OLAY şöyle gelişti: Saat 09.20 sularında Belma Güde İlkokulu’nun kapıları açıldı. Kontrolden geçerek içeriye ilk giren ben oldum. Doğrudan sınıfıma gidip, gözetmenlerin işaret ettiği sıraya oturdum. Soru kitapçıklarının bulunduğu mühürlü büyük torba henüz kapalıydı. On dakika sonra başka bir zarftan çıkan cevap kağıtları dağıtıldı ki kimlik bilgilerimizi vakitlice kodlayalım.
09.30’DA sınıfa Cihan ve Zaman muhabirleri geldi. Onları beklemiyordum. Çünkü daha önce bahçede çekim yapmışlardı. Biz yazarlar nasıl anlatmaya doyamazsak, onlar da görüntü almaya doyamazlar. Yerimden kalkmadan kameralara gülümsedim. Ne bana bir soru yöneltildi, ne de gözetmenlerden çekime dair itiraz geldi. Zaten muhabirler bir veya iki dakika kaldılar içeride.
20-25 dakika sonra zarf açıldı, soru kitapçıkları dağıtıldı. Tam 10.00’da tabiri caizse gong çaldı, yarışma başladı. Başlarımız anında kurbanlık koyunlar misali yüce giyotinin önünde eğilmişti. Bu kıyamet gününde kimsenin diğerine hayrı olmayacaktı. Hepimiz kendi bacaklarımızdan asılacaktık. Yalnız burada İngiliz sicimi yerine Türk urganı kullanılıyordu.
KEŞKE urganı Türk kılan sağlamlığı olsaydı. Heyhat! Her biri bambaşka becerilerle donatılan, çiçeklerini farklı koşullarda açabilecek iki milyona yakın gençten aynı tür başarı isteniyordu: Ne kadar çok soruya cevap verirlerse o kadar makbuldüler. Yoksa “başarısız” damgasını vuracaklardı alınlara! Puan yüksekliği tek başına ölçüt alındığında, mesleklerin kendilerine en uygun taliplerle buluşamayacağı açıktı. Devletlûlarımız, bunun toplumsal intihar anlamına geldiğini anlamıyordu.
SORULARI okurken söylenmeye devam ediyordum. Kafa sesimi kimse duymuyordu tabii. Görünüşte gayet sakindim çünkü sırtımda yumurta küfesi yoktu. Maraton değil kısa mesafe koşucusuydum ben. Fakat yaşadığım bu ıstırabın da bir anlamı olmalı, gölgelerin gücü adına duruma el koymalıydım! Lâmı cimi yoktu, bu düzen derhal değişmeliydi. Hayır, tembelliğe güzelleme yapmıyordum. Her taşın yerli yerine konulmasıydı muradım.
BU sistem, meslekler arasında hiyerarşi yaratıyordu. Yüksek puan isteyenler itibar listesinin başında yer alıyor, puan düştükçe mesleğin değeri de aşağıya yuvarlanıyordu. Oysa ne kadar iyi doktorlara, hukukçulara, mühendislere ihtiyacımız varsa, o kadar da iyi öğretmenlere, gazetecilere, sosyal hizmet uzmanlarına ihtiyacımız vardı.
DEVLETİN elinde hangi işin nasıl bir psikolojik altyapı gerektirdiğine dair bilimsel raporlar yoktu. Çocuklar kişilik yapılarını tanımada yardım almadan, itibar listesinin üst katlarına tırmandırılıyordu. En fazla neti olan, en makbul öğrenciydi. Hele bir de derece yaptıysa, ebeveynleriyle hocaları kendisiyle övünüyor, rektörler tebrik telefonları açıp, “Bize gel, bize” diye yalvarıyordu.
MADDİ getirileriyle öne çıkan mesleklerin zor yanlarından bahis yoktu. İdealize edilen ham hayallerin peşinde koşuyordu çocuk. Hangi diplomayı almak istediği yerine, hayatın hangi problemini çözmeye talip olduğu sorulmuyordu ona. Matematiksel zeka, kendisi için en doğru mesleği seçmesine yeter sanılıyordu.
PUANI düşük gelen çocuk ise tescillenmiş başarısızlığının ağır yükü altında ezilirken, sosyal, sportif ya da sanatsal potansiyeli çöpe gidiyordu. Mesele sadece çalışkanlık-tembellik ekseninde değerlendirilemezdi. İnsan kaynaklarımız göz göre göre israf ediliyordu. Asıl kaybeden toplumdu.
Sınavı nasıl yapalım?
Peki ne yapmalıydık? Teklifim şuydu:
1-HANGİ mesleğin ne tür bir insan malzemesi istediğini belirleyelim önce. Sonra gençlerin kişilik yapısı ve becerilerini ölçecek bilimsel kriterleri oluşturalım. Ve tabii bunları değerlendirecek eğitim kadrosunu hızlı bir şekilde yetiştirelim.
2-LİSE birden mezun oluncaya kadar yılda ikişer kez çocukları bu testlerden geçirelim. Cevaplarının doğru ve yanlış diye kodlanmayacağını, amacımızın yollarına ışık döşemek olduğunu bildirelim.
3-BU ölçümlerde filmlerden, romanlardan yararlanılabileceği gibi, gazete haberlerine yansıyan gerçek hikayeler de kullanılabilir. Çocuktan vaka analizi yapması istenir, olaydaki kişilerin yerine kendini koyması ve nasıl davranacağını açıklaması beklenir. Olayları ve insanları tanımlama biçimi dahi müthiş ipuçları verecektir.
4-DEĞERLENDİRME sonuçları biriktikçe kendi içinde kıyaslama yapabilme imkanı doğacaktır. Çocuğun zihinsel becerileri, duygusal zekası ne yönde gelişmektedir? Dikkat! Burada iyi ve kötü yön yoktur, sadece eğilimler ve açılımlar vardır.
5-ÜNİVERSİTEYE giriş yine iki aşamalı olsun. Birincisinde lise boyunca yapılan testleri daha detaylı bir şekilde uygulayalım. Böylece okulun olası hatalarını asgariye indirelim, eksikleri tamamlayıp çocuğun geldiği son durumu belirleyelim. Böylece ona vereceğimiz belge, hangi mesleği seçerse daha başarılı olabileceğine dair ciddi bir rehber olur.
6-BU arada meslekler, niteliklerine göre fen bilimleri, sosyal bilimler, sanatlar ve benzeri gruplara ayrılmıştır. Her grubun sınavı ayrıdır. Öğrenci nihai olarak dilediği sınava girecektir. Böylece zaman ve emeğini verimli kullanacak, hiç işine yaramayacağı bilgileri ezberlemekle uğraşmayacaktır.
Şen geldim yaslı dönüyorum
YGS sorularını cevaplarken yukarıda özetlediğim düşüncelerin hücumuna uğradım. Şimdi sırası değil diye onları kovmaya çalışırken sorular çok kolaymış gibi geldi, seçenekler üzerinde fazla düşünmeden salladım da salladım. Derken birden boynum başımı taşımamaya başladı. İki saat boyunca eğilmekten tutulmuştu.
Kafamın içinde sanki taşlar vardı, oradan oraya yuvarlanıp, canımı yakıyordu. Amaaan yeter diye kalemi bıraktım. Kalan 40 dakikayı cevaplarımı kontrolle geçiremezdim. Acilen ağrı kesiciye ihtiyacım vardı. Bir fincan acı kahveye nelerimi vermezdim.
Cihan ve Zaman muhabirleri beni bahçede bekliyordu. Kameralar yeniden çalışmaya başladı. Sınav esaretinden kurtulmak iyi gelmişti. Boynu tutulan, başı çatlayan ben değilmişim gibi neşeyle konuştum. Biraz sonra öldürücü darbe ense kökümde belirdi:
-Sınavınızın iptal edilmesi gerekiyor.
-Haydaa!
-Sınıfa kamera sokup çekim yapmışsınız.
-Sınav başlamamıştı daha.
-Fark etmez. Yasak olduğunu bilmiyor musunuz?
-Yasaksa siz içeri almayacaktınız. Çekim gizli yapılmadı. Gözetmenler de oradaydı.
-Kim bilir kamerayla ne bilgiler verildi size.
-Yok daha neler! Soru kitapçıkları dağıtılmamıştı henüz.
-Kusura bakmayın. Tutanak tutmak zorundayım.
-Ne yapman gerekiyorsa yap arkadaş.
-Geçersiz sayılacak kağıdınız, başka yolu yok.
-Amaan! Umurumdaydı...
YAPACAK bir şey yoktu. Kağıdım iptal edilirse ben de AİHM’ye giderdim! Doğrusu büyük şenlik olurdu! Ama tabii önce iç hukuk yollarını tüketmem lazımdı! Suçlanıp tehdit edilmek ağırıma gitmişti aslında. Ama bunu itiraf edemiyordum. Evlere damlara sığamadım. Kendimi sokaklara atıp beş saat yürüdüm. Beynimde binlerce karınca...
ERTESİ sabah cevaplarımı kontrol ettim. Toplam 60 net yeter de artar diyordum ki 50’yi zor bulmuştum. Sadece sözelleri cevapladığımı not düşüyorum. Özellikle felsefede çuvallamıştım. Şimdi evin huzurlu havasında, çay çorba içerek doğru yanıtı dedem de verirdi! Marifet saksıyı stres altında çalıştırabilmekti. Bu yaşta, iki aylık seyrek sepelek çalışma ile alınacak sonuç buydu işte.
ÖTE yandan artık özgürdüm. Bu vesileyle tanıdığım insanlar, yaşadığım tatlı heyecan, öğrendiğim yeni bilgiler ve hepsinden önemlisi böylesine zenginleştirici bir mesleği bana nasip ettiği için Yaradan’a şükrettim.
http://www.zaman.com.tr/pazar/ask-olsun-simdi-sinavimi-iptal-mi-edeceksiniz_2071918.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder