29 Mart 2013
ALİ KOCA
‘Selam’ filmi, dünya bir yokluk uykusunda ömrünü tüketirken sessiz
sedasız yazılan bir destanın gergef gibi örülen nakışları arasında
yolculuk yapıyor.
‘Önden giden atlılar’ın sinemadaki ilk macerası,
onları hakkıyla anlatmakta sıkıntı çekse de ilgiye değer.
Mesihâsâ soluklarıyla insanlığa ‘selam' götüren yiğitlerin, onların kametine nispeten cılız kalacak hikâyesini anlatıyor.
Filme geçmeden önce, sineklerin kartal, elsiz ayaksız kötürümlerin İskender diye alkışlandığı bir zamana gidelim. Umut dolu nazarların, her gelen karaltıya “Bu, o mudur?” diye çevrildiği zamanlar…
Onlar, insanlığın gökyüzünde, baharın habercisi tek bir tazeliğin olmadığı dönemde, ba'su ba'del-mevtimizin müjdecisi oldu. Milletin üzerine serpilen ölü toprağını gönüllerindeki ‘hizmet' aşkıyla silkelediler.
Başkalarının, ‘şanlı tarihimizin' sayfalarındaki zaferlerden dem vurduğu bir zamanda yeni bir tarihin eşiğinden adım attılar.
Çantalarına sığdırdıkları ‘küçük dünya'larıyla sulh adacıkları oluşturmak için gittiler, haritada yerini gösteremedikleri diyarlara.
Lafın gelişi değil ya da coğrafya bilgilerinin zayıflığına vermeyin; içlerinden bazılarının gittiği ülkeler hakikaten haritalarda yoktu. Dünya devletlerinin henüz ‘tanımadığı' ülkelere gidip Anadolu insanının selamını götürdüler.
Fedakârlık, onlar için bir erdem değil, fıtrattı; en mümeyyiz vasıfları ise vefa. Belki de bu yüzden, ilkin Asya'ya gittiler.
Tarihten gelen vefa borcunu ifa etmek için, bin yıl önce Anadolu'ya âb-ı hayat taşıyan Horasan erenlerinin evlatlarına iade-i ziyarette bulundular.
Henüz ‘resmi' bir iletişime geçilmemiş bu bozkırlarda ‘Geldiler!' nidalarıyla karşılandılar. Hemen ardından dökülen, ‘Neden daha önce gelmediniz?' sorusu ise sinelerine bir hançer gibi saplandı.
Hızlı olmak zorundaydılar, zira savaşlarla bitkin düşmüş yaşlı dünyamızın sevgi soluklarına ihtiyacı vardı. Azerbaycan tanklar altında inlerken İzmir'de Şadırvanaltı'ndan yükselen feryatlardan güç alarak ‘berden ve selamen' demek için ‘âteş ülkesi’ne yetiştiler.
Tacikistan adında bir devlet, henüz resmiyet kazanmamışken onlar Hacı Ata'larıyla birlikte çoktan Duşanbe'ye varmıştı. Bir yönetim bölgesi olarak ‘Kuzey Irak' ifadesi diplomatik literatüre girmemişken onlar Erbil, Kerkük ve Süleymaniye'nin insanına ‘selam' vermişti.
Sadece selam değil, yeri geldi canlarını da verdiler gittikleri yerlerde. Yine lafın gelişi değil; laf olsun diye yola çıkmadılar, namımız yürüsün diye düşünmediler hiçbir zaman.
Riyanın, şöhretin, mansıbın ümitlerimizin üzerine zift çektiği kara günlerde diriltici iksirleriyle gönüllere ulaştılar ve toprağın bağrına bir fidan gibi düştüler.
Osmanlı'nın atlarla, kılıçlarla geçtiği Tuna Nehri'ne talebelerini kurtarmak için tereddüt etmeden atladı ‘Tunaboyu Şehidi' Ali Aytekin. Moğolistan bozkırında, Orhun Yazıtları'nın yanı başına bir âbide gibi, Anadolu'dan bir nişane gibi boylu boyunca uzandı Âdem Tatlı. Tanzanya'daki okulun bahçesini âdeta bir ‘Cennetü'l-Bâki'ye çevirdi Erkan Çağıl...
Ne kadar anlatsak da onların hakkını teslim etmek haddimizin fevkinde. Doğrusu, onlar da kimseden ‘ecir' beklememişti, Allah'tan başka.
‘Selam'a dönersek; bu yazı bir film eleştirisi olmadığı gibi ‘Selam' filmi de dört başı mamur bir film değil.
Daha çok, televizyon için çekilen bir belgesel dizisi hüviyetindeki ‘Selam', bu yiğitlerin hikâyesini, onların attığı tohumların meyveye durmuş hali olan Türkçe Olimpiyatları üzerinden anlatıyor.
Filmde, Senegal, Bosna Hersek ve Afganistan'a giden üç eğitim gönüllüsünün şahsında Adem Tatlı, Erkan Çağıl, Ali Aytekin ve daha nicelerinin destanları bir su yolunda birleşir gibi Türkçe Olimpiyatları'na akıyor.
‘Önden giden atlılar'ın her birinin yaşadığı ayrı bir roman ya da film olsa sezadır. ‘Selam', onları hakkıyla perdeye taşıma noktasında ciddi handikaplar içerse de bu yolda atılmış ilk adım olması itibarıyla ilgiye değer.
SELAM
YÖNETMEN
LEVENT DEMİRKALE
OYUNCULAR
BURÇİN ABDULLAH
YUNUS EMRE
YILDIRIMER
HASAN NİHAT KÜRKÇÜ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder