8 Mart 2013
Ellerinin altında düşmanı tutar gibi tutup bir sağa bir sola çeviriyor; sanırsınız ki arabanın direksiyonuyla kavgalı.
Burnundan
soluyor vites değiştirirken.Arabanın içinde olan biri Karadeniz’de bir takanın içinde yolculuk ettiğini zanneder. Duruşları da sert, kalkışları da. Bir gazı köklüyor bir frene basıyor. Zavallı araba, can çekişiyor altında.
Ağzında, küfrün bini bin para. Sinleri kafa vuruyor kafları sinlere. Lanet okuyor trafiğe. “Yuh be, yol sanki babasının malı” diye söyleniyor önünde seyreden arabalara.
Basıp gitmeli yolda. Dur kalk, dur kalktan nefret ediyor. Müziği açıyor. Biraz sakinliyor. Ama biraz. Çalan şarkı kalbine bir çizik daha atıyor. Her şarkı yarasına tuz basıyor.
Dönemece geldiğinde sert bir frenle duruyor. Önüne kıran araba ile az daha çarpışacaklardı. Arabasında her daim bulundurduğu levyeyi kaptığı gibi diğer arabanın yanında bitiyor.
Ceketinin önünü iyice açarak belindeki silahın da görünmesini sağlıyor. “Ulan diyor, yol benimken nasıl önüme kırarsın, bunu nasıl yaparsın bana, sen kim olduğunu sanıyorsun.”
Diğer şoför, “Affedersiniz, yanlış yaptım, özür dilerim” diyor. Donup kalıyor. Beklediği tepkiyi almamanın şaşkınlığıyla kös kös dönüyor kendi arabasına.
Gazı kökleyip yeniden yola koyuluyor. İçinden okkalı bir küfür savuruyor diğer sürücüye. “Nasıl da pıstın birden, korktun değil mi lavuk.
Arabayı benim önüme kırmak ne demekmiş, gördün işte, dersini aldın ve gittin işte.” Benliğini kaplayan yoğun gurur ve kibirle sarhoş oluyor.
Keyfi biraz yerine geliyor. “İşte biz adamı böyle benzetiriz. Herkes de nasıl bakıyordu bana ama tırsmış gözlerle. Ben kendime korkak dedirtir miyim be? Ben ne dersem o!”
Hikmetin kendinde olmadığını adı gibi biliyor ya. Ama insan isterse en çok kendini kandırır. “Elindeki levye ile belindeki tabancanın” hürmetine sözü dinleniyor.
Levyenin, silahın, despotluğun her yerde sökmediğini de gayet iyi biliyor. Daha üç ay önce karısı evi iki çocuğuyla terk edip baba evine gitmedi mi?
Defalarca gel dediği halde, döndü mü karısı? Nasıl da hiddetlenmişti karısı artık benden umudunu kes, dediğinde.
Dün de eline mahkeme celbi gelince iyice çileden çıkmış, dün geceyi bir damla uyumadan geçirmemiş miydi? Karısını aramış ve sen benim kim olduğumu biliyor musun, demişti.
Karısının cevabı basit ve yalındı. “Evlendiğimden beri bunu duyuyorum senden. Sen de fanisin ve bir gün öleceksin, hepimiz gibi. Ayrıcalıklı bir yanın olduğunu hiç sanmıyorum. Sahi kimsin ki sen?’’
Adam elinde levye belinde silahla elde ettiği despotlukla güçlü olduğunu sanıyor. Kişiliği güçlü yapan şeylerinse bunlarla uzaktan yakından bir ilgisi yoktu halbuki.
****
Savaşın şiddetli bir anıydı. Elinde kılıç, elinde kılıçlı düşmanlarla cansiparane mücadele ediyordu Hz. Ali. Bir kâfiri yere düşürmüştü.
Kılıcını çekti, tam boynuna doğru sallayacaktı ki durdu o güçlü kolları. Yerde yatan düşmanı Hz. Ali’nin yüzüne tükürmüştü. “Kalk git” dedi Hz. Ali. Adam yavaş yavaş yerden kalktı, şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı.
“Neden beni öldürmedin?”
“Seni Allah için öldürecektim. Fakat bana tükürdün, hiddete geldim. Nefsimin hissesi karıştığı için ihlasım zedelendi. Onun için seni öldürmedim.”
Adam, Hz. Ali’yi hiddetlendirip çabuk ölüverip, daha az acı çekmek maksadıyla yüzüne tükürmüştü. “Sen bana nasıl tükürürsün,” diye nefsinin oyununa gelip daha hızlı, daha kuvvetlice kılıcı sallamamıştı Hz. Ali.
Durumdan etkilenen adam Müslüman oldu, “Madem dininiz bu derece sâfi ve hâlistir; o din haktır.” diyerek.
Şimdi oturup düşünelim.
Hangi kişilik güçlü kişiliktir?
Bin ilaçtan daha faydalı olan...
Bedîüzzaman’ın Barla Lahikası’nda “Merhaba ey kendi hastalığını teşhis edebilen bahtiyar doktor, samimî ve aziz dostum.” diye başlayan bir mektubu hekimler ve tıp öğrencileri için oldukça öğretici hakikatler barındırıyor.
Önemsediğim cümleleri bir araya getirip aşağı alıntılıyorum.
“...Biliniz ki, mevcudat içinde en kıymettar, hayattır. Ve vazifeler içinde en kıymettar, hayata hizmettir... Şu hayatın bütün kıymeti ve ehemmiyeti ise, hayat-ı bâkiyeye çekirdek ve mebde ve menşe olması cihetindendir...
Hakikat nazarında herkesten ziyade hasta olan, maddî ve gâfil doktorlardır... Hem bilirsin, meyus ve ümitsiz bir hastaya manevî bir tesellî, bazan bin ilâçtan daha ziyade nâfidir... Bilirsin ki, ömür kısadır, lüzumlu işler pek çoktur...”
Yedi Psikopat
Martin McDonagh’ın yönettiği Yedi Psikopat (Seven Psychopaths) filmi, seyrettiğim filmler içinde psikopatlığa dair en iyi film diyebilirim.
Çok zekice kurgulanmış bir senaryoya sahip filmdeki şu cümle unutulacak gibi değil:
“Göze göz felsefesi, tüm dünyayı kör bırakır.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder