ALLAH'TAN
BAHSETMEK
Mükemmel
bir eczahanenin her kavanozunda, harika ve hassas ölçülerle hazırlanmış ilaçlar
vardır. O eczahanedeki ilaçlar, maharetli, kimyager, maksatlı bir eczacının
varlığına ve özelliklerine şahittir.
Bitkileri,
hayvanları, havası, suyu, gıdası ile bu dünya ecza-hanesi, çarşıdaki eczaneden
ne kadar büyük ve mükemmel ise, o derecede kendi eczacısı olan Hakîm-i
Zülcelâl'e şahittir. Onu tanıtır ve tarif eder.
Binlerce
çeşit kumaşı basit bir fabrikadan dokuyan makine nasıl maharetli makinistini ve
fabrikatörünü tanıtırsa, yüz bin başlı, her başında binlerce mükemmel fabrika
bulunan bu seyyar makine-i Rabbani de, ustasını ve sahibini bildirir, tarif
eder.
Gayet
mükemmel bir erzak deposunun, sahibini; onun güç ve kuvvetini tanıtması gibi,
bir senede yirmidört bin senelik mesafede seyahat eden ve yüz binlerce çeşit
ayrı ayrı erzak isteyen misafirlerinin ihtiyaçlanna cevap veren, bahan büyük
bir vagon gibi binlerce çeşit ayrı ayrı yiyeceklerle doldurarak kışta erzakı
biten biçarelere getiren bu Rahmani iaşe amban da, Sahibini, Mutasarrıfını,
Müdebbirini bildirir, tanıttırır.
İçerisinde yüz bin çeşit milletten; silahlan, elbiseleri,
talimleri, terhisleri ayrı yüz binlerce askerin hiçbirisinin hiç bir ihtiyacım
şaşırmadan ve karıştırmadan yerine getiren bir ordu, onun muhteşem kumandanına şahittir
ve o kumandam taktirlerle sevdirir.
Öyle
de, bu zemin yüzü ordugahında bitkilerden ve hayvanlardan müteşekkil
milletlerin, yüz binlerce ayrı nevinin, hiç birisinin elbise, erzak, silah,
talim ve terhisinin hiç karıştırılmadan, şaşınlmadan yapılması ve her baharda
yeniden silah altına alınan milyonlarca askerden hiç birinde, hiçbir karışıklık
çıkmaması, küre-i arzın Kumandan-ı Azam'ım hayretler ve takdislerle bildirir,
hamdler ve teşbihlerle sevdirir.
Muhteşem
elektrik lambalarının elektrikçiyi göstermesi gibi, dünyadan milyon defa daha büyük
ve süratli, yanmak maddeleri tükenmeyen lambalar da Sanii'ni tanıtır ve hayran
bırakır. Bir satınnda, bin kitap kadar bilgi bulunan, ince kalemlerle yazılan
bir kitabın yazarına şehâdeti gibi, her biri bir harf, bir kelime, bir sayfa,
bir kitap olan mahlukat da Katibine, Nakkaşına şahittir.
Fenler
ve ilimler Allah'dan bahseder, onlara kulak veren sahibim bulur.[1]
ECZAHANE
Bir
eczahanedeki ilaçlar, o ilaçlan meydana getiren maddelerin her birisinden çok
ince bir hesapla, bir iki dirhem bundan, üç dört dirhem ötekinden alınarak yapılır.
Eğer, birinden bir iki dirhem fazla veya noksan alınsa o ilaç hususiyetini
kaybeder, belki zehir olur.
Hiç
mümkün müdür ki, o ilaçlan meydana getiren maddeler, garip bir tesadüfle, içinde
bulundukları şişelerin devrilmesi ile oluşsun. Her birinden belli bir miktar
aksın. Zerre kadar idraki olan bir insan 'Bu fikri kabul etmem/ diyecektir.
işte
o ilaçlar ve eczahane, maksatlı, bilgili, serveti olan bir eczacıya şahitlik
ettiği gibi, bu dünya eczahanesi de, o eczahane-den ne kadar büyük ve mükemmelse,
o kadar kendi eczacısını tanıttırır, sevdirir, hayran bırakır. "Kör, sağır,
hudutsuz, sel gibi akan unsurlann, tabiatın ve sebeplerin işidir." diyen
adam, "O ilaçlar ve ambalajlar şişelerin devrilmesi ile olmuş." diyen
adamdan daha ahmaktır.[2]
0 SARAYI YAPAN
En
mükemmel cevherler kullanılarak muhteşem bir saray yapılır. 0 cevherlerden bir
kısmı sadece Çin'de, diğer kısmı Endülüs'te, bir kısmı Yemen'de, bir kısmı
Sibirya'da ve hakeza dünyanın değişik yerlerinde bulunur. Bina yapılırken, aynı
gün içerisinde dünyanın şarkından, garbından, şimalinden, cenubundan o
cevherler ve kıymetli taşlar kolayca getirilse, katiyen anlaşılır ki o sarayın
sahibi bütün dünyaya sözü geçen mucizekâr bir hakimdir.
işte,
her bir hayvan, öyle İlâhî bir saraydır. Özellikle insan, o saraylann en güzeli
ve o kasırlann en hayranlık uyandıranıdır. Ve bu insan denilen sarayın
cevherlerinin bir kısmı ruhlar âleminden, bir kısmı misal âleminden ve Levhî
Mahfuzdan, bir kısmı hava âleminden, nur âleminden, unsurlar âleminden geldiği
gibi, ihtiyaçlan ebede kadar uzanmış, emelleri göklerin ve yerin her menzil ve
tabakasına yayılmış, ilgi ve irtibatı dünya ve ahirete dağılmıştır.
Madem
insanın mahiyeti böyledir, onu yapan ancak, dünya ve ahirete birer menzil, yere
ve göğe birer sayfa, ezel ve ebede dün ve yarın gibi hükmeden bir Zat olabilir.
Öyleyse insanın mabudu, kurtancısı yere ve göğe hükmeden, dünya ve ahiretin
dizginlerini elinde tutan 0 Zat olabilir. (17.Lem'a 14.Nota l.Remiz)
OLMAYAN VEREMEZ
Birisi,
bir başkasına para veriyorsa, kendisinde para olması lazımdır, olmasa veremez.
Işık verenin, ışıklı olması, nurlandıranın nurlu olması gerekir. İhsan gınadan,
lütuf latiften gelir. Aynen öyle de, var olmayan varlığı, görmeyen gözü, işitmeyen
kulağı,
güzel olmayan güzelliği veremez. O, Basildir ki, biz görüyoruz, O, Semi'dir
ki, biz duyuyoruz.
Suyun
üzerinde parıldayan ışıklar gibi, gelip geçici güzellikler, Şems-i Sermediye,
Ezelî olan Allah'a şahittir. (32.Söz 3. Maksat 3. Remiz 4.Hüccet)
FABRİKA KAPICISI
Bir
fabrikanın girişindeki küçük kulübesinde oturan kapıcıya, küçük bir taş, kemik
ve pamuk gibi birer madde verilir. Daha sonra onlan veren adam aynı kulübeciğe
gelir ve mahsulâtı almak ister. Kapıcı ona, tonlarca şeker, top top kumaş,
binlerce mücevher, mükemmel dikilmiş elbiseler, leziz yiyecekler verir. 0 adam
ve ahmak olmayan herkes anlar ki, o kadar az şeyden, bu kadar çok ve güzel şeyi,
o kapıcı yapamaz ve yapmamıştır. Hem o küçük kulübe de buna müsait değildir.
Orası sadece bir kapıdır. Onun ötesinde, görünmeyen muhteşem tezgahlarda, o şeyler
dokunmuş ve hazırlanmıştır.
Aynen
misaldeki gibi, toprağın zerreleri, küçücük bir çekirdekten, o kadar çok şey
dokuma işini kendisi yapmaz. Belki o, sadece rahmet hazinelerinin bir kapıcısıdır.
Havanın
zerreleri de, bu kadar önemli ve çeşitli icraatı kendileri yapamaz.
O
zerreler, Sani-i Zülcelâl'in, emrini, iznini, tercihini ve kuvvetini ilan
eder.(.Söz 2.Maksat l.Nokta l.Mebhas)
DEĞİŞENLER DEĞİŞMEYENDEN
Yerdeki
aynaların değişmesi, gökteki güneşin değiştiğini değil, aksine, cilvelerinin
tazelendiğini gösterir. Hem ezelî, ebedî, daimi, her açıdan mutlak kemalde ve
Zatında kendine yeten, başkasına benzemeyen ve dayanmayan, maddeden mücerred,
mekandan, kayıttan, imkândan münezzeh, beri ve yüce olan Zat-ı Akdesin değişmesi
ve yenilenmesi muhaldir. Bütün bu gelip geçen, yıkılıp bozulan şeyler, yıkılmayan!
gösterir. Akıp giden bir nehirde parlayan ve karanlığa girince kaybolan, yeni
gelenlerde parıltısını devam ettiren ışıkçıklar, gökteki güneşin devamına şahittir.
O gelip gidenler, gelip gitmeyeni, daimiyi gösterir.
Değişmek
ve yenilenmek ihtiyaçtan, başkasına dayanmaktandır. Allah, Vacibül Vücud, yani
Vücudu Zatındandır. Kendine yeten değişmez ve başkasına dayanmaya, yenilenmeye
muhtaç değildir. (Lem'a 6.Nükte 4. Şua)
PERDELER
Hz.
Azrail (a.s), insanların canım alması hususunda Cenab-ı Hakka demiş ki:
"Senin kulların benden küsecekler." Cevaben ona denilmiş: "Senin
vazifen ile vefat edenlerin ortasında hastalıklar ve musibetler perdesini bırakacağım.
Vefat edenler sana değil, belki itiraz ve şekva oklarını o perdelere
atacaklar."
"Evet,
izzet, azamet ister ki, esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.
Fakat vahdet ve celal ister ki, esbab ellerim çeksinler tesir-i hakikîden."
(Lem'a 5.Nükte 2.Remiz)
BİZ
UZAK O YAKIN
Allah
(c.c), mahlukatma şah damarından daha yakındır.
Onun,
Nur isminin tecellisine mazhar olan güneş, iliklerimize kadar ısısı ve ışığıyla
yakın, biz ona uzağız. Güneş girdiği her yerde hazır ve nazırdır. Azametinin
gereği olarak, büyük küçük hiçbir şey onun ihatası dışına çıkamaz. Her zerre
kabiliyeti nispetinde güneşin akislerini gösterir. Güneşin tecellileri, hem geniş,
hem çabuk ve hem de onun için kolaydır. Zerre ile seyyare emrine karşı eşittir.
Denizin yüzüne yaydığı ışıklarım zerreye de aynı nizam ve ahenk ile yayar.
O'nun bir mahluku olan güneş, O'nun Nur ismi yanında çok
kesif, karanlık ve cansız iken, O'nun Nur ismine ayinedârlığı ile bu kadar yakın
ise; O'nun yakınlığı, ihatası, hakimiyeti pihayet-sizdir. O'na ait olan
mahlukata, 0, o mahlukatm bizzat kendisinden bile daha yakın ve hakimdir. (14.Söz
Dördüncüsü)
HÜVE NÜKTESİ
'Hüve',
bir işaret zamiridir ve "o" demektir. 'Hüve', mutlak ve müphem bir işarettir.
Yani, V- derken ne kastediliyorsa, 'o', onun urbasını giyer. Ve bu lafız,
bizzat bir şeyi kastetmediğinden manası gizlidir.
'Hüve'
lafzının ihtar ettiği zarif nükte hava ve toprak sayfasının mütalaası ile çok
açık bir şekilde görünür.
Havada
gaz atomları vardır. Atomlar maddenin en küçük yapı taşıdır. Bu atomların her
birinin vücudu birbirinden ayrıdır. Bir odada bulunan iki ayrı televizyon
gibi...
Beyaz
ışık yedi renk ışıktan meydana gelir. Beyaz ışığın hızı, saniyede dört yüz bin
kilometredir. Beyaz ışığı meydana getiren yedi renk ışığın da, her birinin ayn
ayrı ışık hızlan vardır. Belki yüz bin de, belki milyonda birdir bu fark veya
daha azdır.
Işığın
sürati 'dalga boyu* ile ölçülür.
Bilim
adamlan, insanlığın asırlar boyu birbirine naklettiği bilgileri üst üste
koyarak, ciddi bir bilgi birikiminden sonra ancak görüntü nakline, televizyon
yapmaya muvaffak oldular. Ancak, değişik ilmi yetersizliklerinden ötürü
televizyonu ilk yapıldığında insanlığa renkli olarak hediye edemediler. Farklı
renkteki ışıklan aynı anda televizyon ekranında buluşturmaya bilgisayarlar
icat edildikten sonra muvaffak oldular.
Televizyon,
almaç vermeç görevi yapıyordu ve bu bir ilmin mahsulü idi. Televizyonu gören,
arkasındaki binlerce yıllık ilmi görebilmeli idi. Biz dünyaya geldiğimiz andan
itibaren, en net haliyle, âlemi renkli seyrediyoruz. 0 televizyon nasıl bir
bilginin eseri ise, gözler onun çok ötesinde bir ilmin eseridir.
Ayrıca,
bir şey küçüldükçe onun sanatı artar. Çünkü artık, yapılan her şey daha ince
hesaplarla yapılmalı, o bir yazı kabul edilirse daha ince kalemle yazılmalıdır.
Mesela, mübarek bir kuş gibi havada uçan, her yere konan, temizlik görevi yapan
kara sineklerin üzerindeki sanat, helikopterdeki sanatın çok ötesindedir.
Havada
gaz atomlan vardır. Bunlann vücutlan birbirinden ayrıdır. Bu atomlar görüntüleri,
sesleri taşır. Yani televizyon vazifesi yapar. Biri alır, diğerine verir.
Adeta, bir nefeslik havada trilyonlarca televizyon uçuşur, televizyonlar havada
gezer.
Bir
beyaz kağıda, birkaç tane nokta konulsa, birbirine kanşır. Bir adam, birkaç işi
bir anda yapsa şaşınr. Bir kulak, birkaç şeye birden kulak veremediği gibi,
bir ağızda birkaç şeyi bir anda söyleyemez.
Halbuki,
hava zerreleri bir çok işi bir arada gördüğü halde şa-şırmıyorlar, karıştırmıyorlar.
Aynı anda, bir ince ağız ve kulak gibi on adamın ayn ayn kelimelerini işitiyor
ve söylüyorlar. Hiç zaaf göstermeden alıyor ve taşıyorlar. Gök gürültüleri ve
dalgalar, intizamlannı bozmuyor. Vazifelerini ihmal etmiyorlar, kesintiye uğramıyorlar.
Sanki herkesin sesini, tonuna ve gücüne kadar tanıyorlar. Sanki her dili
biliyorlar. İngiliz'le İngilizce, Türk'le, Türkçe konuşuyorlar. Her yüzü ve her
görüntüyü anında, renkli ve net bir şekilde naklediyorlar. Bununla beraber daha
pek çok önemli vazifeyi aynı anda yapıyorlar. Elektriği, ışığı naklediyorlar. Çekme
ve itme kuvveti onların omzunda taşınıyor. Bitki ve hayvanların nefesini muhteşem
bir nizamla yetiştiriyorlar. Bitkilerin tohumlanmasında görev yapıyorlar.
işte
bütün bunlan yaparken, adeta gürül gürül, 'Görmez, duymaz, akılsız ve cansız
bizler bu kadar işi kendimiz yapmıyoruz. Biz O'nu gösteren aynalar ve O'nu
haykıran dilleriz. 0 var! Yapan, yaratan O' dur! Bizim her birimizde bir ilah
kadar ilim ve kudret yoktur. Biz, O'nun ilminin şahidiyiz' diyorlar. 'Hû ve' nük-tesiyle
O'nu anlatıyorlar.
Yoksa,
bir kase toprağın, bütün bitkilerin şeklini, yaprağını, meyvesini lezzetini
bilmesi ve onlan dokuması mümkün değildir. Bir avuç toprağın içinde binlerce
fabrika yoktur. Sadece, zerrelerin O'nun kudretiyle iş görmesi ve O'nu haykırması
vardır.
Evet,
hava ve toprak, emir ve irade-i İlahinin bir arşıdır. EMİR VE İRADE ARŞI
Emir
ve iradenin arşı havadır. Hava Nakkaş-ı Ezelînin çok garip mucizelerine mazhardır.
Ağzımızdaki
hava ile harfleri ve kelimeleri ekeriz, birden sümbüllenir. Adeta, havada
zamansız bir anda, bir kelime, bir tohum gibi sümbüllenip, hadsiz kelimeleri
bir anda yeşertir. Ağızdan çıkmadan bir kelime binlerce, milyonlarca olur.
Sanki her bir hava zerresi, itaatkar bir askerin kumandanının ve ordunun
emrini beklemesi gibi emir bekler, 'emr-i kün feyekun'dan cilvelenen iradeye
itaat eder. Bir harf, bir anda binlerce olur.
Mesela,
bir ahize ve radyo, bir insanın konuşmasını, aynı anda o kadar yerde işittirir
ve hava zerrelerinin 'kün feyekun' emrine itaatim öylesine gösterir ki, hava
zerreleri ile, çok geniş bir dairede o emre harici bir vücut giydirilir. Maddi
bir hususiyete inkılap ettirilir.
işte,
havanın yeryüzünde çevik ve çalak bir hizmetkar olması ve Rahman-ı Rahim'in
misafirlerine hizmet etmesi gibi, Onun emirlerini tebliğ için bütün hava
zerreleri telefon ahizesi gibi vazifelerine koşar, hatta o kutsî emirleri
bitki ve hayvanlara bile tebliğ ederler. Canlılara hayat kaynağı olduktan sonra
kanı temizler, bünyedeki ateşi alır, çıkarken ağızda harflerin teşekkülüne
vesile olur.
Ve
özellikle Kıntan'ın harfleri, merkez düğmeleri hususîyeti-ne sahip olduğundan,
okunması ile maddî hastalıklara ilaç ve şifa olma hususiyetine de sahiptir. (28.Lem'a)
DELİLLER SİLSİLESİ
Mükemmel,
süslü, nakışlı bir saray, mükemmel dülgerliğe delildir. Mükemmel fiil olan o dülgerlik,
mükemmel bir faile, bir ustaya "nakkaş" gibi bir unvan ve isimle
delildir. 0 mükemmel isim, mükemmel sıfata delildir. 0 mükemmel sanat ve sıfat,
ustanın kabiliyetine delildir. O mükemmel kabiliyet, ustanın zatına ve
zatmdaki yüceliğe delildir. Aynen öyle de, bu kâinat sarayı, mükemmel efale
delildir. Kemal-i Ef al, bir Fail-i Mükemmele, o Failin kemal-i esmasına, yani,
Musavvir, Müzeyyen, Hakim, Rahim gibi isimlerin kemaline delildir, isimler, o
Failin kemal-i sıfatına delildir. O evsafın kemali, şuunat-ı zatiyenin
kemaline, o da, Zat-ı Zişuunun kemaline delildir.
O
Zat'ın, kemalinin ziyası, şuun, sıfat, esma, efal ve asar perdelerinden geçtiği
halde bu kadar güzel ve mükemmeldir. (32.Söz S.Maksat S.Remiz l.Hüccet)
ZIDDIN MÜDAHALESİ
Bir
şeyin kemali, kıymeti zıddı ile bilinir. "Mesela, sıcaklığın nispî lezzeti
ve fazileti soğuğun tesiriyledir. Yemeğin nispî lezzeti, açlık eleminin
tesiriyledir."
Fakat,
böyle bir kemal hakikî kemal değil, nisbî, kıyaslanabilir kemaldir. Zira, bu
meziyet ve faziletlerde, zıddı ortadan kaybolursa, onlar da kaybolur, sukut
eder.
Halbuki,
hakikî fazilet ve kemal zıddın müdahalesine bina edilmez. Zatında bulunur.
Mutlaktır. Kusurdan ve nakıstan münezzehtir. Kararsız değildir.
Allah'a
ait esma ve evsaf-ı îlahî; mesela vücut, ilim, kudret, cemal, rahmet, şefkat,
gayr olsun olmasın değişmez. Kemalatı hakikîdir, zatidir. (32. Söz S.Maksat
1. Remiz)
İKİ ZIT
İki
zıt şey bir arada bulunmaz. Mutlak Kudret, Allah'ın zatına ait bir
hususiyettir. Kudretin zıddı olan acz, O Zatta yoktur.
Zati
ve Hakikî Kudret'de mertebe olmaz. Acz o kudretin içine giremez, onu
derecelendir emez. Fakat, mahlukatta kudret zatî olmadığı için, zıtlar
birbirine girebilir. Ve o şeylerin derecesi, zıddı ile bilinir. Mesela, sıcaklığın
bilinmesi, soğuğun onu derecelendirmesi, ona tesiri iledir. Ezelî Kudret'te
mertebe olmadığı için, en küçük ile en büyük, o kudrete göre birdir.
insandaki
bütün vasıflar, asılları itiban ile kendisine ait olmadığı için nispidir.
Allah'a (c.c), ait bütün vasıflar ise hakikîdir. (29.Söz 2.Maksat S.Esas
l.Mesele)
CİLVE VE SANAT
Harika
ve emsalsiz bir tavus kuşu farz edelim. 0 kuş, gayet büyük, ziynetli, şarktan
garba bir anda uçabilen, şimalden cenuba kadar geniş kanatlı, her bir tüyü dâhiyane
nakışlı ve sanatlıdır, iki adam, akıl ve kalp kanatlan ile o kuşun yüksek
mertebelerine uçmak isterler.
Birisi,
tavus kuşunun haline, harikulade nakışlı tüylerine bakar. Çok sever. İnce
tefekkürü kısmen bırakıp, aşka ve şevke tutunur. Fakat görür ki, o sevdiği nakışlar
her gün değişip, kaybolur. O adam, kendini teselli etmek için, 'Bir nakkaşın
nakşı ve sanatıdır/ demesi gerekirken, "Bu tavus kuşunun ruhu o kadar yüksektir
ki, onun sanatkarı onun içindedir. Bu görünen o ruhun icadı değil, zahiri vücudu
ve cilvesidir. 0 vücudun yüksekliğinden her dakikada başka bir güzellik görünür"
der. Diğer adam: "Bu mizanlı nakışlar bir iradenin ve kastın eseridir,
iradesiz cilve, tercihsiz görünme olmaz. Evet, tavusun mahiyeti güzeldir,
fakat faili ile kesinlikle aynı değildir. Bu yaldızlı kanatlan yazan katip,
onun içinde olamaz. 0 nakışlar, onun kaleminin ucu ile yazılmıştır." der.
Evet,
kâinat denilen misali tavusun ziynetleri, o tavusu yaratanın yaldızlı birer
mektubudur. (9.Lem'a Zeyl l.Nükte)
MUKADDES MEMNUNİYET
Gayet
merhametli, zengin ve cömert tir zat, fıtratmdaki yüksek karakterlerin gereği
olarak, çok fakir ve muhtaç insanlan mükemmel ziyafetlerle donattığı büyük bir
gemiye bindirip, de- nizlerde dünya turana çıkarır. Kendisi de, onlara yüksek
bir pencereden bakar. Muhtaçların minnettarlıklarından, karınlarını doyurmalarından,
lezzet almalarından memnun olur, sevinir. Bir insan, asıl sahibi kendisi olmadığı,
ancak Rahmet hazinelerinden gelen nimetleri dağıtan bir kepçe vazifesi gördüğü
halde bu kadar memnun ve mesrur olursa, bütün hayvanları, insanları,
melekleri, cinleri ve ruhları sefme-i Rahmani olan dünya gemisine bindirerek,
zeminin yüzünde hadsiz sofra-i Rabbaniyi açan, kâinatın değişik tabakalannda
seyahat ettiren ve dar-ı bekada Cennetlerinden her birini bir daimi sofra şeklinde
yaratan Zat-ı Hayy-ı Kayyuma ait "memnuniyet-i mukaddese,"
"iftihar-ı kudsî" ve "lezzet-i mukaddese" gibi isimlerle işaret
edilen saltanatın hakikati, daimi faaliyeti ve mütemadi yaratıcılığı gerektirir.
(Lem'a 6.Nükte 4.Şua)
VARLIĞIN DERİNLİĞİ
Varlığın mahiyeti ve dereceleri farklıdır. Âlemleri
ayrıdır. Onun içindir ki, kendi içinde derinliği olan bir zerre, başka bir
tabakadaki bir dağ kadar olabilir, o kadar yükü taşıyabilir. Mesela, maddî âlemde,
beyinde bir hardal tanesi kadar yer işgal eden hafıza kuvveti, manevî âlşmde
bir kütüphane kadar vücudu içine alabilir. Ve maddî âlemdeki tırnak gibi bir
aynaya, misal elemindeki koca bir şehir sığabilir. Bir göz aynasına koca semanın
yıldızlan ile sığması gibi... Eğer o aynanın ve o hafızanın şuura ve icat kuvveti
olsaydı, o bir zerrecik kuvvetleri ile mana âleminde çok geniş tasarruflar
yapabilirlerdi. Demek ki, vücut derinlik kazandıkça kuvveti artar. Ve eğer vücut,
tam bir derinlik kazanarak maddî urbasından sıyrılırsa, kayıt altına girmezse,
o zaman küçük bir cilvesiyle koca âlemleri çevirebilir. İşte, bu temsillerin çok
ötesinde, şu kâinatın Sani-i Zülcelâli, Vacib-ül Vücuddur. Onun vücudu zatîdir,
zevali muhaldir ve vücut tabakalarının en rasihi, hakimi, en esaslısı, en
kuvvetlisi, en mükemmelidir. O derece Vücud-u Vacib, varlığı o derece ötenin ötesinde,
o derece hakikatlidir ki, sair varlıklar Ona nispeten son derece hafif ve zayıf,
gölgenin gölgesinde kaldıklarından, Müh- yiddin-i Arabi gibi bir hakikat eri,
varlığın vücudunu hayal derecesine indirmiştir. Yani, "Vacib-ül Vücuda
nispetle, başka şeylere vücudu var denilmemeli, onlar vücud unvanına layık değiller."
diye hükmetmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder