Sâmiha Ayverdi, o ipeksi, saltanatlı, muhalif ve edepli ihtişamıyla bu
dünyayı terk edip başka bir âleme göçeli yirmi yıl olmuş.
Ardında, yetiştirdiği öğrencilerini ve kırka yakın eserini bırakmış. Ayverdi'nin eserlerine baktığımızda, kuyumcu titizliği ve tecrübesiyle işlenen bir dile sahip olduğunu görürüz.
Ayverdi, en zor zamanlarda en cesur fikirleri ifade etmiş, yanlış olduğuna inandığı şeylere karşı isyan etmiş ve bu isyanını istikrarlı bir şekilde yazarak dile getirmiş biridir.
Ayverdi, erkeklere, Avrupalılara, başkalarına özenerek yazan ve düşünen değil, bir kadın olarak, bu toprakların ve bu toplumun sesi olarak yazmış ve yaşamış biridir.
Ayverdi, ilk olmak adına acemi okul çocuklarının yapabilecekleri denemeleri yenilik adına sunmuş biri değil, aklının, kaleminin, birikiminin ve ufkunun onu götürdüğü yere cesurca, zarifçe ve sabırla gitmiş biridir.
Romandan hatırata, şehir tarihinden siyasi konulara kadar pek çok konuda yetkin ve orijinal eserler ortaya koymuş, üslup sahibi velut bir yazardır.
Ancak bütün bunlara rağmen Yüz Temel Eser arasına girdiği için ismi biraz daha görünür hale gelen İbrahim Efendi Konağı adlı eseri dışında Ayverdi, hâlâ anlaşılmamış, hatta hâlâ okunmamış bir yazardır.
Ayverdi'nin kırka yakın eserini okurken ilk dikkatimizi çekecek şey onun dilidir. Bir sehli mümteni örneği olan dil, farklı akıntıların döküldüğü bir denizin zenginliklerini sunar bize.
Bu dil, yazarın şahsi sergüzeştini anlatırken de, Tavuk Pazarı'ndaki batakhaneleri naklederken de aynı güç ve güzelliktedir. Ayverdi, işlene işlene artık zihin haritamızın bir parçası haline gelmiş kelimeleri, sağlam ve zarif bir cümle yapısıyla okura sunar.
21. yüzyılın mekanik ve yoksul diline alışmış okur, Ayverdi'yi okurken adeta nereye dikkat edeceğine şaşırır ve eğer birazcık anadil zevkine ve sabır sermayesine sahipse, güçlü bir anlam örgüsü, enfes bir dil musikisi ve iç içe geçmiş anlam sarmalının çağlayanında bir sarhoşluk yaşar.
Tanpınar'ın Ziya Paşa'nın ölümünü anlattığı o uzun ve sağlam cümleye çok benzeyen cümleler, Ayverdi'de adeta tropikal bir sağanak halinde tekrar tekrar ve şaşırtıcı şekillerde karşımıza çıkar. Çıkar da dilimizin güzellikleri başta olmak üzere, bize unuttuğumuz pek çok şeyi hatırlatır.
Ayverdi'nin dilinin ihtişamını anlatmak için şu cümle bize bir fikir verebilir: “Bir şifahi kültürün iliklerine işlediği, sonra da elinden, dilinden, gözünden, kulağından taşıp döküldüğü eski kadına nasıl cahil denebilirdi ki, şu siniyi kaplayan örtü, şu öper gibi dizlere çepçevre temas eden peşkir, şu minderlerin altına serilen sofra yaygısı, bez üstüne nakşedilmiş bu çiçek bahçeleri, zerafetin, zevkin ve mücerret sanatın semboller diliyle konuşur olduğu bir üstün deha infilakı değil de ne idi?
Yaratıcı cemiyet, kadının sanat insiyaklarına kumanda eden ve zevk iklimini fetheden an'anevi kuvvetini henüz kaybetmemişti. Onun için de kadın, cesur terkiplerin, dekoratif temaların, muzaffer renklerin senfonisini, adeta bir tabiat hadisesi imişcesine kolaylıkla meydana getiriyordu.” (İbrahim Efendi Konağı, 2009, s.29)
Yazar bu birkaç cümlede dilin güzelliğini koruyarak şifahi kültürün ne kadar zengin olduğundan, bu kültürün, mensuplarını cehaletten kurtardığından, ev içlerinin bu kültürün tenasübünü yansıttığından, yaşantının semboller aracılığıyla sanata yansıdığından ve cemiyetin organik bir şekilde zevki şekillendirdiğinden bahseder.
Bu düşünceler arasında “şu öper gibi dizlere çepçevre temas eden peşkir,” “zevk iklimini fetheden ananevi kuvvet,” ve “muzaffer renklerin senfonisi” gibi ifadeler, sadece estetik bir güzellik taşımıyor, aynı zamanda yazarın maksadını güçlü ve kolay bir şekilde okura aktarıyor da.
Bu zengin, güçlü ve çağrışımlarla ilerleyen dil, yazarın hemen her eserinde görülür. Yazar, sadece sağlam ve estetik bir dil kullanmaz, aynı zamanda başka eserlerde gördüğü ve beğendiği kelimeleri de alır ve tekrar tekrar kullanır.
Bu kelimeler arasında yazarın belki de çok beğendiği ve kullandığı Ebulfeth Tarihi'nin yazarı Tursun Bey'in İstanbul Boğazı için kullandığı nehr-i aziz ifadesidir. Bu ifadeyi anlamıyla ve şiirselliğiyle benimseyen Ayverdi, bu tercihinde adeta Boğaz'ın sadece bir eğlence ögesi olarak görülmesine karşı çıkar.
Sâmiha Ayverdi'nin dikkat çekici bir başka yanı onun cesur ve istikrarlı isyanıdır. Burada isyan kelimesini Nurettin Topçu'nun İsyan Ahlâkı eserindeki anlamıyla kullanıyorum. Ayverdi, Batı'nın Tanzimat'la birlikte artık devlet eliyle sürdürülmeye başlayan hegemonyasına sessiz sedasız ama cesurca ve tekrar tekrar karşı çıkar.
Hemen her şeyin ceberut bir şekilde Batı'ya endekslendiği, aydınların büyük çoğunluğunun Batı'yı tek ve mutlak değer merkezi olarak aldığı bir dönemde Ayverdi, hatıralarını, ev yaşantısını, evi, ev eşyalarını, mahalleyi, şehri ve insanı anlatarak adeta başka bir medeniyetin, başka bir hayat tarzının var ve mümkün olduğunu, hatta sadece var ve mümkün olduğunu değil bu medeniyetin insani ve bizim olduğunu farklı formatlarda, farklı vesilelerle tekrar tekrar dile getirmiştir.
Futbolun kitleleri uyuşturan bir araç olduğundan, Avrupa'daki Türk işçilerinin kayıp bir nesil olmaya doğru gittiklerine, hamasi tarih anlayışının zararlarından Foucault'nun 1960'larda dile getirdiği boş zaman geçirme kültürüne ve Milli Mücadele'de Vurun Kahpeye'de veya Yaban'da anlatılanlardan farklı bir ruhun hâkim olduğuna kadar pek çok konuda yazı ve kitap kaleme almıştır.
Bu eserlerde Ayverdi, kişisel hatıralardan, metinsel değerlendirmelerden, güncel siyasi olaylardan, yakın ve uzak geçmişten örnekler verir. Ayverdi'nin geçmişi anlatması, örneğin Abdülhak Şinasi Hisar'ın geçmişi anlatmasından çok farklıdır. İkisi de benzer dönemleri anlatır.
Abdülhak Şinasi Hisar'da metin, okurda mutlak bir geçmiş zaman algısı oluşturur. Geçmiş, geçmiştir ve geri gelmesi, bir daha yaşanması mümkün değildir. Hatta Hisar'ın eserlerinin satır aralarında geçmişin her yönüyle devrini tamamladığı mesajı yoğunlukla hissedilir.
Anlatımın tonu, yazarın bakış açısı, metnin kurgusu ve daha pek çok öge okurda geçmişte kalmışlık hissini oluşturur ve pekiştirir.
Ancak Ayverdi'de anlatılanlar bir geçmiş zaman hikâyesi değil adeta örnek metinlerdir. Okur, Ayverdi'nin metinleriyle karşılaştığı zaman “evet, bu güzellikler geçmişte yaşandı ve bunların yine yaşanması mümkündür” mesajını alır.
Bu yönüyle de Ayverdi'nin hatıraları, hatıra kelimesinin çağrışımlarının aksine bir muhalefet, bir karşı çıkma biçimidir.
Hayattaki tüm anlatıların Batı'ya yöneldiği, Batılı olanın hayatın her alanına kayıtsız şartsız hâkim olduğu bir zamanda Ayverdi, hatıraları anlatarak bakın böyle de bir hayat var, böyle yaşamak da mümkün der. Bunu, sadece bireysel hatıralarını anlatarak değil, toplumun hatıralarını da anlatarak yapmıştır.
Ayverdi'yi ilginç kılan yanlarından biri de bir kadın olarak yazmasıdır. Aslında Ayverdi'nin sadece bu yanı bile, yaşadığı dönemde ve sonrasında öne çıkmak için Batılı olmanın gerektiği konusunda bir turnusol kâğıdı işlevi görebilir.
Ayverdi, çok okunan, takip edilen bir yazar olmak için hemen her şeye, Virginia Woolf'u anarak söyleyelim, kendi odasına bile sahiptir. Eşinden ayrılmıştır, kendi imkânlarıyla eğitimini ilerletmiştir, sürekli yazar ve yazarken de sorgulayıcı bir tarzda kendiyle konuşur.
Bu konuşmalar adeta ona muhalefet eden bir iç sestir. “Sana söylüyorum sana, ey kalemine bile hükmü geçmeyen kadın” der yazarken.
Sözü uzattığından, fazla dert yandığından bahsederek adeta özür diler okurdan. Ancak Ayverdi, Batılılaşma sürecinin rağbet ettiği özelliklerin önemli bir kısmına sahip olmasına rağmen sürecin öne çıkardığı isimlerden değildir.
Kadın olarak yazması, sadece kullandığı ifadelerle sınırlı değildir. Aynı zamanda yazılarındaki tecrübede, bakış açısında, hassasiyetlerinde de bir kadının sahip olduğu konumu görmek mümkündür.
İbrahim Efendi Konağı'ndaki Zekiye Hanım'ın anlatımında bir kadının yaşadıklarını ve doğal olarak sahip olduklarını görmemek mümkün değildir.
Son olarak Ayverdi'nin okunmayışını nasıl açıklamak gerektiğine değinebiliriz. Halide Edip'in Mev'ud Hüküm ya da Yol Palas Cinayeti'yle İbrahim Efendi Konağı'nı ya da Ateş Ağacı'nı bir ölçüte göre ele alıp değerlendiren ve birincisinin lehine karar veren bir kurum ya da organ mı var?
Hangi edebi ya da toplumsal ölçüte göre Yol Palas Cinayeti, İbrahim Efendi Konağı'ndan daha değerli, daha önemli ve daha okunmaya değer bir eserdir?
Bu sorunun cevabını kabaca, 19. yüzyıldan sonra Batılılaşma sürecinde hemen her şey Batı'ya göre değerlendirildi ve Ayverdi de iflah olmaz bir Batı karşıtı olduğu için bu süreçte gerilerde kaldı şeklinde vermek mümkündür.
Bu cevap, aynı zamanda bize kadın yazar, muhalefet, karşı çıkma gibi kelimelerin de aslında Batılılaşma lehinde olduğu sürece bir anlam ifade ettiği ve kıymeti olduğu düşüncesini ima eder ki doğrudur.
Ayverdi, tüm üretkenliğine, tüm donanımına, tüm aykırı tavırlarına rağmen büyük ölçüde Batılılaşma sürecine karşı çıktığı için ihmal edilmiş, okunmamış ve kültür dünyamızda hak ettiği yeri almamıştır.
Kubbealtı camiasının gayretli ve seviyeli çalışmaları dışında Ayverdi'yi anlama yönünde ciddi bir çaba sarf edilmediğini düşünüyorum.
Onu en çok ve en iyi anlayabilme durumunda olan insanların bile onun hakkında, Fransızca kelimelerle yüklü bir dil kullandığı ya da çoğu yazılarında bir Batılıyla bir Türk'ü karşılaştırdığı şeklinde yargılarda bulunmaları, Ayverdi'nin anlaşılmadığının, hatta daha acısı okunmadığının açık birer kanıtıdır.
Ayverdi, modern zaman tacirleri gibi bağırıp çağırmadan, malının kalitesine sonsuz güveni olan bir şehirli mücevher ustası gibi sessiz ve vakur, tüm cazibesi, tüm saltanatı ve ihtişamıyla bizi geçmişi ve kendimizi anlamaya çağırıyor.
http://www.zaman.com.tr/yorum_samiha-ayverdi_2068290.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder