01 Aralık 1994 Perşembe
Dinin yenilmez gücü ve
dinin yenilmezliği, öyle inanıyoruz ki, paradokslar cenderesinde bir
milleti selamete çıkaracak ve onu eski zirvesine tekrar yükseltecektir.
Bayramı idrak edeceğiz Ak Çağın o nazlı, hülyalı günleri bir kere daha ufkumuzda tüllenirken, uyanacağız şimdiye dek gördüğümüz kanlı kâbustan. Kurban Bayramını da yakalayacağız Ramazandan sonra. Tarihi devri daimleri hatırlayacağız ümitlerimize fer olsun için.
Öyleyse gel sen de dikenler içinde olsan bile, gül türküleri söyle! Çevrene yumuşatıcı nefeslerle bir şeyler fısılda! Toplanan gönlüne açıl ve gelip ruhunun üzerine çöreklenen rahatlık cadısını kov!
Sakın çevrendeki sisten, dumandan endişe edip geri durma! Atmosferine çarpan şahaplarla sarsılma! Feleğin döl yatağında gerilen mutlu yarınları gör ve rüyaların Hirasında, hülyaların Turunda, Sonsuzdan gelen nefesleri duymaya çalış!
Çalış ki, gönülleri pervaneliğe alıştıran dünkü renk ve ışık, eskisine denk bir tülleniş sathı mailine girdi bile. Çalış ve çerağını, o ışıktan tutuştur; bir karanlık bucağı da sen aydınlat. Karanlığa sövmek değil, ışık yolunda bir mum yakmak marifet!..
Yarasaları yarasalarla başbaşa bırak. Akrebin kuyruğunu kırıp kendi ağzına sok ve her gün biraz daha ışığa doğru kayan şu talili dünyada bizlere ruhun bestelerinden birşeyler mırıldan!
Unutma, bizi enkaz hayranlığından senin bu azmin ve gayretin kurtaracaktır. Milletin yolunu kesen kanlı kâbus, senin rüyaların gerçekleştiğinde aşılacaktır. Işık evlerde yaşanan hayatı topluma aşıla.
İnsanımıza Müslümanca yaşamayı öğret. Kendi derinliklerine in, insanı derinlikleriyle sen şerhet. Bir reşha, bir sızıntı ol ve yeni yıllara doğru buharlaşıp çiy noktasına ulaş!
Sızıntıdaki ontolojik konuları aklî deliller kategorisine dahil etmek mümkün. Bu mevzudaki kanaat ve mülahazamız ise gayet açık:
İman ve İslâma ait meseleleri anlatmada, nasıldan ziyade neden ve niçinlerin izahının yapılması gereken bir devirde yaşamakta olduğumuz, anlatılmak istenen hakikatler seviyesinde bir gerçek ve realitedir.
Hadiseleri sadece tasnif değil, ama terkip yapma liyakatında da olan hiçbir selim akıl ve duru vicdan bu gerçeği inkar edemez.
Zira günümüzde, fen ve felsefe, başdöndürücü teknik gelişmelerden aldığı gücü de kullanarak, kökü beyinde, dal ve meyvesi gönülde olması gereken Tûbâmisal imanı, cehennem iştahlı bir saldırıyla kökten tahrip faaliyetlerinin en amansız günlerini yaşamaktadır.
Kökü kurumuş bir ağaçtan meyve almak mümkün olmadığı gibi, neden ve niçinlerin kuruttuğu bir İmandan da nasıl denen keyfiyet meyvesi devşirmek mümkün olamaz.
Tahribe maruz kalan mevzi, önce tamir sonra tahkim, daha sonra da gerikiyorsa tezyin edilmelidir. Tamir ve tahkimden önce yapılan tezyin faydasız; tamirin önüne geçirilen tahkim lüzumsuz ve kendisini tahkim ve tezyin takip etmeyen meselede olduğu gibi burada da ifrat ve tefrit isabetsizliğinden kurtulup orta yolu takip, doğruyu bulmanın vazgeçilmez düsturu olacaktır.
Aklî delilleri gaye ve hedef haline getirip diyalektik ve demagoji saplantısına düşmek ne derece yanlış bir düşünce inhirafı ise; onu tamamen nefyedip hafife alma da aynı oranda düşüncede bir sığlaşmadır. Esasen bu iki saplantı da bir hakikatın iki ayrı yüzüdür.
Teşhisteki yanlışlık, aynı hakikat kabul etmekte yatmaktadır. Ve hele bu iki ayrı düşünce tarzı sadece kendini hakikatların sabit aynası görmekle arada kapanması çok güç uçurumlar meydana getirmiş ve getirmektedir. Halbuki, hissîlikten az bir düşünce ve teemmül bu iki ucu birleştirip kopmaz hale getirebilir.
İmam Gazali ve Mevlana gibi İslam büyükleri, hakikata varmada aklî delillerle meşguliyetin vakti boşa zayi etmek olduğunu ve himmetini sadece aklî deliller toplamaya harcayan insanın hakikata ulaşmada güç ve kuvvetten kesilerek yorgun düşeceğini, eserlerinin birçok yerinde, teşhisin telkine verdiği tesiri de kullanarak isbat ettikleri hepimizce bilinmektedir.
İmam Gazali, akli delillerle hakikata ulaşmak isteyen insanı, Hacca niyet ettiği halde atının tımarıyla uğraşıp bir türlü yola çıkamayan yolda kalmışa benzetir.
Ona göre bu meşguliyet insanı hakikata götürmez, aksine hakikatten mahrum bırakır. Mevlana ise, hakikatı delillerle bulmaya çalışan insanı Kabe karşısında kıble arayan zavallıya benzetmektedir.
Gazali ve Mevlanayı aklî delillere karşı soğuk davrandıran hususların neler olabileceği başlı başına bir inceleme mevzuudur.
Zira bu kavram ve tabirin o devreye ait etimolojisini tahlil etmeden söylenecek her söz sathîlikten kurtulamaz. Böyle bir etimolojik tahlil ise, o devre kadar tekevvün etmiş Kelam İlminin mevzu ile alakalı meselelerini yeniden gözden geçirmek ve yeni bir incelemeye tabi tutmakla mümkün olabilecektir.
Meselenin bu yönünü o sahanın selahiyetli kalemlerine bırakarak, biz biriki küçük analizle, konuyu takdime çalışacağız:
1 Söz konusu ettiğimiz İslam büyüklerinin yaşadığı devirlerde aklî delillerle meşguliyet zaruretten ziyade paradoksal bir fantezidir. Zira iman kavidir. Delillerle tamir ve tahkime ihtiyaç yoktur.
Aynı zamanda zaruret olmadan ve ihtiyaç yokken yapılmak istenen tamir tahripten farksızdır. Dolayısıyla onlar böyle bir tahribe sebep olma ihtimali bulunan aklî delillere karşı tavır almışlardır.
2 Yapılan tercümelerle, Yunan Felsefesinin istilasına uğrayan bir devirde aklî delillerle uğraşmak öyle bir ibtila haline gelmiştir ki, böyle bir hava ve atmosfer içinde aklî delillerin faziletinden bahsetmek, Mecnunu sevmeye teşvik etmek kadar manasız olurdu.
Aynı zamanda hiçbir tenkide tabi tutulmadan kabul edilen felsefî düşüncelere bir parola soran olmalıydı ve onlar da bunu yapıyorlardı.
3 Aklî deliller, hakikata giden yolda sadece birer vesile ve vasıta olması gerekirken gaye ve hedef haline getirilmişti. Ve işte hem İmam Gazali, hem de Mevlana ve bu ikisi gibi düşünen bütün büyükler böyle bir inhirafa istikamet vermek istiyorlardı.
4 Onların bulundukları hal ve makam edebi, bu tavrı gerektirmektedir. Hem onların devirlerinde baş gösteren manevî hastalıkların tedavisi onların kullandığı tedavi metodunu iktiza etmektedir.
5 Büyükler, pak ve berrak suya benzerler. Bulundukları devrin kabına göre şekillenirler. Bu tekevvün ise tamamen içinde bulundukları şartlarla irtibatlı olarak teşekkül etmektedir. O devirde yazılan bütün eserler bunun en çarpıcı örnekleridir.
Günümüz insanı, nakille kendisine anlatılan bütün meselelerin imkan ölçüsünde aklî delilerle pekiştirilmesine her zaman ve devirden daha çok muhtaçtır. Fakat bu, öze inebilmek için kabuğu kırma ameliyesi mesabesinde tutulmalıdır.
Yani, özü tadabilmede kabuğu kırma bir şarttır, fakat tek şart değildir. Büyüklerin bu ameliyeyi tekrarları ise, kendi tadıp doyduklarını, müsait olanlara da tattırabilmek içindir.
Zira onlar, Hakkalyakîni temaşa eden nazar ve bakışlarıyla her türlü delil ve bürhan ihtiyacından müstağnidirler. Ayaklarının biriyle yüceler yücesi makamlarda dolaşan bu kutlular, diğer ayaklarını yerden kesmezler ki, daha nicelerini ellerinden tutup o yerlere çekebilsinler.
Cismaniyet çeperine sıkışıp kalmış zavallıları, ruh ve kalbin hayat derecesine yükseltebilmek için onlarca buna zaruret vardır. Fakat onların bu gaye için delil ve bürhana dönüş yapmalarını sadece bir fedekarlık kabul etmek lazımdır.
Nitekim onlar, bu ahlakı, hiç kimsenin varamadığı, Cibrilin nazarının dahi ulaşamadığı noktalara kadem basan İki Cihan Serverinden (s.a.v.) böyle öğrenmişlerdir. Onun miraçtan geri dönüşü en büyük hikmet dersidir. Gaye, Ballar Balını bulmak ve başkalarına da buldurabilmektir...
Aklî delilleri gaye ve hedef haline getirip diyalektik ve demagoji saplantısına düşmek ne derece yanlış bir düşünce inhirafı ise; onu tamamen nefyedip hafife alma da aynı oranda düşüncede bir sığlaşmadır.
Esasen bu iki saplantı da bir hakikatın iki ayrı yüzüdür. Teşhisteki yanlışlık, aynı hakikat kabul etmekte yatmaktadır.
Ve hele bu iki ayrı düşünce tarzı sadece kendini hakikatların sabit aynası görmekle arada kapanması çok güç uçurumlar meydana getirmiş ve getirmektedir.
Halbuki, hissîlikten az bir düşünce ve teemmül bu iki ucu birleştirip kopmaz hale getirebilir.
http://www.zaman.com.tr/gundem_kafa-ile-kalbi-butunlestiren-dergi_305412.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder