Modern düşünce (1) kendinden öncesine atf-ı nazar etmeyerek, tek doğru bilginin rasyonalizm ve pozitivizm odaklı kendi bilgisi olduğunu iddia eder. Buna göre, fizik ve metafizik birbirinden ayrılmalıdır; insanın ölçebileceği ve üzerinde düşünebileceği alan sadece fiziktir.
Metafizik kiliseye bırakılmıştır. (Burada istidrâdî olarak o zamanki kilisenin, akla şeytan oyuncağı olarak baktığını ve hakikati aramanın, kilisenin hakikatin kendisi olduğu düşüncesine ters düştüğü fikrini belirtmekte fayda vardır.)
Mekanik kâinat görüşüne göre, kâinattaki hâdiseler sebep-netice münasebeti içinde cereyan ettiğinden anlaşılabilir ve böylece fizikî varlığın işleyiş bilgisineulaşılmış olur.
Bacon’un ‘bilimsel yöntemi’ne göre, hakikate ulaşmak ancak deneyle mümkündür; bunun hâricinde bir yol insanoğlunu hakikate götürmez. Bu düşünce sistemine göre bilgiye giden mutlaklaştırılmış tek bir yol vardır: aklı kullanıp deney ve gözlem yaparak fizikî dünyada sebep-netice münasebetlerini bulmak.
Modernizmin temeli olan yukarıdaki düşünce, varlığın metafizik boyutunu bir kenara bırakmış ve tabiatı tahrip etmenin meşrulaşmasına kapı aralamıştır. Bu yolda insana fayda sağlayan her şey aşırı yüceltilmiş ve mubah sayılmıştır.
Aklın iki işleyişi
Bilime göre her şey bir sebebe bağlıdır. Bu sebep veya sebepler zinciri anlaşılmadan varlığın bilgisine ulaşılamaz. Varlığın metafizikî boyutunu kabul etmeyen modern bilim, varlıkta hikmet aramaz, sadece fayda eksenli sebep ve neticeyi arar. Modern düşünceye göre her fert kendi nefsine mâliktir ve hayatına aklıyla kendince bir mânâ yükler.
Oysa hakikatte akıl iki şekilde işler. Akıl, nefsin bir oyuncağı veya kalbin bir fakültesidir. Dolayısıyla ya nefsiyle düşünen veya kalbiyle akleden insan vardır. Birinci durumda, herkesin kendi heva ve hevesine göre akletmesi sebebiyle, içtimaî hayatta bir kaos ortamının oluşacağı muhakkaktır. Fakat modern felsefe yanlış bakış açısı ile bu fikri bütün âlem için geneller ve kâinatı bir kaos ortamı olarak tasavvur eder. Bu kaos ortamında ise, mücadele vardır ve kuvvetli olan ayakta kalır.
Bu yüzden, Frederic Nietzsche ‘iyi’nin gücü elde etmek olduğunu iddia etmiş ve halkı soylular (kuvvetliler) ve sıradan insanlar olmak üzere ikiye ayırmıştı. Bu anlayışa göre maddî olarak aciz olanlar kendilerini tatmin etmek için, maddî gerçeklerden sıyrılıp kendilerine başka istinad noktası ararlar. Dolayısıyla mânevî arayış, fizikî dünyaya karşı kuvvet yetirememe hâlinden (acziyetten) kaynaklanır. Hakikatte ise, acziyet dini tanımamanın tetiklediği bir durum mudur, yoksa mânevî arayış veya dine yönelmenin bir sebebi midir?
İnsanın acziyeti
Hayat sahiplerinin en mükemmeli olan insan kendine mâlik değildir aslında. Bir örnekle açıklayacak olursak, bir miktar para askerin kendisine aitse, onda her türlü tasarruf hakkına sahiptir. Fakat devlet tarafından kullanılmak üzere ona verilmişse, asker onu ancak belli bir daire içinde kullanabilir.
Yani o paranın mutlak mâliki değildir. Aynen bunun gibi insan da kendine, bedenine mutlak mâlik değildir. Zîrâ bedenini her zaman istediği gibi kullanamaz. Bazen hasta olur, kolunu kaldırmak ister; ama kaldıramaz. Hattâ ölmek istemediği hâlde ölmesi bile, onun bedenine mutlak mâlik olmadığını gösterir.
İnsan, iptal-i akıl ve hisse uğramamışsa başkalarının elemleri ile müteellim olduğundan dünya kendisine umûmî bir matemhane gibi gözükür. Ayrıca, her nefse bir mâlikiyet veren modern insanın gözünde de âlem vahşetin hâkim olduğu bir yerdir. Zîrâ, Sartre’ın da dediği gibi, “İnsanoğlu ne yapacağını bilmez hâlde dünyaya bırakılmış, kendi başına kalmıştır.”
Bu bakışa göre, her yerde zâlimlerin velveleleri, mazlumların vaveylaları duyulmaktadır. Dinden kat-ı nazar eden modern görüşün bu çarpıklığı insanın kalbine, ruhuna elemler yüklemiş, ona acziyet hediye etmiştir. Acziyetten kasıt, insanın fizikî dünyada öğrendiklerine karşılık enfüste bir istinad noktası bulamaması ve ruhen aciz duruma düşmesi hâlidir.
‘Âlemde daima mücadele hâkimdir.’ tasavvuru da tamamen yanlış bir bakış açısına dayanır. “Güneş ve kamerin nebatat ve hayvanatın imdadına; hayvanatın (ve bitkilerin), insanların imdadına yetiştirilmeleri; gıda maddelerinin, meyvelerin; besin zerrelerinin beden hücrelerinin beslenmesine vesile olmaları”(2) âlemdeki yardımlaşmanın ne kadar zahir olduğunu gösteren işaretlerden sadece biridir.
Öyle ki kâinattaki herhangi bir sebebin eksikliği çok büyük zararlara netice verebilmektedir. Örneğin azot çevriminde nitrat bakterilerinin olmamasını düşünelim. Bu durumda bitkiler azotu kullanamayacak, metabolizmaları sarsılacak, fotosentez duracak, havada oksijen azalıp aşırı karbondioksit birikecek ve yeryüzü insanlar için yaşanmaz bir hâl alacaktır. Bunun gibi, kâinattaki küçük büyük bütün dengeler, yardımlaşmanın hüküm sürdüğünü gösterir.
Sebeplerin yeri ve mâhiyeti
Bunun yanı sıra, bütün hâdiseleri neticelere bağlamak, kâinatta mutlak fâil olarak esbabı görmek, modern felsefenin müteal olandan mahrum olmasının bir neticesidir. Bediüzzaman Hazretleri esbabın tesirini, “Esbab-ı maddiye yalnız terkip eder, toplar.
Kendilerinde olmayanı hiçten yoktan yapamadıkları, bütün ehl-i aklın yanında musaddaktır.”(3) şeklinde özetler. Herhangi bir neticeye bakıldığında onda derin bir şuur, aşkın bir ilim ve kudret gibi sıfatlar görülür. Bu sıfatlara sahip olmayan sebepler o neticenin de asıl fâili olamaz. Bununla birlikte, her sebep mümkinattandır, varlığı ile yokluğu müsavidir.
Dolayısıyla her sebep başka bir sebebe, o da bir başka sebebe dayanır. Tıpkı iki ayaklı sandalyelerin ayakta durabilmesi için birbirlerine dayanması gerektiği gibi. Fakat neticede bu silsilenin de ayakta durabilmesi için kendilerinden (mümkinat nevinden) olmayan bir Vacibü’l-Vücud’a bir Musebbebü’l-Esbab’a ihtiyaç vardır.(4) Esbabın en gelişmiş olanı durumundaki insan en ufak bir şeyi yoktan var edemiyorsa, diğer hiçbir esbab hakiki fâil olamaz.
Netice itibariyle, modern bilime göre düşünen insan, salt akılla ve tecrübî metotla fizikî dünyanın bilgisini elde etmeye çalışırken, en küçük daireden en büyük daireye her şeyi sebeplere bağlar. Bir hücreden başlayıp kâinata çıkan bilim adamı keşfettiği mükemmel dengeleri esbaba isnad ettiği için, herhangi bir sebebin de bu mükemmel dengeyi alt üst edebileceğini düşünür. Zîrâ yıkmak, yapmaktan çok daha kolaydır. Böylece modern bilim adamı sırtına çok büyük bir yük yükler. İlim yolunda keşfettiği ve sebeplere dayandırdığı her şey bir müddet sonra ona korku vermeye başlar. İlmi artık ona acziyet vermiştir. Bu acziyet içerisinde bir istinad noktası arar. Bu bazen kendi nefsi (enesi), bazen teknoloji, bazen de tabiat olur.
Görüldüğü gibi, metafiziği fizikten ayırıp her şeyi sebeplere bağlayan mekanik dünya görüşünün; her nefse bir mâlikiyet veren, âlemde kaos tasavvur eden ve mücadeleyi kazanmanın yegane yolunu da kuvvet olarak gören modern anlayışın iddia ettiğinin aksine, dine yönelme acziyetten değil, acziyet dini tanımamaktan kaynaklanır.
Dipnotlar
1. Ali Bulaç, Din ve Modernizm, İstanbul, Yeni Akademi Yayınları, 2006, s.15.
2. Bediüzzaman Said Nursi, Nurun İlk Kapısı, İstanbul: Sözler Yayıncılık, 2004.
3. Bediüzzaman Said Nursi, Asâ-yı Musa, İstanbul, Yeni Asya Yayıncılık, 2005, s.273.
4. Fethullah Gülen, İnancın Gölgesinde, İzmir, Nil Yayınları, 2006, s.14.
Kaynaklar
- Nursi, Bediüzzaman Said. Asâ-yı Musa, İstanbul,Yeni Asya Yayıncılık, 2005.
- Nursi, Bediüzzaman Said. Nurun İlk Kapısı, İstanbul, Sözler Yayıncılık, 2004.
- Gülen, Fethullah. Günler Baharı Soluklarken, İstanbul, Nil Yayınları, 2004.
- Bulaç, Ali. Din ve Modernizm, İstanbul, Yeni Akademi Yayınları, 2006.
- Bulaç, Ali. Bilgi Neyi Bilmektir, İstanbul, Yeni Akademi Yayınları, 2005.
- Bulaç, Ali. İslâm Düşüncesinde Din-Felsefe Vahiy-Akıl İlişkisi, İstanbul: Yeni Akademi Yayınları, 2006.
- Bulaç, Ali. Tarihe Kutsala Hayata Dönüş, İstanbul: Yeni Akademi Yayınları, 2006.
- Ünal, Ali. “Modern Sosyolojik Yaklaşım ve Müslümanlar”.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder