduğunu görürüz açık bir şekilde.

Bu ise Türklerin İslam ile tanışmadan evvelki Orta Asya Tarihi’nin öne çıkarıldığı ve hatta Türklük tanımının dahi bu Batılı aydınlarca kurgulandığı bir birikimdi. “Her şey Türk için Türke göre Türk tarafından” sloganlarıyla hareket ederek Anadolu’da bin yıldır süre gelmiş tarihsel arka planı “önemsizleştiren” bu yaklaşımın özellikle Tek Parti döneminin resmi Türkçülük algı ve pratiği ile de benzer paradigmaya yaslandığını görürüz.

Yani farklı dinsel, etnik toplulukların Anadolu’da gerçekleştirdikleri bir arada yaşama tecrübesi ve bu tecrübeyi pratiğe geçiren devlet organizasyonları olarak Osmanlı, Selçuklu -dolayısı ile İslam- tarihini işlevsiz bırakmayı amaçlayıp, oradan kurguya daha elverir olduğu açık Orta Asya steplerinden esinle bir ulus yaratma(!) kaygısı dikkate alındığında resmi Türkçüler ile, sivil Türkçülerin Kemalist paradigmadan hareket ettikleri tartışma götürmez.

CKMP’nin Alpaslan Türkeş’in operasyonel müdahalesiyle MHP’ye dönüştüğü 1969 Adana Kurultayı’nda, bahsettiğim bu salt Türkçü yapı ilk ciddi kırılmasını yaşadı.

27 Mayıs darbecileri arasında olan ve maruz kaldığı sürgün sonrası siyasete atılan Türkeş’in burada mevcut sosyolojiyi daha gerçekçi bir zihin ile okuduğunu da söylemek gerekli.

 -Bir parantez açmak gerekirse-, MHP evveli Türkçü yapıların Anadolu insanının duygu ve zihin kodlarında yaşayagelen kimlik ile bir irtibatlarının bulunmadığını, dar bir dergi çevresi yapılanması şeklinde ancak örgütlenebildiklerini belirtelim.

Adana Kurultayı’nda yeni kurulacak partinin ambleminin ne olacağı çok ciddi şekilde tartışılır. Salt Türkçü Nihal Atsız çevresinin “bozkurt” önerisine rağmen, Osman Yüksel Serdengeçti’nin “Biz Osmanlı torunuyuz. Amblem üç hilal olmalı” şeklindeki çıkışı aslında kırılmanın semboller üzerine yansıyan geriliminden başka bir şey değildir.

O kurultayda bozkurt partinin daha içe dönük pratiğini gösteren gençlik örgütlenmesine bırakılır. Netice itibariyle Atsız çevresindeki Türkçü zihni yapılanmanın orada tavsiyesi ile nihayet bulan bir müdahale çıkar karşımıza.

Bu, 1950’lerle beraber Türkiye’de ekonomi, kültür ve siyasette belirleyici olmaya başlayan, sosyolojik anlamda “çevre” dediğimiz Anadolu çocuklarının oyuna dâhil olmaya yönelik müdahalesi şeklinde de değerlendirilmeye açıktır.

Aynı sosyolojik ve siyasal müdahalenin bir başka yerinde ise Milli Nizam Partisi’nin yer aldığını unutmamak gerekir bu arada.

Sosyolojinin zihinsel kodlarına kayıtsız kalamayarak, kaba Türkçü yapıyı İslam ahlak ve fazileti ile bir arada ele almaya yönelen tarihsel çizginin bu ilk karılmasının ardından 1970’lerin ikinci yarısında yeni bir basınç ortaya çıkar.

31 Temmuz 1977 günü Ankara Konak Sineması’nda, çok genç yaşta Ülkü Ocakları Genel Başkanı olan Muhsin Yazıcıoğlu, teşkilatlarda kullanılmak üzere aralarında Naci Bostancı, Mümtaz’er Türköne, Burhan Kavuncu ve Lütfi Şehsuvaroğlu gibi arkadaşlarının yer aldığı bir kadroyla şu sloganları belirler: “Müslümanlar Küfre Karşı Tek Yumruk”, “İnananlar Kol Kola, Yürüyelim Hak Yola”, “Kanımız Aksa da Zafer İslam’ın”…

Aynı zaman dilimi içerisinde ülkücü şair Abdurrahim Karakoç’un “Hak Yol İslam Yazacağız” adlı şiirinin de elden ele dolaştığını hatırlayalım.

Yazıcıoğlu dâhil olmak üzere, İslami kaygıların öncelendiği sloganları üreten bütün bu isimlerin hepsinin, benim “ortodoks ülkücülük” dediğim, 70’lerin Soğuk Savaş gerilimi ile örgütlenmiş ve dünyadaki dönüşümü algılayamayan yapıdan zamanla ideolojik biçimde ayrıldıklarını sanırım belirtmeye gerek yok.

Ülkücü hareketteki bu yoğun İslami söylemin salt sloganlarla sınırlı kalmadığını çıkan dergilerden de takip etmek mümkün. 1977-79 yılları arasında benzer isimlerce yayınlanan Genç Arkadaş, Hasret ve Nizam-ı Âlem isimli ülkücü dergilerde sloganlaştırılmış cümlelerin teorik arayışları vardır.

Mesela 5 Ekim 1979 tarihli Nizam-ı Âlem dergisinin ilk sayısında şu cümleler dikkat çekicidir:  

“Nizam-ı Âlem davasının bayrağını ilk açan şanlı Peygamberimiz(SAV) efendimizdir. Açılan bayrağın altına, zulme, küfre başkaldıran bütün insanlar akın akın bölük bölük toplanıp, İslam medeniyetini kurmuş, insanlık tarihinin altın sayfalarını vücuda getirmiştir… ‘Cahiliye devri’ bitmemiştir. İnsanlar hâlâ küfre itaate zorlanmakta, zulüm görmektedir… Küfrün zulmüne, İslam adına, hakikat adına karşı çıkıyor ve küfre karşı açılmış mücadele bayrağını yükseltmek için saflardaki yerimizi alıyoruz”.

Üzerine bastığımız topraklarda varolan, kolektif hafızalarda hâlâ işlevini sürdüren bin yıllık birikimin çerçevelediği ve sosyolojik karşılığı bulunan bu ülkücü kimliğin kabul edildiğinin en büyük göstergesi hiç kuşkusuz Muhsin Yazıcoğlu’nun cenazesi için farklı meşreplere sahip olmalarına rağmen Anadolu’nun her yanından kopup gelen insanlardır.

Bütün bu söylem ve yayınlara rağmen 1970’lerin bir cinnet tarihi olduğunu, devrimcisi ve ülkücüsüyle ülkenin genç çocuklarının birbirine karşı kışkırtıldığını, şiddetin kutsanan bir eylem biçimine dönüştüğünü ekleyelim.

Provokasyonlar, siyasi cinayet ve katliamlarla ülkenin darbeye hazır hale getirilmesinden sonra 12 Eylül 1980 darbesinin ülkücü hareket açısından yeni bir süreci hazırladığını da söyleyebiliriz.

Kutsanan ve kendisi için sokağa çıkılan devlet’in sistematik biçimde 12 Eylül hapishanelerinde ülkücülere karşı giriştiği hayal kırıcı uygulamalar, yapının kutsiyet atfettiği devlet tahayyülü karşısında paradoksal tutumlara savrulmasına neden oldu öncelikle.

Ağır işkenceler, 9 idam, hapishane uygulamalarında verilen kayıpların ardından maruz kaldığı şartların fevri tavırlardan ziyade statüko tarafından sistematik şekilde planlandığının anlaşılması ile yapı içerisinde zihinsel çatlamaların başladığını bizzat Yazıcıoğlu söylüyor. Kendisi ile yapılan söyleşide  

“Bir yerlerden bir haber gelirse, bir işaret gelirse işkenceler durdurulur, bu hayasızlık engellenmiş olur diye düşündük. Bende ve diğer arkadaşlarımızın hepsinde bu duygu hakimdi. Ama orda şahit olduğumuz şeyler gösterdi ki, kesinlikle işkencenin ve haksız muamelelerin sebebi alt seviyede birkaç tane komünistin ve muarızımız olan birkaç tane memurun işi değil (Zaman. 14-15 Şubat 1988)”

demesi bunun en büyük delili.

Mamak’ta çok ağır bedeller ödeyen ülkücülerin -yine Yazıcıoğlu’nun bir söyleşisinde belirttiği gibi (Zaman. 6 Temmuz 2003)- işkence şikâyetlerini incelemek üzere Avrupa’dan gelen yetkililere “Türk Devleti işkence yapmaz. Bu bizim iç sorunumuz” şeklinde cevap vermeleri, duygu dünyalarında yaşanan paradoksal çıkmazların netliğini göstermekte.

Devlet’i eleştirmeye niyetlenseler bile mevcut teorik külliyatlarında böylesi bir birikimi olmayan bu genç çocukların bunu nasıl yapacaklarını bilmediklerini de söyleyebiliriz.

Eli kalem tutan dışarıdaki ağabeylerin önemli bir kısmı ise zaten statükonun 80 sonrası dünyasına eklemlenmiş, pragmatik ilişkilerin yeni boyutunu çoktan inşa etmişlerdi.

Bütün bu süreç yaşanırken Bursa Cezaevi’nde yatan ülkücü mahkûmlar tarafından 1988’de Bizim Dergâh isimli bir dergi yayınlanmaya başlanır.

Dergi, biraz evvel bahsettiğimiz 70’lerin ikinci yarısı çıkan yayınların devamıdır adeta. Bütün sayılarını incelediğinizde bir tek bozkurt ve Ergenekon resmine rastlayamayacağınız gibi Orta Asya göndermeli hiçbir teorik ve simgesel yaklaşım da bulamazsınız.

Ülkücü hareketi merkez alan metinler de dahil olmak üzere hemen bütün yazılarda referanslar salt Kur’an ve sünnet’tir artık.

Dergi çevresini oluşturan ocaklı çocukların moral liderinin ise Muhsin Yazıcıoğlu söylemeye bile gerek yok. Hatta Yazıcıoğlu’nun derginin ilk sayısında “Ölçü İslam” olmalı isimli, ülkücü harekete istikamet verici önemli bir yazısı da yer alır.

Hareket açısından 70’lerde yoğunlaşan süreç daha sistematik hale evrilmiştir bir bakıma. Bizim Dergâh dergisinde sistematik hale gelen yoğun İslami söylemin tarihsel kökleri 70’lere kadar uzanmasının yanında, o yıllarda hapishanedeki ülkücülerden bir grubun bildiri yayınlayarak, ülkücü düşünceden ayrıldıklarını deklare edip, ülkücü hareketi İslam dışı olmakla suçlayan girişimlerinin etkisinde de bahsetmek mümkün.

Şok edici bu bildiri ardından Bizim Dergâh çevresi, mevcut bütün İslami gazete-dergilere yayınlanması için bir karşı-bildiri gönderir.   

“Mücadelemiz Allah’ın nizamı kurulana kadar bütün şer güçler ve küfrün hakimiyetine karşıdır..Ülkücü hareket, dünyadaki Tevhid mücadelesinin şerefli bir üyesidir”

gibi cümleler içeren bu bildiri yapıdan kopan grubu da içine alan İslami camiaya mesaj olarak yorumlanabileceği gibi, bizatihi yapının merkezine yönelik pozisyon verici bir çıkış olarak da değerlendirilmeye açıktır.

Ama dergiyi asıl işlevsel kılan husus, harekete dönük ilk ciddi iç eleştirilerin burada kendisine güzergâh bulmaya çalışmasıdır.

Siyasal liderin o yıllarda ABD’nin Kuzey Irak’a konuşlandıracağı Çekiç Güce verdiği destek ve 1. Körfez Savaşı’nda ABD’in bölgeye girişine yönelik tutumu açıktan eleştirilir, hatta “Küfür ehli ile beraber olmak” anlamına geldiği vurgulanır.

Güçlü hiyerarşik yapı, lider kültü ve militarist örgütlenme biçimi düşünüldüğünde, Bizim Dergâh’ta kümelenen ülkücü çevrenin böylesi eleştirileri, hareket açısından devrimci bir nitelik taşımaktadır.

Ancak yaşanan iç gerilim bir müddet sonra derginin Ankara’daki bürosunun 2 Temmuz 1992’de basılıp, teşkilatlarda yasaklanmasıyla geri dönüşü olmayan bir sürece girer.

Muhsin Yazıcıoğlu ve çevresinin ana gövdeden kopmaya zorlanıp BBP’ye kadar uzanan yeniden örgütlenmesinin kısa öyküsü aslında bu.

Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları 7 Temmuz 1992 tarihinde Ankara Başkent Düğün Salonu’nda ana ülkücü yapıdan koptuklarını açıklamaları ardından yine tarihi bir vesika niteliği taşıyan “Milli Mutabakat Metni”ni deklare ederler.

Milli Mutabakat Metni ülkücü hareket dikkate alındığında 70’lerin ikinci yarısından, Bursa Cezaevinde çıkan Bizim Dergâh dergisine uzanan “yerli bir ülkücü kimlik arayışı”nın, 1990’ların dünya şartlarını doğru okuyama çalışan öncü vesikasıdır aslında.

Her ne kadar bilinmese de, 31 Temmuz 1977 günü Muhsin Yazıcıoğlu’nun başkanlığında teşkilatlarda kullanılması için önerilen İslami tonu yüksek sloganları belirleyen isimlerin, bu metnin hazırlanmasında büyük katkıları söz konusu.

Metinde geçen şu ifadeler ortodoks ülkücü paradigma ile hiçbir bağlantısı bulunmayan yerli ve devrimci ifadelerdir :  

“Rejimin tepeden inmeci-seçkinci-laikçi geleneği artık sona ermiştir. Rejimin pozitivist laikçi politikaları ancak şahsiyetsiz, köksüz, milletine değil, kendine bile hayrı olmayan bunalımlı, yabancılaşmış bir azınlığa kaynak olmuştur. Laikliğin din devlet işlerini ayırma politikası değil, ekmek su gibi dini için yaşayan Müslüman halkı yönetimden uzak tutmak çabaları olduğu artık üstü örtülemeyen bir hakikat halini almıştır”.

6 Aralık 1992 tarihinde gerçekleşen “Siyasi Karar Kurultayı”nda ise salt hareket açısından değil siyasi tarihimiz bakımından da benzeri bulunmayan “Pasif İtaatsizlik Eylemi” adlı bir bildiri paylaşılır kamuoyu ile.

Bir darbe vuku bulduğu vakit toplumun, resmi ve özel kuruluşların darbe karşısında nasıl tavır alması gerektiğine yönelik önerilerin açıklandığı bu bildiri, 70’lerin şiddet tarihi içerisinde özne olarak yer almış ve ülkenin 80 darbesine doğru nasıl evrildiğine şahitlik etmiş bir kuşağın, Türkiye’nin böylesi süreçleri artık yaşamaması için elini taşın altına sokmasından başka bir şey değildir aslında.

Ki 28 Şubat’ta Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarının bizatihi yapılan darbe karşısında nasıl milletten yana pozisyon aldıklarını biliyoruz.

Ülkenin belli bir kesiminin psikolojik harp yöntemleri ile nasıl baskıya maruz kaldığını, okullarından, işlerinden nasıl acımasızca kovulduğunu, öz kaynağı Anadolu insanın sermayesi olan ticari işletmelerin nasıl düşman ilan edildiğini hatırlarsak,  Yazıcıoğlu ve arkadaşlarının 80 öncesinin bütün oyunlarını görmüş bir kuşak olarak nasıl geri adım atmadan milletin değerleri yanında durduğunu hatırlamak gerekli.

MHP ve ortodoks ülkücü damarın, tanklar namlusunu millete çevirirken ortalıkta gözükmemesi sürekli vurgu yaptığımız ve Muhsin Yazıcıoğlu’nun yapılandırmaya çalıştığı “yerli ülkücü anlayış” biçiminde tanımlayabileceğimiz ayrışmanın nasıl derin farklılıklar taşıdığının en önemli göstergesidir.

28 Şubat’ta Muhsin Yazıcoğlu’nun derin devlet karşısında aldığı pozisyon bir bakıma 12 Eylül Mahkemelerinde statüko ile yapılamayan hesaplaşmanın geciken rövanşından başka bir şey değil.

Mamak cezaevinde başında takke olduğu için darb edilerek öldürülen ülkücü Hüseyin Kurumahmutoğlu’nun soğuk hücrelere sızan kanı daha yerde iken, hareketin kurmay kadrosunun mahkemelerde söylediği “fikrimiz iktidarda” paradokslarına itiraz edemeyen ve ağır işkencelerden geçirilmiş kuşağın, bir türlü geliştiremediği devlet eleştirisinin geciken, cevabıdır aynı zamanda.

Bu, 27 Nisan e-muhtırasında da böyle olmuştur, Cumhurbaşkanlığı seçiminde de.. Yazıcıoğlu’nun vefatı ardından BBP’nin 12 Eylül Anayasasının bazı maddelerinin değiştirilmesine yönelik referandumda yine milletin derin iradesinden yana aldığı pozisyon da aynı çizginin devamı niteliğindedir.

Ancak bütün bu sivil tutum ve girişimlere rağmen Hırant Dink’in katledilmesi başta olmak üzere 70’li ve hatta 90’lı yılların provokatif siyasi cinayetleriyle oluşturulmak istenen toplumsal havanın benzeri, BBP’nin gençlik örgütlenmesi içerisinden çıktı.

Gerek ortodoks ülkücü damar ve gerekse Yazıcıoğlu çevresinde kümelenen çocukların gidip geldiği ocakların “kullanılmak” için birileri arandığında neden ilk uğrak yeri olduğu hiç düşünülmedi.

Düşünülse bile bunu kıracak teorik ve pratik boşluklar sürekli varoldu. Her şeyden evvel ortada henüz tamamlanmamış bir süreç var.

Yani Genç Arkadaş, Nizam-ı Âlem gibi dergilerle 70 Kuşağı ülkücülerinin kimlik kodlarını İslami kanallara sevk eden, ortodoks yapıyı oportünist ve statükocu bularak ayrılan, darbeler karşısında “Pasif İtaatsizlik Eylemi”ni açıklayan, Milli Mutabakat Metni’nde Çokluk İçinde Birlik" prensibinden hareketle, “Allah'ın birliği ve risalesi dışında her türlü farklılığın; her türlü görüş ve kavrayış biçiminin meşru kabul edilmesi” gerektiğini deklare eden, 28 Şubat ve ardıllarındaki darbe karşıtı girişimlerde milletten, demokrasiden, sivilleşmeden yana pozisyon alan bu yapının zaman zaman gelgitler yaşadığı ortada.

Her şeyden evvel statükonun değişmesine yönelik ortaya konan demokratik tutumun, resmi ideoloji tarafından on yıllardır topluma yedirilmeye çalışılan ezberleri yıkma hususunda da devrimci bir zihin örüntüsüyle devam etmesi gerekirdi.

Mesela Yazıcıoğlu’nun cenazesine katılmak üzere gelen Irak Kürdistan İslam Birliği Partisi Başkanı Selahaddin M.Bahaddin’in “Şahsiyeti Türkiye sınırlarını aşmıştı. Türkiye kadar Irak’ı ve Kürt kardeşlerinin sorunlarını da dert edinmişti (3 Nisan 2009 tarihli gazete haberleri)” cümlesinin hangi paradigmayı yardığını sorgulamadı yapı.

Ki cenazesi için ülkenin her toprağından kalkıp koşan yüz binlerce Anadolu insanının Muhsin Yazıcıoğlu algısını besleyen temel kavrayışın ülkücülük mü olduğu, yoksa daha derin bir etki alanı mı inşa ettiğini de mesela..

BBP’nin 31 Temmuz 1993 tarihinde gerçekleştirilen ilk kurultayında salonları süsleyen pankartlarda yazılı “Allah Yolunda Ezelden Gelip Ebede Gidenleriz”, “Çağımız İslam’da Birliktir”, “Ne AGİK, Ne AT; Yaşasın İslam Birliği” gibi cümleler ile 31 Temmuz 1977 günü Ankara Konak Sineması’nda açıklanan sloganların nasıl birbirini tamamlayan bir paradigma oluşturmaya çalıştığını görmek gerekli.

BBP’nin ilk gençlik örgütlenmesi olan Nizam-ı Âlem Ocakları’nın çıkardığı dergide Kemalizm eleştirisi yaptığı için ceza alıp, hapis yatan genç bir ülkücü çocuk bu sürecin belki en anlamlı yerinde duruyor.

Şahsi görüşümü ifade etmem gerekirse 70’lerden Bursa Cezaevine ulaşıp, oradan Milli Mutabakat Metnine uğrayan ve 28 Şubat’ta zirveye çıkan sivil, demokratik, devrimci, darbe ve statüko karşıtı birikimin son yıllarda geri dönerek zaman zaman ortodoks ülkücülüğün arızalarını taşıdığını söylüyorum.

Soğuk Savaş yıllarının güvenlik ve gerilim psikolojisi içerisinde oluşmuş ülkücülüğün, çağın ve toplumun ihtiyaçlarına göre Anadolu insanının bin yıllık kültür, medeniyet kodlarına yaslanarak kendisini yenilemesi, hatta kendisi ile yüzleşmesi gerektiği ortada.

Özellikle geleneksel ülkücü kimliği bir zamanlar besleyen Orta Anadolu insanının çağı okumasına paralel bir dönüşümü kavrayamadı ülkücü hareket.

Ki bugün statükoyu ve resmi ideolojiyi savunun CHP’nin oy aldığı kentlere kayarak Avrupa tarzı ötekileştirici bir milliyetçiliğe savrulan ortodoks yapının zaman zaman etki alanına giren BBP çevresinin sosyal paylaşım sitelerinde onayladığı metin ve görüntüler benim bu kanaatimi daha da güçlendiriyor maalesef.

Oysa Türkiye’de sosyoloji, değişim ve gelişimi işaret ettiği kadar, Kürt Sorunu başta olmak üzere resmi ideolojinin bütün kurgusal ezberlerini de artık işlevsiz bırakıyor.

Dünya sivil toplum ve insani hareketler çağını yarılamış iken ülkücü yapılarda -küresel olmayı bırakın- sadece Türk Dünyasına yönelik bir yardım örgütünün dahi bulunmadığını söylemek sanırım yeterli.

Resmi ideolojinin bu topraklarda İslam ile şekil bulmuş bin yıllık birikimi sıfırlayıp, ulus-devletleşme çağının uzantısı olarak yeni bir geçmiş inşa etme kurgusuna paralel biçimde türettiği Orta Asya menşeli mito-politik unsurları ilk yıllarında redderek İslam-Osmanlı-Selçuklu birikimini esas alan BBP ve gençlik örgütlenmesinin yıllar sonra bu geri dönüşün emarelerini taşıması Anadolu insanının çağı doğru okuyan sosyolojisinin dışına taşmaktan başka bir şey değildir.

Oysa bozkurt, Ergenekon gibi Orta Asya merkezli mitolojik unsurlar ülkücülerin değil, bizatihi Kemalizmin türettiği kurgulardır.

Osmanlı ve Selçuklu’nun hiç hatırlamadığı bu tarihin Kemalizm ile beraber 1930’lu Tek Parti yönetimi sırasında birden bire ortaya saçılmasını nasıl açıklar ülkücüler.

Şu meşhur Ergenekon’dan çıkış tablosunun ressamının Ratip Tahir Burak isimli bir CHP’li tarafından 1932’de yapıldığını biliyorlar mı acaba. Tek Parti ve resmi ideolojinin Anadolu insanın belleğinde nasıl travmalar yaşattığını en azından hayatta kalan dedelerimiz hatırlar.

BBP’nin son Kurultaylarında salonu yukarıdan aşağı kaplayan bozkurt resimlerinin hangi tarihi karşıladığını ve Anadolu insanın kimlik, kültür kodlarında varolup varolmadığını yeniden sorgulamalı bu çevre.

Yine gençlik örgütlenmesinin son yıllarda 3 Mayıs Türkçüler Günü’nü kutlamaya başlaması ortada derin bir kafa karışıklığı olduğunu gösteriyor.

Milli Mutabakat Metni’nde yıkıcı şekilde eleştirilen rejimin ürettiği, Türkiye’nin yakın dönem tarihini ablukaya alan ve Anadolu insanının derin bilgeliği, irfanını yok sayan statüko ile zaman zaman aynı şeyleri söylemek durumunda kalan yapının, öncelikle beslendiği kaynakları yeniden gözden geçirmesi gerekli.

Türkiye ve dünyadaki yeni gelişmeleri çözümleyebilecek güçlü stratejik metinlere ve eleştirel bilinçten beslenen entelektüel birikime ihtiyacı olan yapının bir zamanlar altına imza attığı Milli Mutabakat Metni’nin çok gerisinde kaldığı ortada.

Bu toprakların değerleri ile hiçbir paylaşımı bulunmayan darbeci, cuntacı çevrelerle bir zamanların tutmayan psikolojik harp operasyonu Kızılelma koalisyonuna destek veren ve şimdilerde Kemalist bir ülkücülük inşa etmeye çalışan oluşumlardan kendi farkını ortaya koymak istiyorsa rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun mirasçıları, ülkenin sorunlarına ilişkin yaklaşımlarının bu çevre ile ortaklık taşıyıp, taşımadığına yeniden bakmalıdır.
 
Statükoyu temsil eden ortodoks ülkücülükten koparak 28 Şubat’ta derin devleti temsil eden ideoloji ile çatışma gibi bir yakın dönem siyasal geçmişe sahip BBP çevresinin, 70’lerden 2010 yılındaki Anayasa Referandumu’ndaki milleten yana sivil, demokrat tutumunun tarihsel sürekliliği dikkate alındığında tıpkı Milli Mutabakat Metni’nde belirtildiği gibi Kur’an ve Sünnet dışında -siyasal gelişmeler dahil- tartışılamayacak hiçbir beşeri hususun bulunamayacağını, öznesi olduğu bu tarihin Anadolu çocuklarının siyasal merkez’e müdahalesiyle ancak açıklanabileceğini yeniden hatırlaması gerekiyor. *Yazar

http://www.zaman.com.tr/yorum_anadolu-cocuklarinin-ulkuculugu_2080507.html
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder