Malum
yıldönümü kaçınılmaz olarak yine gündemde ve Türkiye yine aynı
çaresizliğin pençesinde sıkışmış, neredeyse paralize olmuş gibi duruyor.
1915 yılında Osmanlı Ermeni milletine uygulanmış olan bilinçli azaltma
ve imha politikası ile yüzleşmekte zorlanıldığı sürece, bu olay bir
siyasi ve kimliksel malzeme olarak kullanılmaya devam edilecek.
Çünkü Türkiye'nin ve kendisini bu topraklara ait hisseden herkesin kaçamayacağı, başkasının sırtına yükleyemeyeceği bir sorumluluk var. 1915 yıldönümleri kaçınılmaz olarak her yıl gelecek olsa da, içinde olduğumuz çaresizlik kaçınılmaz değil. Türkiye'nin ve genelde ‘Türklerin' yapabilecekleri şeyler mevcut ve üstelik bunun psikolojik altyapısı yeterince hazır.
Her şeyden önce Türkiye toplumu artık çok daha özgüvenli… Geçmişi hatırlamak, suskunluğun sebep olduğu ezikliği aşmak istiyor. Bugün Anadolu'nun neresine giderseniz gidin, insanlar hiçbir gocunma olmadan size yaşananları, duyduklarını ve bildiklerini anlatmak istiyorlar. İkincisi ülkeyi etnik kimliklere mesafe alabilen bir hükümet yönetiyor.
Her türlü milliyetçilik ayaklar altına alınacaksa, herhalde İttihatçıların kaba milliyetçiliğini savunulacak bir değer olarak öne sürmek pek anlamlı olmaz. Üçüncüsü bu hükümetin dayandığı İslami duyarlılık çerçevesi, bu meseleyi çözebilmenin de en temel olanaklarından birini sağlıyor.
Çünkü tehcir sürecinde Ermenileri koruyup kollayan binlerce Müslüman ailenin dışında, merkezden gelen karara direnen onlarca Müslüman mülki amir bulunuyor. İlginç bir nokta bunun Ermeni cephesinde de bir farkındalığa karşılık gelmesi.
Yıllar önce Ermenistan'a bir gazeteci ziyaretinde, en milliyetçi parti olan Taşnakların ikinci başkanı bile “biz Türk milliyetçiliğine karşıyız, Müslümanlarla ve İslamiyet'le sorunumuz hiç olmadı” demişti. Madalyonun öteki yüzü de büyük ölçüde değişti.
Ermenistan Türkiye'nin soykırımı kabul etmesini bir şart olarak görmekten vazgeçmenin eşiğinde… Her yıl binlerce diaspora Ermeni'si buralara geliyor ve tamamen farklı bir ruh hali ve siyaset algısıyla geri dönüyor. Bütün bu gelişmeler yeni bir imkanın önünde durduğumuzun belirtileri…
Önümüzdeki dönem ‘soykırım' kavramının öneminin nispeten azaldığı, ancak o dönem yaşananların öneminin hızla arttığı bir dönem olacak. Soykırım sözcüğünden rahatsız olan Türkiye için iyi bir haber…
Ama eğer gerçeklerle samimi ve dürüst bir yüzleşmeye hazırsak. Bu gerçekler çok da karmaşık değil ve aslında günümüzün Kürt meselesine fazlasıyla benziyor:
Zamanın ruhuna uygun olan özgürlük ve eşitlik taleplerine direnen ve toplumu oyalamaya çalışan bir devlet, giderek kötüleşen iktisadi ve sosyal koşullara mahkum hale gelirken etnik kimliği nedeniyle ayrımcılığa uğrayan bir kesim, bu kesimin içinden ayrılıkçı ve silahlı bir grubun çıkarak direniş mücadelesine başlaması, devletin o grubu bahane ederek belirli bir bölgede söz konusu kimlik sahiplerinin tümünü mağdur eden baskı politikaları uygulaması, silahlı grubun yabancı ülke istihbaratları ile ilişkiye geçerek kendini korumaya alması, bunun üzerine devletin daha da sertleşerek ‘kesin çözüm' peşine düşmesi ve o kimliği tüm ülkede belirli bir sürede sistematik olarak ‘kazımayı' hedeflemesi…
Bu sürece mesafe alarak, nesnel bir biçimde yaklaşmak, her aktörün neyi niye yaptığını anlamaya çalışmak mümkün. Diğer taraftan devlet adına yapılanların ‘bilinçli' olduğu gerçeği ile de yüzleşmek durumundayız.
Tehcirin sadece kadınlar, yaşlılar ve çocuklardan oluşan bir milyonun üstünde kişiyi kapsadığını düşünürsek, Ermeni toplumunun birkaç yüz bin erkeğine ne olduğunu sormak zorundayız. İttihatçılar ve Mahsusacıların niçin bütün belgeleri imha ettikleri üzerinde düşünmek zorundayız.
Nihayet Ermenilerin şahıs ve vakıf mallarının şimdi kimlerin elinde olduğunu da görmek zorundayız… Ermeni meselesi bir hukuki mesele değil.
Hukuki tarafı işin aslını göz ardı etmekten başka işe yaramıyor. Esas mesele kendimizle barışmak… Ve Türkiye bu samimiyeti yaşayabilecek ve hatta bunun keyfini çıkarabilecek olgunluğa çok yakın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder