ATILLA YAYLA
İslam ile ekonomik kalkınma arasında bir ilişki bulunup bulunmadığı sık
sık sorgulanıyor. Bunun sebebi, günümüzde İslam dünyasının ekonomik
bakımdan Batı adı verilen coğrafyadan çok geride yer alması.
Tersi
olsaydı, yani Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkeler zengin ve ileri,
Hıristiyanların yaşadığı yerler fakir ve geri durumda bulunsaydı,
Hıristiyanlıkla iktisadî gelişme arasındaki ilişki sorgulanıyor olurdu.
Şüphesiz, dünya böyle bir tablonun var olduğu zamanları yaşadı.
O zamanların Avrupa'sının nispî ekonomik konumu, bugünkü İslam coğrafyasının konumuna benziyordu. Ne var ki, takvimler 17. yüzyılı gösterdiğinde pozisyonlar tamamen yer değiştirmişti. 17. yüzyıldan günümüze kadar durum değişmedi, daha da kötüsü, iki kesim arasındaki açıklık genişlemeye devam etti.
İslâm dünyası Batı'ya nispetle ne kadar fakir? Bunu anlamanın en kolay yolu, iki coğrafyada seyahat ederek karşılaştırmalı gözlemlerde bulunmak.
Daha somuta inmek gerekirse, Batı dünyası ile İslâm dünyasının iki büyük şehrini -meselâ Londra ile Kahire'yi- aynı ölçütlerle değerlendirmek. Bunu yapan herkes farkı görecektir.
Ayrıca, ekonomik gelişmeyle ilgili rakamlara da bakılabilir. Timur Kuran'ın işaret ettiği üzere, 1995 yılında Müslümanların dünya nüfusundaki payı %19,22 iken, dünya hasılasındaki payı sadece %5,98'di.
İslam dünyasındaki nispî gerilemenin bilimsel çalışmalarda da vuku bulduğunu gösteren veriler de var.
Müslüman bilimsel öncüleri listeleyen bir çalışma, çığır açıcı çalışmaların %64'ünün 1250'den önce, %36'sının 1250-1750 arasında ortaya çıktığını ve 1750'den sonra tek bir çığır açıcı buluşun kaydedilmediğini belirtiyor.
Yine Timur Kuran'ın işaret ettiği üzere, hâlihazırda bilim dünyasında yeni buluşlar yapan Müslümanların olmasına rağmen, oran hâlâ çok küçük.
Bir araştırmaya göre Müslüman nüfusun %20'sini temsil eden Arapların kişi başı bilimsel üretimi, İsrail'in bilimsel üretiminin yüzde biri. Sözü uzatmaya gerek yok, bugün İslam dünyası Batı dünyasından ekonomik bakımdan çok çok geride.
Bir kere daha belirtmek gerekir ki, dünyanın zenginlik haritası her zaman böyle değildi. Zenginleşme bir yarış ise, bitiş ipini ilk milenyumda Müslümanlar, ikinci milenyumda Hıristiyanlar göğüsledi.
Şüphesiz, bugün Batı'nın açık ara önde koşması İslam dünyasının ikinci milenyumda hiç ilerlemediği anlamına gelmiyor.
Sadece İslam coğrafyası değil, dünyanın birçok yeri ekonomik bakımdan gelişti. D. Lal, M. A. Cook ve R. Owen gibi yazarların kavramsallaştırmasıyla yaygın (extensive) büyüme, yani artan nüfusun aşağı yukarı aynı veya yakın (1000 dolar per capitadan 1500 dolar per capitaya) seviyede yaşatılmasını sağlayan ekonomik gelişme Müslüman ülkelerde de vuku buldu.
Batı'nın öne geçmesinin sebebi, yaygın büyümeyi aşıp yoğun (intensive) büyümeyi gerçekleştirmesiydi (1000 dolar per capitadan 5 bin, 10 bin dolar per capitaya).
Batı 1750'lerden beri yoğun büyüme gerçekleştirmeyi sürdürüyor. İslam coğrafyası ise hâlâ, yer yer yoğun büyüme olmasına rağmen, yaygın büyüme sürecinde.
Dolayısıyla, İslam dünyasının fakirliği, özünde, nispî. Batı İslam dünyasının yarısı kadar zengin olsaydı, şimdi ona fakir denecekti.
O zaman anahtar sorular şunlar: Neden İslam dünyası nispî olarak geri kaldı? Ekonomik geriliğinin sebebi İslam mı? Sorular basit gibi görünse de, cevaplandırılmaları zor.
İki hazır, yaygın biçimde başvurulan ama anlamsız cevap var. Birincisi, “evet, ekonomik geriliğin sebebi İslâm'' der. Bu cevap çok kestirme ve bir sürü açmazla dolu.
İslâm ekonomik geriliğin sebebiyse, nasıl oldu da ilk milenyumda Müslümanlar ekonomik bakımdan söz gelimi Hıristiyan dünyasından nispî olarak daha ileri bir pozisyon işgal ettiler?
Bu cevap, İslâm'dan hoşnut olmayan Batılıların ve İslâm'ı bir kenara atmak isteyen sekülerlerin veya kültürel Müslümanların sevdiği bir yorum.
İkincisi, birinci tezi reddetmekle kalmayıp, “nispî ekonomik geriliğin sebebi İslâm'dan sapmamız, daha iyi Müslüman olursak daha çok gelişiriz'' der.
Bu cevap da hazırcı, kolaycı bir yaklaşımı seslendirir ve açmazlarla doludur. En başta, muhafaza edilemez bir tekelci yorum eğilimini içinde barındırır.
Bu zamanında M. Weber'in de düştüğü bir hataydı. 20. yüzyılın ikinci yarısındaki bilimsel çalışmalar ve son çeyreğindeki tecrübeler Weber'in Protestan ahlâkı ile ekonomik ilerleme arasında kurduğu bağı çürüttü.
Hem Katolikliğin Hıristiyan dünyasının zenginleşmesinde Protestanlıktan çok daha önce ve çok daha etkili olduğu tezleri geliştirildi hem de Hıristiyan veya Müslüman olmayan ülkeler hızla gelişmeyi başardı.
Ekonomik geriliğin veya gelişmenin İslam'la sabit, değişmez, tek boyutlu bir ilişkisi yok. Başka bir deyişle, İslam ülkeleri nüfusları Müslüman olduğu için geri değil.
Aynı şekilde, iyi Müslüman olmanın otomatikman ekonomik gelişmeye yol açacağı da söylenemez. Ekonomik teori açısından bakıldığında, bir ülke piyasa ekonomisini ne kadar çok benimser ve uygularsa o kadar çok gelişiyor.
Ancak, piyasa ekonomisi boşlukta asılı, her an her yerde, her kültürel ve kurumsal çerçevede, her ideolojik ortamda uygulanabilecek bir model değil.
T. Kuran'ın haklı olarak işaret ettiği gibi, ekonomik gelişme kurumsal, organizasyonel, algısal, moral bileşenlere sahip.
Bir din, bu bileşenleri destekleyen ve teşvik eden yorumları ağır bastıkça, ekonomik gelişmeye katkı sağlar, tersi oldukça engel yaratır.
Sözlerimi bu tespiti somuta bağlayarak bitireyim: İslam'ın özünde komünist olduğunu söyleyen İhsan Eliaçık ve arkadaşlarının bireyselliği dışlayan komünal din yorumu ekonomik ilerlemeye köstek olurken, dindar Anadolu Kaplanları'nın girişimciliği, yeniliği ve bireysel inisiyatifi teşvik eden bireyselci din yorumu ekonomik gelişmeye katkı sağlar.
Son 30 yıldaki alan tecrübeleri bu tezi doğrulamıyor mu?
http://www.zaman.com.tr/yorum_islam-ve-ekonomik-kalkinma_2053970.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder