Popüler Yayınlar

31 Mart 2013 Pazar

TOLSTOY VE İÇ HESAPLAŞMALARI

Lev Tolstoy 28 Ağustos 1828’de Janaya Poliana’da isminin verildiği Moskova yakınlarında, içinde yedi yüz köle çalışarılan kocaman bir çiftlikte doğdu.

Rusya’nın en büyük ve en köklü ailesinden biri olan Tolstoylar, aynı zamanda en zenginlerinden de idiler. Babası büyük Piyer, Osmanlı elçiliği vazifesinde bulunmuş mühim bir ata’nın çocuğuydu. Annesi, Bolkonski ailesinden bir prensesdi.

Tolstoy, böyle bir debdebe, böyle bir zenginlik içinde gözlerini açtı. Gerçek hayatı geçici zevklerde aramayacak kadar zeki ve akıllı idi. Fakat annesini üç yaşında ve her şeyden çok sevdiği babasını dokuz yaşında kaybedince ölüm korkusu ve tevahhuş, Tolstoy’u o ufacık yaşında perişan etti.

Bundan sonra onu iki akraba kadın büyütecektir. İkisi de son derece iyi kalpli, son derece dindar, son derece candan idiler. Onların yanında biraz olsun saadeti tatmıştı.

Tolstoy diğergam bir ruh asaletine sahipti. Daha küçücük çocuk iken kendisini birazcık mesut hissetti mi, hemen mesut olmayan insanları hatırlar, ağlamaya başlardı. Atının boynuna sarılır, canını acıttığı için ondan özür dilerdi. Bazı hikâyeler uydurur, kendi hikâyelerine kendi ağlardı.

“Hatıralar isimli eserinde o günlerini şöyle anlatır: “İlk senelerin bu kaygısızlığı acaba bir daha dönecek mi? O ateşli dualar nerede? Rikkatin temiz yaşları, bu kıymetli Allah hediyesi nerede? Hayat ayakları altında kalbimi bu derece çiğneyip ezdi mi ki; yazık, bir daha bu heyecanları, bu taşkınlıkları duymayacağım’.

Çocukluk devri böyle geçerken, 1843’de Darülfünunun Şark lisanları Fakültesine giriyordu. Şark dillerine büyük alaka duymakta idi. Bunun için önce Arap ve Türk dilleri bölümünü seçti. Sonra lisancılığı bırakıp hukukta okumayı kendisine daha müsait buldu.

Fakat artık o dönemde çocukluk günlerinin dindar Tolstoy’u değildi. 17 yaşında iken artık kiliseye inanmıyordu. Bununla birlikte inandığı bir şey vardı; bu da manevi mükemmelleşme idi. Kendisini manen ruhen mükemmelleştirmeye son derece gayret ediyordu. “İyi olmak istiyordum, fakat iyiliği ararken çok gençtim ve yalnızdım”. Bunu gerçekleştirmek için aynı sene içinde hem “storik” olup kendi kendine bedenine işkenceler yapıyor, hem “epikür” cü olup bütün bütün bedeni hazlara dalıyor mütemadiyen kendisini saadete ulaştıracak yolu arıyordu.

1847 senesinde üniversiteyi bırakıp baba ocağı Jasnaya—Poliana’ya gitti. 1851 senesine kadar orada kaldı. Böylece halkla yakın bir rabıta içine girdi. Fakirlere yardımda bulunmak, iyilik etmek için çalışıyordu. Fakat bu işlerin de kendisini tatmin etmemesi ve aradığı saadeti burada da bulamaması onun necata etmek için yeni bir yola girmesine sebep oldu. Bu yol askerlik idi. Böylece 23 yaşında iken Kafkasya’ya gidip orduya intisap etti.

Kafkas dağlarında, biraz kendisine gelir gibi oldu. Rus yazarlarının hemen hepsi Çernişevski’nin “Ne yapmalı?” sorusunu kendilerine sormuştur. Tolstoy Kafkasya’da iken bu soruyu kendisine bir çıkış, bir selamet yolu bulmak, sıkıntılarından, buhranlarından kurtulmak için soruyor, gerçeği sadece düşünce yolunda ilerleyen bir feylosof gibi değil, içinden gelen ölüm korkusuna çare bulabilmek gayesiyle arıyordu. O zamandan kalma bir kâğıt parçası büyük yazarın “Bilinmeyen Sorularını “açığa vurmaktadır. Tolstoy şu altı suale karşılık bulmaya çalışıyordu:

1) Niçin yaşıyorum?

2) Varlığımın ne gibi bir gayesi vardır?

3) Başkalarının hayatının ne gibi bir gayesi vardır?

4) İçindeki iyilik—kötülük duyguları arasındaki bu ikilik ne demektir? Bunun sebebi nedir?

5) Nasıl yaşama1ıyım?

6) Ölüm nedir? Kendimi nasıl kurtarabilirim?

Bu soruların neticesinde Allah’ı yeniden buldu. Şimdi yine dindar bir Tolstoy vardı karşımızda. Fakat fikirleri inançlarının gerisinde kalıyor, onlara yetişemiyordu. Bedeni hazlarını yenememişti. İhtiraslarıyla dini örtüşü arasında bir harb vardı. “Günlük” ünde bu ihtiraslarını şöyle sıralıyordu:

1) Kumar arzusu… (Yenilmesi mümkün)

2) Cinsi ihtiras… (Yenilmesi pek güç)

3) Gurur… (Hepsinin en korkuncu)

Tolstoy yazı yazmaya da, burada başladı. “Hatıralarım” ın çocukluk devresine müteallik kısmını bitirmişti. Askerliğe rağmen mütemadiyen yazıyor, kalemini elinden bırakmıyordu. “Sivastopol”’ Hatıralar”“Kazaklar”, “İstila” ismindeki kitaplarını muharebe esnasında telif etmişti. Sonra askerliği de bıraktı. Arayış devam etmekte idi. Bu arada en sevdiği kardeşi olan Nikola’nın kendi kollarında can vermesi üzerine, yok olma korkusu kendisini yeniden sarmış, inançların zayıflatmıştı. İtiraflarında der ki:

Hayatta kıymet verdiğim şeylerin hepsi yok olmuştu. Şu halde niçin yaşayacağım? Hayat durdu. Bugün yarın hastalık ve ölüm de gelecek. Zaten sevdiklerimden birçoğuna geldi de. Taaffünden ve böceklerden başka bir şey bitki değil. İnsan ancak hayatını sarhoş olduğu zaman yaşayabilir. Ben de ölüm ejderinin biz gün gelip beni parça parça edeceğini bil, bile hayat dalına sarıldım. Aile hayatı, birlik, sanat dediğim şeyler artık bana tatsız gelmeğe başladı. Bu his korkunçtu. Bu korkudan kurtulmak için kendimi öldürmek istedim. İçinde kaldığım karanlığın dehşeti tahammül edilmeyecek kadar büyük. Kendimi bundan, bir kurşunla kurtarmak istiyordum”.

23 Eylül 1862’de Tolstoy artık evliydi. Bir süre evlilik kendisini düşünmekten alıkoyduğu için mesut yaşadı’ Fakat sonra ızdıraplar başlamıştı ve tekrar aynı sorular... ‘Ben neyim? Niçin yaşıyorum? Hayatımın gayesi nedir? İyilik nerededir? Fenalık nerededir? Pekala! Zengin, meşhur vesaire olayım, fakat sonra? Bugün yaptığımdan, yarın yapacağımdan ne çıkacak? Niçin yaşamalıyım? Niçin bir şey yapmaktayım? Hayatta beni bekleyen zaruri ölümün,mahvetmeyeceği bir gaye var mıdır?...’

‘Hayatımın istinat ettiği boş şeyin içimde kırıldığını; dayanacak, tutunacak bir yerim kalmadığını görüyorum...”

“Şu halde kendini öldür, böyle muhakemeler yapmaktan kurtulmuş olursun. Hayat hoşuna gitmiyor öyle mi? O halde kendini öldür… Mademki, yaşıyorsun ve hayatın manasını anlamıyorsun, o halde ona nihayet ver ve onu anlamadığını söyleyerek, tasvir ederek, hayat meydanında dönüp durma.’

“Hayatın manzarası seni iğrendiriyor mu? Pekâlâ! Öyleyse defol git!”

Tolstoy hem hayatı terk etmeyi düşünüyor, hem de ondan bir şeyler bekliyordu. Bu korkunç mücadele esnasında kulağını bir ses tırmalayıp duruyordu.

“Hayatın manasını anlamağa muktedir değilsen; düşünme, sadece yaşamakla iktifa et.” Başka bir ses ise buna cevap veriyordu:

“Bunu yapamam. Çünkü şimdiye kadar çok uzun müddet böyle hareket ettim.’

“Hayatın manası! Hayatın manası nerede? Hakikat nerede? Hakikat, ölümdür.” Fakat o zaman da fıtratındaki kendi varlığını muhafaza hissi kulağına fısıldıyordu:

“Hayır, hakikat ölüm değildir; hayattır.”

“Fakat bende artık yaşamak kudreti kalmadı ki!... Hayatın manasını kaybetmiş bulunuyordum.’’

“O’nu aramaya devam et, bir yenisini bulursun...” Sonra hayatın manasını tekrar arıyor.

“Onu uzun zaman türlü ızdıraplar içinde aradım. Mahvolduğunu gören ve kendini kurtarmağa çalışan bir insan gibi arıyordum, fakat hiçbir şey bulamıyordum.’’ Ailesi, edebi eserleriyle avunup oyalanmak onu tatmin etmemişti.

“Zalim hakikate karşı uzun bir zaman gözlerimi perdeleyen bu iki damla bal, yani ailem ve sanat, benim için artık bütün bütün tadını kaybetmişti.”

“Ailem; fakat ailem, karım, çocuklarım onlar da insandır; onlar da tıpkı benim vaziyetimde: Ya yalan içinde yaşayacaklar yahut korkunç hakikati görecekler... Onları seviyorum; binaenaleyh hakikati kendilerinden saklamaya imkân yok; ilimde atılan her adım, hayatta atılan her adım bizi bu hakikate doğru götürüyor. Hakikat ise ölümdür. Sanat ve şiir; süsten, hayatın boş cazibelerinden başka şeyler değildir, onlar hayatın manasını izah etmiyorlar.

Felsefeye gelince bu davada ondan da bir hayır yok!”

Nihayet Tolstoy kafasını çatlatırcasına meşgul eden bu meselelere bir çare bulur:

“İnsana yaşamak imkânını yalnız iman verebilir. Hangi dine mensup olursak olalım, iman bize hayatımızın görünüşte muvakkat fakat hakikatte nihayetsiz olduğunu; ne ızdırabın, ne mahrumiyetlerin ve ölümün onu mahvetmeye muktedir bulunmadığını söyler. Bunun manası şudur ki, insan hayatın manasını ve imkanını ancak imanda bulabilir”

Tolstoy kendisini bu fikre sevk eden hadiseyi itiraflarında şöyle anlatır:

“Bir bahar günü ormanda yalnızdım. Onun esrarengiz seslerine kulak veriyordum ve zihnim uzun zamandan beri mütemadiyen kendini meşgul eden meseleye dönüyordu: ALLAH’ı ARAMAK.

— Pekâlâ, kabul edelim ki Allah benim bütün hayatım gibi bir realite değildir ve bir mücerred fikirden ibarettir ve böyle olmayan bir Allah yoktur. Fakat benim mütemadiyen aramakta olduğum Allah fikri... Peki, bu fikir nereden doğdu? Bendeki bu Allah fikrinin varlığı, Allah’ın varlığını ispat etmez mi? Bu düşünce ile beraber bende hayata karşı bazı sürurlu temayüller doğdu; ruhumda pek çok şey uyandı ve her biri birer mana kazandı… İmanımı kaybettiğim zaman sanki yaşamıyordum. Ben ancak Allah’ı aradığım zaman hakiki bir hayat yaşıyordum.

“—Pekala; öyleyse yaşa ve Allah’ı ara! Yaşamak, Allah’ı aramak demektir. Allah’ı aramak demek ise hayattır… Su zamandan sonra her şey etrafımda ve içimde yeniden aydınlandı ve bu ışık bir daha beni terk etmedi.”

Böylece Tolstoy, hayatını yeni bir esas üzerine kurmak, bu esası da yalnız kendi milletine değil bütün insanlığa bir hayat görüşü, bir kurtuluş yolu olarak belletmek sevdasına kapılmıştı. Tolstoy’un bu yeni yolu ise hakikatte, yeni baştan gözden geçirilmiş ve molozlardan sıyrılıp temizlenerek ilk saf haline sokulmak istenen Hıristiyanlıktır. Tabii bunu zihninde bir tahayyül biçiminde tasavvur ediyordu… Bu günkü Hıristiyanlık onun kafasını karıştırmış ve hiçbir şey anlamamasına sebep olmuştu.

“Sabah akşam ayinlerde diz çöküyordum: Oruç da tutuyordum. Fakat ayinlerin üçte ikisinden bir şey anlamıyordum. Onlardan zorla bir mana çıkarmaya çalıştıkça kendimi aldattığımı, binaenaleyh Allah’a olan münasebetlerimi ihlal ettiğimi ve inanmak kabiliyetimi büsbütün kaybetmek üzere olduğumu hissediyordum.’’

O, zamanın kilisesinden nefret ediyordu. “Dogmatik İlahiyatın Tenkidi” (1881) isimli eserinde kiliseyi yalnız saçmalıkla değil, çıkar düşkünü yalancılıkla da suçluyordu. Kendi yolunu seçmişti artık. Muammalardan arınmış, insan tabiatına müsait bir Hıristiyan dinin arayıcısıydı. Şimdi biraz kendine gelmiş gibiydi. Artık önüne gelene şöyle söylemektedir:

—Mazideki hatıralarımı bıraktıktan, hayatın manasını anladıktan sonra çok mesudum.

— Bu saadet neden ileri geliyor?

— Allah’ın iradesini yerine getirmekten...

— Allah’ın sözünden ne anlamak lazımdır?

— Vicdanımda duyduğum, hayırla andığım ve idealimdeki Yaradan...

— İdealimiz ne olmalıdır?

— Birbirimizi sevmek ve kendimize yapılmasını istemediğimiz şeyi başkalarına yapmamak.

Tolstoy’un Hıristiyan kiliselerini tenkit etmesiyle birlikte bütün dinlere hürmet göstermesi, kendisine doğuluların, bu arada müslümanların sevgisini kazandırmıştı. Batılılarla birlikte birçok doğulular, pek çok müslümanlar ona sayısız mektuplar yazıyorlardı. Gandi de bunların arasında idi. Bu vaziyet karşısında hükümeti, hatta Çar’ı bile yazılarıyla yerden yere vurduğu halde, ona dokunmuyorlardı.

Şimdi daha ihtiyardı. Artık yaşadığı hayatla mücadele edemeyecek kadar yaşlanmış, bitkin düşmüştü. İçinde bulunduğu muhit, düşünmemek için kendilerini eğlenceye vermiş insanlarla doluydu. Ne kadar kaçsalar da onları gölgeleri gibi takip eden ölüm gerçeğine yaklaşıyorlardı. Ve Tolstoy bu sahteliklerle, yapmacıklarla dolu olan cemiyetten tiksiniyordu.

Kızının sekizinci yaş gününde davetlilerin geliş gidişleri, şarkılar, gevezelikler yüzünden yorgun düşen Tolstoy, kızına ‘Ruhumda bir ağırlık var’ diye dert yandı. Günlüğüne “İçimde müthiş bir gitme arzusu var” diye yazdı… Temmuzun başlarında ise şöyle yazıyordu: “Kaçmaktan başka çare yok. Şimdi bunu ciddi olarak düşünüyorum.

Haydi, göster kendini:” 28 Ekim günü ortalık ağarmadan kalktı, giyindi, öteberilerini topladı ve arabacısına bir araba koşmasını söyledi. Anlaşıldığı kadarıyla Cenub illerine varmak, oradan da Bulgaristan, Sırbistan gibi İslav memleketlerin gitmek istiyordu. Lakin yolda Astapora İstasyonunda hastalandı. Kaçışa devam edebilecek halde değildi.

Acele yatırılması gerekiyordu. İstasyon Şefi, dairesini ona ayırdı. Tolstoy hasta yatağında ateşler içinde kıvranırken dünyanın bütün gazeteleri onun kaçış hikâyesini anlatmaya başlamışlardı. Karısı, kızları, oğulları, dostları, fikir arkadaşları meraklılar, gazeteciler, sinema operatörleri, jandarmalar var hızlarıyla küçük istasyona koşuyorlardı.

Kalabalıktan, şandan, şöhretten kaçan Tolstoy, işte gerek kalabalığın ortasında, şanın, şöhretin, en yüksek zirvesindeydi. Fakat şöyle inliyordu: “Yeryüzünde acı çeken milyonlarca insan var; ne diye hep birden burada yalnız Lev Tolstoy’la alakadar oluyorsunuz?”


İki gün sonra güç anlaşılır bir sesle “Hep bön... Hep bu nümayişler. Yeter! İşte bu kadar” diye söylendi. Ertesi gün 7 Kasım 1910’da saat sekizi beş geçe küçük istasyonda, Tolstoy son nefesini verdi. Büyük hatası, bozulmamış dini yani fıtri hakikat İslamiyet’i, bozulmuş olan Hıristiyanlıkta araması olmuştu.

Diğer insanlardan farklı olarak yepyeni şahikalara çıkmak için ömürleri boyunca çok defalar buluğa eren dehanın çocuklarında, bir o kadar da buhranlar görünür. Aslında o devreler yeni doğuşların sancılarıdır. Eğer İlahi inayet ve ilham yüklü telkinler onlara rehberlik etmezse neticede “ölü doğum” kaçınılmaz olacaktır. Daha da kötüsü bu velud dimağlar yıllar boyu, insanları bunalım ve tedirginliklere itecek tehlikeli fikirleri de vazederek, nesillerin beyinlerini parça parça ederler.

Evet, bu dâhilere mürşit ellerin uzanmaması neticesi, çeşitli paradoksların arasında bir türlü aydınlık kapının yolunu bulamayıştan, usta kuyumcuların ellerine geçmeyen bu cevherlerin toprak altında bir hazine gibi çürüyüp gitmeleri ne kadar hazindir. Ah, keşke bunlara bir yol gösteren olsaydı!

Eğer Tolstoy da, Göthe kadar olsun İslam gerçeğinin berrak çehresiyle yüz yüze gelmiş olabilseydi, kim bilir, edebiyat dünyasına neler hediye edecek ve ruhunun derinliklerinde tebessüm eden nice incileri gözlerimizin temaşasına sunacaktı. Evet, Tolstoy da bir karanlıktan bir diğerine seyahat eden nice kabiliyetler ve rehbersizlikten başını taştan taşa vuran pek çok hakikat arayıcıları için, bir kutup yıldızı bile olabilirdi.

Hiç olmazsa, eğer buhranlı anlarında olsun vahyin aydınlığı ile dolu ilahi mesajları ve büyüklerimizin şaheserlerini Tolstoy’a tanıtabilseydik, kim bilir belki de Saint Augustin’in söylediği: “Ne kadar geç tanıyabildim seni, ey kadimler kadimi, ey tazeler tazesi güzellik, ne kadar geç sevdim. Yazık senden ayrı geçen yıllarıma, yazık!” ifadelerinden daha yanık teessüflerin, Harb ve Sulh yazarının kaleminden damladığına şahid olacaktık.

Acaba Tolstoy gibi mutlak gerçeği, saf güzelliği ve bozulmamış şekliyle ilahi ölçüleri arayan insanlara karşı bizler vazifemizi tam olarak yapmış sayılır mıyız? Fikir ve sanat gücümüzle iç dünyamızın ve iman neşemizin çarpıcı güzelliklerini cihana duyurmak için kaç şaheser ortaya koya- bildik? Acaba ne zaman insanlığın mesuliyet yükünü bütün ağırlığı ile omuzlarımızda hissedecek ve bu şuurla uyanmış nesilleri yetiştirebileceğiz.

 http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/tolstoy-ve-ic-hesaplasmalari.html

1 yorum:

  1. Islam mı hahahhahaha
    Tolstoyu lütfen iyi okuyun onun dinleri iyi araştırdıgini islama asla kayıtsız kalmadığını eğer doğru bulsaydi kesinlille Müslüman olduğunu soylerdi ama değil !!!
    Tolstoy tanrıya inaniyordu dinlere değil yani deistti. Bu farkı iyi anlamak gerek lutfen doğru bilgilendirelim

    YanıtlaSil