Lev Tolstoy 28 Ağustos 1828’de Janaya Poliana’da isminin verildiği
Moskova yakınlarında, içinde yedi yüz köle çalışarılan kocaman bir
çiftlikte doğdu.
Rusya’nın en büyük ve en köklü ailesinden biri olan
Tolstoylar, aynı zamanda en zenginlerinden de idiler. Babası büyük
Piyer, Osmanlı elçiliği vazifesinde bulunmuş mühim bir ata’nın
çocuğuydu. Annesi, Bolkonski ailesinden bir prensesdi.
Tolstoy,
böyle bir debdebe, böyle bir zenginlik içinde gözlerini açtı. Gerçek
hayatı geçici zevklerde aramayacak kadar zeki ve akıllı idi. Fakat
annesini üç yaşında ve her şeyden çok sevdiği babasını dokuz yaşında
kaybedince ölüm korkusu ve tevahhuş, Tolstoy’u o ufacık yaşında perişan
etti.
Bundan sonra onu iki akraba kadın büyütecektir. İkisi de son
derece iyi kalpli, son derece dindar, son derece candan idiler. Onların
yanında biraz olsun saadeti tatmıştı.
Tolstoy diğergam bir ruh
asaletine sahipti. Daha küçücük çocuk iken kendisini birazcık mesut
hissetti mi, hemen mesut olmayan insanları hatırlar, ağlamaya başlardı.
Atının boynuna sarılır, canını acıttığı için ondan özür dilerdi. Bazı
hikâyeler uydurur, kendi hikâyelerine kendi ağlardı.
“Hatıralar isimli
eserinde o günlerini şöyle anlatır: “İlk senelerin bu kaygısızlığı acaba
bir daha dönecek mi? O ateşli dualar nerede? Rikkatin temiz yaşları, bu
kıymetli Allah hediyesi nerede? Hayat ayakları altında kalbimi bu
derece çiğneyip ezdi mi ki; yazık, bir daha bu heyecanları, bu
taşkınlıkları duymayacağım’.
Çocukluk devri böyle geçerken, 1843’de
Darülfünunun Şark lisanları Fakültesine giriyordu. Şark dillerine büyük
alaka duymakta idi. Bunun için önce Arap ve Türk dilleri bölümünü seçti.
Sonra lisancılığı bırakıp hukukta okumayı kendisine daha müsait buldu.
Fakat artık o dönemde çocukluk günlerinin dindar Tolstoy’u değildi. 17
yaşında iken artık kiliseye inanmıyordu. Bununla birlikte inandığı bir
şey vardı; bu da manevi mükemmelleşme idi. Kendisini manen ruhen
mükemmelleştirmeye son derece gayret ediyordu. “İyi olmak istiyordum,
fakat iyiliği ararken çok gençtim ve yalnızdım”. Bunu gerçekleştirmek
için aynı sene içinde hem “storik” olup kendi kendine bedenine
işkenceler yapıyor, hem “epikür” cü olup bütün bütün bedeni hazlara
dalıyor mütemadiyen kendisini saadete ulaştıracak yolu arıyordu.
1847
senesinde üniversiteyi bırakıp baba ocağı Jasnaya—Poliana’ya gitti. 1851
senesine kadar orada kaldı. Böylece halkla yakın bir rabıta içine
girdi. Fakirlere yardımda bulunmak, iyilik etmek için çalışıyordu. Fakat
bu işlerin de kendisini tatmin etmemesi ve aradığı saadeti burada da
bulamaması onun necata etmek için yeni bir yola girmesine sebep oldu. Bu
yol askerlik idi. Böylece 23 yaşında iken Kafkasya’ya gidip orduya
intisap etti.
Kafkas dağlarında, biraz kendisine gelir gibi oldu. Rus
yazarlarının hemen hepsi Çernişevski’nin “Ne yapmalı?” sorusunu
kendilerine sormuştur. Tolstoy Kafkasya’da iken bu soruyu kendisine bir
çıkış, bir selamet yolu bulmak, sıkıntılarından, buhranlarından
kurtulmak için soruyor, gerçeği sadece düşünce yolunda ilerleyen bir
feylosof gibi değil, içinden gelen ölüm korkusuna çare bulabilmek
gayesiyle arıyordu. O zamandan kalma bir kâğıt parçası büyük yazarın
“Bilinmeyen Sorularını “açığa vurmaktadır. Tolstoy şu altı suale
karşılık bulmaya çalışıyordu:
1) Niçin yaşıyorum?
2) Varlığımın ne gibi bir gayesi vardır?
3) Başkalarının hayatının ne gibi bir gayesi vardır?
4) İçindeki iyilik—kötülük duyguları arasındaki bu ikilik ne demektir? Bunun sebebi nedir?
5) Nasıl yaşama1ıyım?
6) Ölüm nedir? Kendimi nasıl kurtarabilirim?
Bu soruların neticesinde Allah’ı yeniden buldu. Şimdi yine dindar bir
Tolstoy vardı karşımızda. Fakat fikirleri inançlarının gerisinde
kalıyor, onlara yetişemiyordu. Bedeni hazlarını yenememişti.
İhtiraslarıyla dini örtüşü arasında bir harb vardı. “Günlük” ünde bu
ihtiraslarını şöyle sıralıyordu:
1) Kumar arzusu… (Yenilmesi mümkün)
2) Cinsi ihtiras… (Yenilmesi pek güç)
3) Gurur… (Hepsinin en korkuncu)
Tolstoy yazı yazmaya da, burada başladı. “Hatıralarım” ın çocukluk
devresine müteallik kısmını bitirmişti. Askerliğe rağmen mütemadiyen
yazıyor, kalemini elinden bırakmıyordu. “Sivastopol”’
Hatıralar”“Kazaklar”, “İstila” ismindeki kitaplarını muharebe esnasında
telif etmişti. Sonra askerliği de bıraktı. Arayış devam etmekte idi. Bu
arada en sevdiği kardeşi olan Nikola’nın kendi kollarında can vermesi
üzerine, yok olma korkusu kendisini yeniden sarmış, inançların
zayıflatmıştı. İtiraflarında der ki:
Hayatta kıymet verdiğim
şeylerin hepsi yok olmuştu. Şu halde niçin yaşayacağım? Hayat durdu.
Bugün yarın hastalık ve ölüm de gelecek. Zaten sevdiklerimden birçoğuna
geldi de. Taaffünden ve böceklerden başka bir şey bitki değil. İnsan
ancak hayatını sarhoş olduğu zaman yaşayabilir. Ben de ölüm ejderinin
biz gün gelip beni parça parça edeceğini bil, bile hayat dalına
sarıldım. Aile hayatı, birlik, sanat dediğim şeyler artık bana tatsız
gelmeğe başladı. Bu his korkunçtu. Bu korkudan kurtulmak için kendimi
öldürmek istedim. İçinde kaldığım karanlığın dehşeti tahammül
edilmeyecek kadar büyük. Kendimi bundan, bir kurşunla kurtarmak
istiyordum”.
23 Eylül 1862’de Tolstoy artık evliydi. Bir süre
evlilik kendisini düşünmekten alıkoyduğu için mesut yaşadı’ Fakat sonra
ızdıraplar başlamıştı ve tekrar aynı sorular... ‘Ben neyim? Niçin
yaşıyorum? Hayatımın gayesi nedir? İyilik nerededir? Fenalık nerededir?
Pekala! Zengin, meşhur vesaire olayım, fakat sonra? Bugün yaptığımdan,
yarın yapacağımdan ne çıkacak? Niçin yaşamalıyım? Niçin bir şey
yapmaktayım? Hayatta beni bekleyen zaruri ölümün,mahvetmeyeceği bir gaye
var mıdır?...’
‘Hayatımın istinat ettiği boş şeyin içimde kırıldığını; dayanacak, tutunacak bir yerim kalmadığını görüyorum...”
“Şu halde kendini öldür, böyle muhakemeler yapmaktan kurtulmuş olursun.
Hayat hoşuna gitmiyor öyle mi? O halde kendini öldür… Mademki,
yaşıyorsun ve hayatın manasını anlamıyorsun, o halde ona nihayet ver ve
onu anlamadığını söyleyerek, tasvir ederek, hayat meydanında dönüp
durma.’
“Hayatın manzarası seni iğrendiriyor mu? Pekâlâ! Öyleyse defol git!”
Tolstoy hem hayatı terk etmeyi düşünüyor, hem de ondan bir şeyler
bekliyordu. Bu korkunç mücadele esnasında kulağını bir ses tırmalayıp
duruyordu.
“Hayatın manasını anlamağa muktedir değilsen; düşünme, sadece yaşamakla iktifa et.” Başka bir ses ise buna cevap veriyordu:
“Bunu yapamam. Çünkü şimdiye kadar çok uzun müddet böyle hareket ettim.’
“Hayatın manası! Hayatın manası nerede? Hakikat nerede? Hakikat,
ölümdür.” Fakat o zaman da fıtratındaki kendi varlığını muhafaza hissi
kulağına fısıldıyordu:
“Hayır, hakikat ölüm değildir; hayattır.”
“Fakat bende artık yaşamak kudreti kalmadı ki!... Hayatın manasını kaybetmiş bulunuyordum.’’
“O’nu aramaya devam et, bir yenisini bulursun...” Sonra hayatın manasını tekrar arıyor.
“Onu uzun zaman türlü ızdıraplar içinde aradım. Mahvolduğunu gören ve
kendini kurtarmağa çalışan bir insan gibi arıyordum, fakat hiçbir şey
bulamıyordum.’’ Ailesi, edebi eserleriyle avunup oyalanmak onu tatmin
etmemişti.
“Zalim hakikate karşı uzun bir zaman gözlerimi
perdeleyen bu iki damla bal, yani ailem ve sanat, benim için artık bütün
bütün tadını kaybetmişti.”
“Ailem; fakat ailem, karım,
çocuklarım onlar da insandır; onlar da tıpkı benim vaziyetimde: Ya yalan
içinde yaşayacaklar yahut korkunç hakikati görecekler... Onları
seviyorum; binaenaleyh hakikati kendilerinden saklamaya imkân yok;
ilimde atılan her adım, hayatta atılan her adım bizi bu hakikate doğru
götürüyor. Hakikat ise ölümdür. Sanat ve şiir; süsten, hayatın boş
cazibelerinden başka şeyler değildir, onlar hayatın manasını izah
etmiyorlar.
Felsefeye gelince bu davada ondan da bir hayır yok!”
Nihayet Tolstoy kafasını çatlatırcasına meşgul eden bu meselelere bir çare bulur:
“İnsana yaşamak imkânını yalnız iman verebilir. Hangi dine mensup
olursak olalım, iman bize hayatımızın görünüşte muvakkat fakat hakikatte
nihayetsiz olduğunu; ne ızdırabın, ne mahrumiyetlerin ve ölümün onu
mahvetmeye muktedir bulunmadığını söyler. Bunun manası şudur ki, insan
hayatın manasını ve imkanını ancak imanda bulabilir”
Tolstoy kendisini bu fikre sevk eden hadiseyi itiraflarında şöyle anlatır:
“Bir bahar günü ormanda yalnızdım. Onun esrarengiz seslerine kulak
veriyordum ve zihnim uzun zamandan beri mütemadiyen kendini meşgul eden
meseleye dönüyordu: ALLAH’ı ARAMAK.
— Pekâlâ, kabul edelim ki
Allah benim bütün hayatım gibi bir realite değildir ve bir mücerred
fikirden ibarettir ve böyle olmayan bir Allah yoktur. Fakat benim
mütemadiyen aramakta olduğum Allah fikri... Peki, bu fikir nereden
doğdu? Bendeki bu Allah fikrinin varlığı, Allah’ın varlığını ispat etmez
mi? Bu düşünce ile beraber bende hayata karşı bazı sürurlu temayüller
doğdu; ruhumda pek çok şey uyandı ve her biri birer mana kazandı…
İmanımı kaybettiğim zaman sanki yaşamıyordum. Ben ancak Allah’ı aradığım
zaman hakiki bir hayat yaşıyordum.
“—Pekala; öyleyse yaşa ve
Allah’ı ara! Yaşamak, Allah’ı aramak demektir. Allah’ı aramak demek ise
hayattır… Su zamandan sonra her şey etrafımda ve içimde yeniden
aydınlandı ve bu ışık bir daha beni terk etmedi.”
Böylece
Tolstoy, hayatını yeni bir esas üzerine kurmak, bu esası da yalnız kendi
milletine değil bütün insanlığa bir hayat görüşü, bir kurtuluş yolu
olarak belletmek sevdasına kapılmıştı. Tolstoy’un bu yeni yolu ise
hakikatte, yeni baştan gözden geçirilmiş ve molozlardan sıyrılıp
temizlenerek ilk saf haline sokulmak istenen Hıristiyanlıktır. Tabii
bunu zihninde bir tahayyül biçiminde tasavvur ediyordu… Bu günkü
Hıristiyanlık onun kafasını karıştırmış ve hiçbir şey anlamamasına sebep
olmuştu.
“Sabah akşam ayinlerde diz çöküyordum: Oruç da
tutuyordum. Fakat ayinlerin üçte ikisinden bir şey anlamıyordum.
Onlardan zorla bir mana çıkarmaya çalıştıkça kendimi aldattığımı,
binaenaleyh Allah’a olan münasebetlerimi ihlal ettiğimi ve inanmak
kabiliyetimi büsbütün kaybetmek üzere olduğumu hissediyordum.’’
O, zamanın kilisesinden nefret ediyordu. “Dogmatik İlahiyatın Tenkidi”
(1881) isimli eserinde kiliseyi yalnız saçmalıkla değil, çıkar düşkünü
yalancılıkla da suçluyordu. Kendi yolunu seçmişti artık. Muammalardan
arınmış, insan tabiatına müsait bir Hıristiyan dinin arayıcısıydı. Şimdi
biraz kendine gelmiş gibiydi. Artık önüne gelene şöyle söylemektedir:
—Mazideki hatıralarımı bıraktıktan, hayatın manasını anladıktan sonra çok mesudum.
— Bu saadet neden ileri geliyor?
— Allah’ın iradesini yerine getirmekten...
— Allah’ın sözünden ne anlamak lazımdır?
— Vicdanımda duyduğum, hayırla andığım ve idealimdeki Yaradan...
— İdealimiz ne olmalıdır?
— Birbirimizi sevmek ve kendimize yapılmasını istemediğimiz şeyi başkalarına yapmamak.
Tolstoy’un Hıristiyan kiliselerini tenkit etmesiyle birlikte bütün
dinlere hürmet göstermesi, kendisine doğuluların, bu arada müslümanların
sevgisini kazandırmıştı. Batılılarla birlikte birçok doğulular, pek çok
müslümanlar ona sayısız mektuplar yazıyorlardı. Gandi de bunların
arasında idi. Bu vaziyet karşısında hükümeti, hatta Çar’ı bile
yazılarıyla yerden yere vurduğu halde, ona dokunmuyorlardı.
Şimdi daha ihtiyardı. Artık yaşadığı hayatla mücadele edemeyecek kadar
yaşlanmış, bitkin düşmüştü. İçinde bulunduğu muhit, düşünmemek için
kendilerini eğlenceye vermiş insanlarla doluydu. Ne kadar kaçsalar da
onları gölgeleri gibi takip eden ölüm gerçeğine yaklaşıyorlardı. Ve
Tolstoy bu sahteliklerle, yapmacıklarla dolu olan cemiyetten
tiksiniyordu.
Kızının sekizinci yaş gününde davetlilerin geliş
gidişleri, şarkılar, gevezelikler yüzünden yorgun düşen Tolstoy, kızına
‘Ruhumda bir ağırlık var’ diye dert yandı. Günlüğüne “İçimde müthiş bir
gitme arzusu var” diye yazdı… Temmuzun başlarında ise şöyle yazıyordu:
“Kaçmaktan başka çare yok. Şimdi bunu ciddi olarak düşünüyorum.
Haydi,
göster kendini:” 28 Ekim günü ortalık ağarmadan kalktı, giyindi,
öteberilerini topladı ve arabacısına bir araba koşmasını söyledi.
Anlaşıldığı kadarıyla Cenub illerine varmak, oradan da Bulgaristan,
Sırbistan gibi İslav memleketlerin gitmek istiyordu. Lakin yolda
Astapora İstasyonunda hastalandı. Kaçışa devam edebilecek halde değildi.
Acele yatırılması gerekiyordu. İstasyon Şefi, dairesini ona ayırdı.
Tolstoy hasta yatağında ateşler içinde kıvranırken dünyanın bütün
gazeteleri onun kaçış hikâyesini anlatmaya başlamışlardı. Karısı,
kızları, oğulları, dostları, fikir arkadaşları meraklılar, gazeteciler,
sinema operatörleri, jandarmalar var hızlarıyla küçük istasyona
koşuyorlardı.
Kalabalıktan, şandan, şöhretten kaçan Tolstoy, işte gerek
kalabalığın ortasında, şanın, şöhretin, en yüksek zirvesindeydi. Fakat
şöyle inliyordu: “Yeryüzünde acı çeken milyonlarca insan var; ne diye
hep birden burada yalnız Lev Tolstoy’la alakadar oluyorsunuz?”
İki gün
sonra güç anlaşılır bir sesle “Hep bön... Hep bu nümayişler. Yeter! İşte
bu kadar” diye söylendi. Ertesi gün 7 Kasım 1910’da saat sekizi beş
geçe küçük istasyonda, Tolstoy son nefesini verdi. Büyük hatası,
bozulmamış dini yani fıtri hakikat İslamiyet’i, bozulmuş olan
Hıristiyanlıkta araması olmuştu.
Diğer insanlardan farklı olarak
yepyeni şahikalara çıkmak için ömürleri boyunca çok defalar buluğa eren
dehanın çocuklarında, bir o kadar da buhranlar görünür. Aslında o
devreler yeni doğuşların sancılarıdır. Eğer İlahi inayet ve ilham yüklü
telkinler onlara rehberlik etmezse neticede “ölü doğum” kaçınılmaz
olacaktır. Daha da kötüsü bu velud dimağlar yıllar boyu, insanları
bunalım ve tedirginliklere itecek tehlikeli fikirleri de vazederek,
nesillerin beyinlerini parça parça ederler.
Evet, bu dâhilere
mürşit ellerin uzanmaması neticesi, çeşitli paradoksların arasında bir
türlü aydınlık kapının yolunu bulamayıştan, usta kuyumcuların ellerine
geçmeyen bu cevherlerin toprak altında bir hazine gibi çürüyüp gitmeleri
ne kadar hazindir. Ah, keşke bunlara bir yol gösteren olsaydı!
Eğer Tolstoy da, Göthe kadar olsun İslam gerçeğinin berrak çehresiyle
yüz yüze gelmiş olabilseydi, kim bilir, edebiyat dünyasına neler hediye
edecek ve ruhunun derinliklerinde tebessüm eden nice incileri
gözlerimizin temaşasına sunacaktı. Evet, Tolstoy da bir karanlıktan bir
diğerine seyahat eden nice kabiliyetler ve rehbersizlikten başını taştan
taşa vuran pek çok hakikat arayıcıları için, bir kutup yıldızı bile
olabilirdi.
Hiç olmazsa, eğer buhranlı anlarında olsun vahyin
aydınlığı ile dolu ilahi mesajları ve büyüklerimizin şaheserlerini
Tolstoy’a tanıtabilseydik, kim bilir belki de Saint Augustin’in
söylediği: “Ne kadar geç tanıyabildim seni, ey kadimler kadimi, ey
tazeler tazesi güzellik, ne kadar geç sevdim. Yazık senden ayrı geçen
yıllarıma, yazık!” ifadelerinden daha yanık teessüflerin, Harb ve Sulh
yazarının kaleminden damladığına şahid olacaktık.
Acaba Tolstoy
gibi mutlak gerçeği, saf güzelliği ve bozulmamış şekliyle ilahi ölçüleri
arayan insanlara karşı bizler vazifemizi tam olarak yapmış sayılır
mıyız? Fikir ve sanat gücümüzle iç dünyamızın ve iman neşemizin çarpıcı
güzelliklerini cihana duyurmak için kaç şaheser ortaya koya- bildik?
Acaba ne zaman insanlığın mesuliyet yükünü bütün ağırlığı ile
omuzlarımızda hissedecek ve bu şuurla uyanmış nesilleri
yetiştirebileceğiz.
http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/tolstoy-ve-ic-hesaplasmalari.html
HER ARAYANA HİKMET NASİP OLMAZMIŞ, ANCAK HİKMETE ERENLER DE ONU ARAYANLARMIŞ. HİKMETİ ARAYIŞTA KAİNAT KİTABINI OKUMALI, OLMUYORSA "OKUYABİLENİ OKUMA" İLE MESAFE ALINMALI. GÜZELİ FARKETMENİN ÖLÇÜSÜDÜR, BAŞKALARI İLE PAYLAŞMA İSTEĞİ. GÜZEL BULDUĞUM OKUMALARI PAYLAŞIYORUM...
Popüler Yayınlar
-
konsept Konsept dilimize Fransızcadan geçmiş bir kelimedir. Anlamı kavram demektir . Konseptualizm ise kavramcılık demektir 1 ...
-
1. Kavram ve terimin tanımı: Kavram, bir nesnenin zihindeki tasarımıdır. Terim ise, kavramın dille ifade edilmesidir. Kavramı hayal...
Islam mı hahahhahaha
YanıtlaSilTolstoyu lütfen iyi okuyun onun dinleri iyi araştırdıgini islama asla kayıtsız kalmadığını eğer doğru bulsaydi kesinlille Müslüman olduğunu soylerdi ama değil !!!
Tolstoy tanrıya inaniyordu dinlere değil yani deistti. Bu farkı iyi anlamak gerek lutfen doğru bilgilendirelim