İLGİLİ AYETLER
Nisa / 136.
Ey iman edenler! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitab'a ve daha
önce indirdiği kitaba iman (da sebat) ediniz. Kim Allah'ı, meleklerini,
kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkâr ederse tam manasıyle
sapıtmıştır.
Bakara
/ 137. Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş
olurlar; dönerlerse mutlaka anlaşmazlık içine düşmüş olurlar. Onlara karşı
Allah sana yeter. O işitendir, bilendir.
Bakara
/ 138. Allah'ın (verdiği) rengiyle boyandık. Allah'tan daha güzel rengi kim
verebilir? Biz ancak O'na kulluk ederiz (deyin).
İLGİLİ HADİSLER
* Ebu Zerr (Cündeb İbnu Cünâde el-Gıfârî) (radıyallahu
anh) hazretleri anlatıyor: Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Bana Cebrâil aleyhisselam gelerek
"Ümmetinden kim Allah'a herhangi bir şeyi ortak kılmadan (şirk koşmadan)
ölürse cennete girer" müjdesini verdi" dedi.
Ben (hayretle)
"zina ve hırsızlık yapsa da mı?" diye sordum. "Hırsızlık da
etse, zina da yapsa" cevabını verdi. Ben tekrar: "Yani hırsızlık ve
zina yapsa da ha!" dedim. "Evet, dedi, hırsızlık da etse, zina da
yapsa!" Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) dördüncü keresinde ilâve etti: "Ebu Zerr patlasa
da cennete girecektir".
* Câbir İbnu Abdillah el-Ensârî (radıyallahu anh)
anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "İki şey
vardır gerekli kılıcıdır" Bir zat: -Ey Allah'ın Rasûlü! gerekli kılan bu
iki şeyden maksad nedir? diye sordu: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm):
"Kim Allah'a herhangi
bir şeyi ortak kılmış olarak ölürse bu kimse ateşe girecektir. Kim de Allah'a
hiçbir şeyi ortak kılmadan ölürse o da cennete girecektir" cevabını
verdi."
* Abdullah İbnu Abbas'ın rivayetine göre, bir kadın,
kendisine küpte yapılan şıra (nebîz) hakkında sordu. Kadına şu cevabı verdi:
"Abdulkays kabilesinin heyeti Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e
geldiği vakit: "Bu gelenler kimdir?" diye sordu.
"Rebîalılar" diye kendilerini tanıttılar. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm): "Merhaba, hoş geldiniz. İnşaallah bu ziyaretten
memnun kalır, pişman olmazsınız" buyurdu.
Misafirler: "Biz uzak bir yerden
geliyoruz. Sizinle bizim aramızda şu kâfir Mudarlılar var. Bu sebeple, size
ancak haram ayında uğrayabiliyoruz. Öyle ise, bize kesin, açık bir amel emret, onu
geride bıraktıklarımıza da öğretelim. Ve bizi cennete götürsün"
dediler.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) de onlara dört emir ve dört yasakta bulundu: Önce tek olan Allah
Teâla'ya imanı emretti ve sordu: "İman
nedir biliyor musunuz?"
"Allah ve Resûlü daha iyi bilir!" dediler. Açıkladı: Allah'tan
başka ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şehâdet
etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan orucu tutmak, harpte elde edilen
ganimetten beşte birini ödemenizdir."
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onlara şu kapları (şıra yapmada)
kullanmalarını yasakladı: Hantem (topraktan mâmul küp), dübbâ (su kabağından
yapılmış testiler), nakîr hurma kökünden ayrılan çanak, müzeffet -veya
mukayyer- (içi ziftle -katranla- cilalanmış kap).
* Abbâs İbnu Abdilmuttalib (radıyallahu anh) anlatıyor:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in şöyle söylediğini işittim:
"İmanın tadını, Rabb olarak Allah'ı, din olarak İslâm'ı, peygamber olarak
Muhammed'i seçip râzı olanlar duyar."
* İbn-i Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm): "Ben insanlar Allah'tan başka ilâhın olmadığına, Muhammed'in de
Allah'ın elçisi olduğuna şehâdet edinceye, namaz kılıncaya, zekât verinceye
kadar onlarla savaş etmekle emrolundum. Bunları yaptılar mı, kanlarını,
mallarını bana karşı korumuş (emniyet altına almış) olurlar. İslâm'ın hakkı
hâriç. Artık (samimi olup olmadıklarına dair) durumları Allah'a
kalmıştır".
* Alkame hazretlerinin İbnu Mes'ud (radıyallahu anh)'dan
naklettiğine göre, İbnu Mes'ud, "...Kim Allah'a iman ederse (Allah) onun
kalbini doğruya götürür.." (Teğâbün,11) meâlindeki âyetle ilgili olarak şu
açıklamayı yapmıştır: "Bunlar kişinin mâruz kaldığı musibetlerdir. İnanan
kişi, (Allah'ın lütfu ve keremi ile) bu musibetlerin Allah'tan olduğunu bilir,
Allah'ın takdirine teslimiyet gösterip, razı olur (ve Sabreder)."
TEFSİR...
اِنَّ الَّذينَ امَنُوا وَالَّذينَ
هَادُوا وَالنَّصَارى وَالصَّابِينَ مَنْ امَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الْاخِرِ
وَعَمِلَ صَالِحًا فَلَهُمْ اَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَلَاخَوْفٌ عَلَيْهِمْ
وَلَاهُمْ يَحْزَنُونَ
Bakara / 62. Şüphesiz iman edenler; yani Yahudilerden,
Hıristiyanlardan ve sâbiîlerden Allah'a ve ahiret gününe hakkıyla inanıp sâlih
amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir
korku yoktur. Onlar üzüntü çekmeyeceklerdir.
İslâmiyet'e zahirde iman etmiş olanlar, yani,
Muhammed dinini dilleriyle ikrar ettiklerinden dolayı insanlar arasında
müslüman sayılanlar, Musa dinine mensup
olan yahudiler, İsa dinine mensup
hıristiyanlar, bu üç dinin dışındaki
dinlerden olanlar yani onlardan her
kim, Allah'a ve ahiret gününe, bu
sûrenin başında beyan buyurulduğu üzere, gerçekten dış görünüşleriyle ve
içyüzleriyle iman eder ve bu imana
yaraşır şekilde iyi bir iş yaparsa
şüphesiz bunların Rableri katında ecir ve mükafatları vardır. bunlara korku yoktur ve bunlar mahzun da
olacak değillerdir, yani, yapılan inzarlar, uyarı ve tehditler bunlar hakkında
değildir.
İnsanlar Âdem'in sülbünden yeryüzüne indikleri zaman
Cenab-ı Allah kendilerine "Eğer
Ben'den size bir hidayet gelir de kim benim hidayetime uyarsa, işte onlara
herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü de çekmeyecekler." (Bakara, 2/38) diye herhangi bir zamanda
gelen hidayetine uymaları şartıyla bunu vaad etmemiş miydi? İşte Âdem'in
tevbesinin semeresi olan o ilahî va'd, ebediyete kadar sürüp gidecek bir genel
kanundur. Ve bu âyet ilahî kanunun bir inkişafıdır.
Şu halde yahudiler gibi
zillet ve meskenete düşenler ve Allah'ın gazabına uğramış olanlar bile her ne
zaman tevbe eder, Allah'a ve ahiret gününe cidden iman ederek, Allah'ın son
zamanda gönderdiği hidayete uyar ve ona göre salih amel işlerlerse o gazaptan
kurtulurlar. Ve Allah katında ecir ve mükafat bulurlar.
Sonuçta sırrına mazhar olarak, korku ve hüzünden
kurtulurlar. Lakin bundan yararlanmak için görünüşte, yani insanlar arasında
mü'min ve müslüman sayılmak yetmez, hatta belli bir süre salih kişi olarak
yaşamış olmak da kâfi gelmez. O imanda sebat edip, güzel bir sonla gitmek, yani
son nefeste iman ve güzel amel ile Allah'a kavuşmak lazımdır.
Bu sûrenin baş tarafında "İşte onlar Rabblerinden gelen bir
hidayet üzeredirler ve gerçekten kurtuluşa erenler de ancak
onlardır." (Bakara, 2/5) müjdesinin
kimlere mahsus olduğu bilinmektedir ve bunda
"Sana indirilene ve senden önce indirilene inananlar." (Bakara, 2/4) şartı da bulunmaktadır.
Bunun
için ahirete iman ve gerçek anlamda yakîn de bütün peygamberlerle birlikte Hz.
Muhammed'e (s.a.v.) ve ona indirilen kitaba iman etmiş olanlara mahsus
bulunduğu tebliğ edilmişti. Şu halde
cümlesiyle beyan buyurulan gerçek imanın Hz. Muhammed'in peygamber
olarak gönderilmesinden sonrakiler diye tefsir edilmesi lazım geldiğinde hiç
şüphe yoktur.
Zaten bu âyetin bilhassa bu noktadan İsrailoğulları'na hitap
şeklinde bir icmal olup, bütün bu açıklamaların İslâm dinine davet sadedinde
ve "Sizin yanınızda bulunan kitabı
doğrulayan bu kitaba (Kur'ân'a) iman edin ve onu ilk inkâr eden olmayın!"
(Bakara, 2/41) ilâhî emrini desteklemek için gelmiş olduğunda şüpheye yer
yoktur.
Hz. Muhammed'in peygamberliğinden önce Allah'a ve ahiret gününe iman
eden ve iyi amel işleyenler bile Tevrat ve İncil hükmünce geleceğin büyük
peygamberine iman ile mükellef idiler, buna işaret olmak üzere "Ahdimi
yerine getirin." (Bakara, 2/40) buyurulmuştu.
Böyle iken Hz. Muhammed'in peygamberliğinden sonra onu inkâr edenler arasında
gerçek iman ehli bulunduğu varsayımına imkan kalır mı?
Allah'a ve hesap gününe imanı bulunan ve bu iman ile
mütenasip salih amel işleyecek olan kimselerin Hz. Muhammed'in peygamberliğini
inkâr etmelerine imkan tasavvur olunabilir mi? Tarih sayfalarının şahitliğinde
Hz. Muhammed'in peygamberliğinden daha açık, daha belirgin hangi peygamberlik
vardır?
Şu halde gökyüzündeki yıldızlardan bazılarını kabul edip de güneşi
inkâr edenlerin Allah'a karşı imanlarında ciddiyet ve samimiyet tasavvur etmek
gerçekle bağdaşmayan bir çelişki teşkil eder. Dikkat çekici olan şey şu ki, bu
âyette iman, biri insanlara nazaran zahirî, diğeri Allah katında geçerli,
hakikî iman olmak üzere iki defa zikredilmiş ve her şeyden önce "iman edenler" sözü, yahudilere,
hıristiyanlara ve sâbiilere mukabil tutulmuştur.
Demek ki, bu üçü, Kur'ân'ın
sözkonusu ettiği imanın mutlak olarak dışındadırlar. Bununla beraber zahirî
iman sahipleri bunlarla eşit tutulmuş ve hepsinin kurtuluşu kâmil iman ve salih
amel şartına bağlı gösterilmiştir.
Demek ki, gerek zahirî mü'min olan
müslümanlar, gerek müslümanların dışında kalan yahudi, hıristiyan, sâbiî vs.
Kur'ân'da yer aldığı şekilde Allah'a ve ahiret gününe dış görünüşte ve
içyüzüyle cidden iman eder ve salih ameller yaparlar ve bunda sebat
gösterirlerse o zaman "Onlara
korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklar." ifadesinin sırrına mazhar
olacaklardır ki, bunda da İslâm dininin davetiyle ve hidayetiyle bütün
insanlara açık ve cihanşümûl bir din olduğu aşikar olur.
Bu âyetten nihayet şu
sonuca geliriz ki, İslâm dininin hakim olduğu müslüman toplumun teşekkülü için
İman-ı Hakikî (gerçek iman) şart değildir. Onun zahirî bir ikrar ile dahi
gerçekleşmesi sözkonusu olduğu gibi, bunun içinde dünyaya ait nokta-i nazarlarla
bir siyasî anlaşma ile öbür dinlere mensup insanlar dahi din hürriyeti ile
hayat haklarına mazhar olurlar.
Fakat bütün bunlar arasında ferdî veya ictimaî
(sosyal) anlamda gerçek selamet (kurtuluş) ancak kâmil iman ve salih amel
sahiplerine vaad olunmuştur. Çünkü toplumun temel direği ve nizamın esas
dayanağı bunlardır. İşte İslâmiyet'in gerek dünya, gerek ahiret için vaad
ettiği selamet ve saadetin sırrı da bu gerçeğin içinde gizlidir.
Şu halde kâmil
iman ve salih amel erbabının bilgi ve amel feyizlerinden mahrum olan, sadece
dış görünüşüyle müslüman bulunan bir İslâm toplumunun "Onlara korku yoktur, onlar mahzun da
olmayacaklar." ilâhî va'dine mazhar
olması sözkonusu değildir.
Allah'a imanı olmayanlar, hakkı yerine getiremezler,
ahirete imanı olmayanlar da ebediyete hizmet edemezler. Herkesin yalnızca kendi
nefsi için çalıştığı bir toplumun manzarası
"Kimsenin kimseye faydası dokunmayacağı günden
korkun!"(Bakara, 2/48) âyeti ile tasvir edilen kıyamet gününün bir
benzeridir.
Yahudi: Arapça'da (hâde-yahûdü-hevden) esasen tevbe
etmek mânâsına olduğu gibi, Yahudi olmak mânâsına da gelir. Deniliyor ki,
Araplar arasında bunlara Yahudi denilmesi, ya daha önce geçtiği gibi, buzağıya
tapmaktan vazgeçip tevbe etmeleri dolayısıyladır, yahut da "Yahûza"
isminin Arapça söylenişi sebebi iledir. Yahûza ise Hz. Ya'kub'un on iki
evladının en büyüğünün ismidir.
Buna göre; Yahudî, İsrailoğulları'nın on iki
boyundan birincisinin adı olması gerekirken, öneminden dolayı zamanla bütününe
birden isim olmuştur. Bu demektir ki, "Yahûd" cins ismi olarak kavmin
veya boyun adıdır. Tekil olarak kullanıldığında "Yahudî" denilir ki,
o kavme mensup olan kişi demektir.
Nasârâ: "Nasrânî" kelimesinin cem'îdir
(çoğuludur). Keşşâf'ın beyanına göre; tekil (müfred)i "nasran"dır ve
sonuna mensubiyet "ya"sı geldiği zaman Ahmedî gibi mübalağa anlamı
ifade eder. Hıristiyanlar kendilerine bu ismi vermişlerdir ki, bu da üç ayrı
sebebe bağlı olarak beyan ediliyor:
1- Hz. İsa'nın nâzil olduğu (indiği),
"Nasıra" köyüne nisbettir. İbnü Abbas, Katade, İbnü Cüreyc bu
görüştedirler.
2- Aralarında tenâsur (yardımlaşma) bulunması, yani
birbirlerine yardımcı olmaları yüzünden bu adı almışlardır.
3- Hz. İsa, havarîlerine "Allah'a giden yolda bana yardım edecek
kimdir?" (Âl-i İmrân, 3/52)
buyurmuş, onlar da "Allah'ın
yardımcıları biziz." (Âl-i İmrân,
3/52) diye cevap verdikleri için bu isimle anılmışlardır.
"Nasrânî" Grekçe'ye "hıristiyan"
diye tercüme edilmiştir ki, "Hristos"a nisbettir. Frenkler
"Kırist" diye telaffuz ediyorlar. Hıristos, halaskâr, fidye-i necat
(can kurtarma akçesi) ödeyerek kurtaran "müncî" diye açıklandığına
göre "Nasrânî" bunun Arapça'sıdır. Şu halde "nasranî"
hıristiyan, "nasârâ" da hıristiyanlar demek olur.
Sâbiîn: Yahut "sâbîe" hakkında da çeşitli
görüşler vardır. Evvelâ lügat bakımından
denilir ki, "filan adam dininden çıktı, filan dine girdi."
demektir. Bu anlamdan dolayı Mekke müşrikleri Hz. Peygamber'e {*} diyorlardı.
Çünkü eski dinlerine aykırı yeni bir din ortaya koyuyordu. Ayrıca yıldızlar
doğuş yerlerinden çıkıp yükseldikleri zaman
denilir.
Binaenaleyh gerçek lügat anlamı itibariyle ve karşılık
karinesiyle "Sâbiîn" izafî bir anlam taşıdığından, İslâm, Yahudi ve
Hıristiyanların dışında kalan diğer dinlerin mensuplarına şâmil olur. Bununla
beraber geleneksel bir deyim olarak daha özel ve dar anlamlarda da
kullanılmıştır.
1- Katade'nin açıkladığı şekilde bunlar, meleklere
tapan bir taifedir.
2- Yıldızlara tapan bir taife oldukları da
tefsirlere geçmiştir. Fahruddîn Râzî, akla yakın olan budur, der. Ve bunların
başlıca iki görüşleri vardır: Birincisi; derler ki, "Âlemin yaratıcısı
Allah Teâlâ'dır. Lakin Allah, yıldızlara saygıyı ve bunların ibadet için kıble
yapılmasını emretmiştir." İkinci iddiaları ise şudur: "Allah Teâlâ,
burçları ve yıldızları yaratmıştır. Fakat bu âlemdeki hayır ve şerri, sağlığı
ve hastalığı meydana getiren, canlıları yöneten ve yönlendiren yıldızlardır. Şu
halde bu dünyanın, bir anlamda Rabbi onlardır ve insanların onlara saygı ve
ta'zim göstermeleri vaciptir. Çünkü onlar da Allah Teâlâ'ya ibadet ederler ve
insanlara aracı olurlar." derler. Bu mezhep, Gildânîlere mensup olanların
görüşüdür ki, Hz. İbrahim bunları red ve iptal için peygamber olarak
gönderilmiştir . Bunların Hz. Nuh'a ve bazı rivayetlerde Hz. İdris'e nisbet
iddiasında bulundukları da söylenir. Günümüzde yıldız falına inanma ve
yıldızların gücüne sığınma bunlardan kalmadır. Maide sûresinde bununla ilgili
açıklama gelecektir. (Bkz: Maide, 5/69).[1]
NÜKTELER
Bir
Doçent Hanımla bu konuda sohbet ediyorduk. Bir ara dedi ki:"- Biliyor
musunuz, ben de lise yıllarımda ateist idim. Paris'te okuyordum ve dinimiz
hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Müthiş bir ateist olan felsefe hocamız, bütün
sınıfımızı etkilemiş, hepimizi inançsızlaştırmıştı. Bilhassa son sınıftayken
ben, ateizm hakkında ateşli nutuklar atardım.
Fakat, çok ilginçtir, her
konuşmamdan sonra, içimi müthiş bir pişmanlık kaplar ve ister istemez içimden
"beni affet, beni affet" diye geçirirdim. Ama kim affedecekti, onu
bir türlü söyleyemiyordum. Yani "Allah'ım, beni affet" diyemiyordum.
Bunu söylesem bizim ateistlik iddiamız çürümüş olacaktı. Onun için sadece
"beni affet!..." diyebiliyordum. Zor zamanlarda, bilhassa
imtihanlarda arkadaşların çoğu kiliseye gidip mum yakarlardı. Zaten hemen hemen
hepsi temelde hıristiyandı.
Güya ben müslüman asıllı idim ama söylediğim gibi
İslâmiyet hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Onun için ben de onlar gibi zaman
zaman kiliseye gidip mum yakardım. Lise bitirme imtihanlarında çok
zorlanmıştım. O günlerde hıristiyan arkadaşlar gibi ben de kiliseye gidip mum
yakıyordum ve başarılı olmam için dua ediyordum. Güya inançsızdım ama, kiliseye
gidip mum yakmaktan da kendimi alamıyordum.
Bu sebeble de diğer arkadaşlarıma
karşı bir mahcubiyet duyuyordum, utanıyordum. Çünkü onlar inançsızlıklarında
daha samimi görünüyorlardı. İnançsızların en samimi görünenlerinden başı çeken
sınıf arkadaşım olan Macar Büyükelçisinin kızıydı. Bir gün beni kilisenin
önünde görünce, çok utandım, ama dürüst davrandım. Çünkü, orada ne aradığımı
sorunca, kiliseye mum yakmak için geldiğimi söyledim. O da bana şöyle dedi:
"- Rica etsem, iki mum da benim için yakar mısın?" Hayret içinde
kaldım, çok şaşırdım.
Ama isteği gayet ciddi idi. Arzusunu yerine getirdim.
Fakat o andan itibaren de ateistlerin hiçbir zaman samimi olmadıklarını,
içlerinde daima gizli ve örtülü bir inancı taşıdıklarını anladım. - Peki,
inançsızlıktan nasıl kurtuldunuz? Allah'ı nasıl buldunuz?" - Söylediğim
gibi, ne zaman Allah'ı inkâr eden konuşmalar yapsam, içimde müthiş bir korku
duyuyordum.
Bu o kadar ağır bir korku idi ki, sonunda dayanamayarak, "beni
affet" demekten kendimi alamıyordum. Büyük bir pişmanlıkla, "beni
affet, beni affet" dedikçe içimde nisbeten bir rahatlama duyuyordum. Daha
sonraları ise, şöyle düşündüm: Eğer Allah yoksa içimdeki bu müthiş ve dayanılmaz
korku nedir, nereden ve kimden geliyor? Ben niçin korkuyorum.
Hiç olmayan bir
şeyden korkulur mu? Yoktan korkulmayacağına göre, demek ki vardır, dedim. Evet,
bir süre sonra vardır dedim ve kurtuldum. Şimdi içim rahat, çok şükür, eksiğimi
tamamladım, içim bütünlendi."[2]
HER HARF BAŞINA SİLİNEN GÜNAHLAR
Hazreti Musa (a.s.) bir gün yolda giderken, iki büklüm
olmuş, belinde zünnar bağlı ve ateşe tapan bir ihtiyar görür. İhtiyara
yaklaşarak:
Ey pir! Ne kadar zamandan beri bu ateşe taparsın?
470 yıldan beri bu ateşe taparım.
Hiç vakit bulmadın mı ki, bu ateşten ibadetten yüz
çevirip tevbe ederek, Melik-i Cebbar olan Hal Tealaya ibadet etmezsin.
Ya Musa! Eğer ateşe tapmaktan vaz geçsem, Hak Tealanın
beni kulluğa kabul edeceğini bilir misin?
Niçin kabul etmesin? O Hak Teala hazertleri “ekramül
ekremin”dir.
Ya Musa! Eğer hak tealaya benim gibib kendisinden
kaçanları kabul ederse, bana İslamı arz eyle , dedi. Bunu üzerine Hz. Musa
(a.s.) da İslamı arz etti. Fakat o zat, imanın kendisine verdiği ferahlık ve
sevinçten dolayı feryad ederek kendindn geçti. Hz. Musa onun elini ve ayağını
ovmaya başladı ise de ihtiyar bir müddet sona ruhunu teslim etti.
Hz. Musa (a.s.) ihitiyarın techiznini yaparak defnetti.
Sonra da kabrinin başında, Hak Teala hazretlerine şöyle tazarru ve niyazda
bulundu:
Ya Rabbi! Bu ihtiyar kuluna bir defa kelime-i tevhid
söylediği için neler ihsan eyledin? Demesi üzerine Hz. Cebrail (a.s.) gelerek
buyurdu ki:
Ya Musa! Rabbinin sana selamı var. Şöyle buyurdu:
Bir kimse Kelime-i tevhidi bir defa ihlas ile söylerse
bizi onu kapımıza yakın edip izzet ve keramet hil’atımızı giydirerek, rahmet
deryamıza gark ederiz.
Hz. Musa bu kıssayı ümmetine haber vererek buyurdu ki:
La ilahe illallah Musa Resulullah kelimesinin harf adedi
24 tür. Hz. Allah her harf başına o ihtiyarın 27 yılılk günahını afveylemiştir.
FREN PATLAMASI
Henüz yirmi yaşında bile değildim.
Haruniye'nin meşhur kaplıcasına gidiyordum. O zamanlar, her şoför, bu dağlık
arazinin kıvrım kıvrım yollarına girmeye cesaret edemiyordu.
Biz bir kamyonet
bulduk ve birkaç aile yataklarımızı ve diğer eşyalarımızı yerleştirip
üzerlerine kurulduk. Bir süre sonra yeşilin her tonunun muhteşem bir güzellikle
sergilendiği dağ yollarındaydık. Ağustos böceklerinin monoton nağmelerini
dinleyerek pırıl pırıl, capcanlı çamların arasında arkamızda bir toz bulutu
bırakarak ağır ağır tırmanıyorduk.
Allah'tan ki karşımızdan başka araba
gelmiyordu. Çünkü yolun bazı yerleri iki arabanın sığamayacağı kadar dardı.
Hattâ bazı virajlarda, kamyonet tekerinden fırlayan taşlar, atlaya zıplaya
derenin dibini buluyordu. Nihayet zorlana zorlana uzun yokuşu bitirmiş olan
arabamız, düze çıkmıştı. Biraz sonra da iniş başlayacaktı.
Ben çok sevdiğim bu
manzaranın ve dolayısıyla da yolculuğumuzun hiç bitmemesini istiyor, temiz dağ
serinliğini doyasıya ciğerlerime çekiyordum. Bu arada gözüme enteresan bir şey
ilişti. Hayret içindeydim, bir daha baktım, bir daha, bir daha ve şöyle
haykırmaktan kendimi alamadım:
- Aman
Allahım, çama bakınız! Sipsivri bir kayanın tepesinde kök salmış, bir avuç
toprak bile yok."
Ben böyle
sesli düşünürken, karşımda oturan yaşlıca adam, biraz da benim hayretime kızgın
olarak sordu:
- Ne var
bunda? Çoktur buralarda böyle ağaçlar..."
- Ne var
olur mu? Şu Allah'ın kudretine bakınız! Koskocaman bir kayanın zirvesinde pırıl
pırıl ve bakımlı bir güzelim çam ağacını yaratmış..."
-Hadi
canım sende! Bunun Allah'la ve O'nun kudretiyle ne ilişkisi var?"
- Peki
ama, nasıl olur başka türlü? Kim o çamı o en olmayacak yerde bitirmiş
olabilir?"
- Hiç
kimse evlât... Niçin illâ da biri yaratmış olsun yani? Bunlar hep geri ve ilkel
düşüncelerdir."
- Ama
Allah o çamı orada yaratıp yetiştirmediyse, kim yaptı bu işi?"
-Meselâ
şöyle düşün: Bir kuş, ağzında bir çam tohumu ile uçarken, tam bu kayanın
üzerine gelince, ağzından düşürmüştür. Düşen tohum da kayanın bir kırık
tarafına takılıp kalır ve oradaki toprağa kök salar. Sonra da kayanın altına
giren kökleriyle böyle gelişip serpilir."
- Olay
sizin dediğiniz gibiyse bile, bütün bunları yapıp yaratan yok mu?"
- Yok
tabiî... Yaratıcı diye bir şeye inanmak, bu devirde çok ayıptır.
- Yaşınız
başınızla bunu nasıl söylersiniz? Ben size bu konuda birçok misal
söyleyebilirim."
Bu şekilde
devam eden konuşmamız hemen münakaşaya döndü ve tabiî seslerimiz de yükseldi.
Adam bağırdıkça ben de sesimi yükseltiyordum. Bizi sessiz dinleyen diğer
yolcular da zaman zaman münakaşaya katılıyorlardı. Fakat halinden okumuş bir
kimse olduğu sezilen bu yaşlıca adamdan başka hiç kimse, Allah'ı inkâr
etmiyordu. Ama bir an önce de münakaşayı bitirmemizi ve susmamızı istiyorlardı.
Bu sırada
araba yavaş yavaş hızlanmaya başladı. Derken belki yüz metre aşağılarda ip gibi
uzayıp giden Ceyhan nehrine kadar tekerleklerden fırlayıp giden taşlar, bizi
şaşkına çevirdi. Bir an sessizlikle herkes birbirine bakışırken, şoför başını
uzatıp, "Fren patladı!" dedi. Sağ yanımız yokuş aşağı çamlarla kaplı
bir bayırdı. Bu yokuşun sonunda Ceyhan nehrinin kayalara çarptıkça köpüklenen
suları görünüyordu. Sol taraf ise, yalçın kayalıklarla kaplı bir yamaçtı.
Birkaç saniyelik şaşkınlık geçer geçmez, herkes çığlık çığlığa bağırmaya
başladı. Kimisi şehâdet getiriyor, kimisi besmele çekiyor, kimisi de
"Allah" diye bağırıyor, kendince dualar edip yalvarıyordu. Allah'a
inanmadığını söyleyen yaşlı zat da, adetâ kendinden geçmiş, "Allahım!..."
deyip duruyordu.
Ama bu
durum, fazla sürmedi. Çünkü, bizim bütün şaşkınlığımız ve hayretimiz arasında
araba yavaşlamaya başladı ve biraz sonra kenara yanaşıp durdu. Durur durmaz da
her kafadan bir ses yükselmeye başladı:
- Yahu bu
ne biçim iş?"
- Hani fren
patlamıştı?"
- Ödümüz
patladı!"
- Şaka
mıydı yoksa?.."
Şoför
yerinden çıkıp yanımıza yaklaştı ve benim biraz önce münakaşa ettiğim yaşlıca
adama dönerek dedi ki:
-Sen
utanmıyor musun, Allah yoktur demeye? Biraz önce yoktur dedin, sonra da fren
patladı sanınca, herkesten fazla Allah diye bağırdın. Yoksa, niçin O'nu
yardımına çağırıyorsun?"
Sonra da
bize dönerek: - Kusura bakmayın, fren miren patlamadı. Ben münakaşanızı
duyunca, şu adama bir ders vermek istedim," diyerek tekrar direksiyona
geçti.
Araba yürüdüğünde
sadece Ağustos böceklerinin sesleri vardı. Herkes susmuş; yaşlıca adam ise,
yüzü kıpkırmızı, düşüncelere dalmıştı... Kaplıcaya gelip de eşyalarımızı
indirdiğimiz zaman bana yaklaşarak:
- Oğlum,
senden özür dilerim; bunca yıldır inanmadığımı sandığım Allah'a meğer ben
inanıyormuşum da haberim yokmuş... Bunu öğrenmeme sebeb oldun. Şoför efendi,
sana da çok teşekkür ederim, bana inancımın farkına varacak imkânı
sağladın," dedi.[2]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder