Resûl-i
Ekrem Efendimiz’in (aleyhi ekmelü’t-tehayâ) sabah-akşam tekrar ettiği
dualardan biri, “Allah’ım! Senden hidayet, takva, iffet ve gönül
zenginliğiyle beraber başkalarına muhtaç olmayacak kadar rızık
istiyorum” niyazıdır.
|
Prof. Dr. Osman Güner
Allah Resûlü (s.a.s.), aralarında Abdullah b. Amr’ın (r.a.) da bulunduğu bir grup sahabeyle birlikte Ka’be’yi tavaf ediyordu. Tavaf bitince Beytullah’ın karşısına geçerek onu bir müddet süzdü ve sonrasında fem-i güherlerinden şu ifadeler dökülüverdi: “(Ey Kâbe!) Sen ne güzelsin ve senin kokun ne güzel! Sen ne büyüksün ve senin kudsiyetin ne büyük! Muhammed’in canı (kudret) elinde olan (Allah)'a yemin ederim ki, mü’minin kudsiyeti (ve saygınlığı) Allah katında senin kudsiyetinden daha yüksektir; malı da canı da hürmete layıktır; mü’min hakkında ancak hüsnü zan besleriz.” (İbn Mâce, Fiten 2)
Resûl-i Ekrem (s.a.s.) bu ifadeleriyle, Kâbe’nin kudsiyeti ile “mü’minin saygınlığı” arasında bir mukayese yapmayı değil, yüce Yaratıcı’nın varlığını ve yaratılış gayesini idrak etmiş, Rabbine boyun eğerek hidâyete ermiş mü’min bir kulun Allah katındaki saygınlığına dikkat çekmeyi murad etmiştir. İman edip Yaratan’ın kulu olduğunu idrak etmiş bir insan, elbette en yüce varlık olma şeref ve payesini kazanmış olmaktadır. İmanın ona kazandırdığı bu şeref, başka hiçbir şekilde elde edilemez. Bu şerefe nail olmuş bahtiyarlar zümresine de ancak hürmet edilir ve her hâlükarda hüsnü zan beslenir. Hidâyete ermiş bir mü'minin misali, tıpkı bir dağ kütlesinden bin bir güçlükle çıkarılıp işlenen altın madenine benzer ki, işlenmeden önce taştan, topraktan farkı yokken, işlendikten sonra değeri kat kat artmış ve kıymetini bilenlerce büyük bir beğeniyle vitrinleri süsleyen en nadide mücevher haline gelmiştir. Efendimiz’in (s.a.s.) sözlerinde ifade buyurulduğu gibi, imanla hidâyete ermiş bir insanın kazandığı değer de tıpkı bunun gibidir.
Hidâyet Nedir?
Hidâyet, “doğru yola gitmek, doğru yolu göstermek” manasına mastar, “doğru yol, kılavuzluk ve rehberlik” anlamına da isim olarak kullanılır. Istılah olarak ise, “mahiyet itibariyle tertemiz, dupduru ve lekesiz yaratılmış insanın küfür, şirk ve sapıklıklardan kurtularak İslâm’ın aydınlık yoluna girmesi” demektir.
Hidâyet, hüdâ, hedy, hâdî, mühtedî ve ihtidâ gibi türevleriyle birlikte Kur’ân-ı Kerim’de en çok zikredilen kavramlardan biridir. Kur’ân-ı Kerim’deki ıstılahları inceleyen meşhur el-Müfredât adlı eserin müellifi Râgıb İsfahânî, hidâyeti, “özellikle ilahî emirlere muhatap olan insana ‘lütufla, iyilik ve yumuşaklıkla’ Hakk'ın yolunu gösterme” şeklinde tarif eder. Bu tarif, Kur’ân’da İslâm’ı tebliğ metodunun açıklandığı “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et ve (gerektiğinde) onlarla en güzel şekilde mücadele et!” (Nahl Sûresi, 16/125) ayetinin muhtevasını çağrıştırmaktadır. Buna göre hidâyet, sadece “iletmek” anlamında nötr bir kelime değildir; birkaç istisna dışında, müspet manada kullanılır ve bizatihi “doğru yol ve doğruluk” anlamına gelir. Nitekim zıttı ‘dalâlet’ olup, ‘doğru yoldan sapmayı’ ifade eder.
Hidâyet kavramı Kur’ân-ı Kerim’de umumiyetle Cenâb-ı Hakk’a (c.c.) izâfe edilmekle birlikte, ilâhî vahiylere, peygamberlere, meleklere, fert olarak insana ve ümmetlere de nispet edilmektedir. Hidâyet, Kur’ân’da “Doğrusu, insanlar için kurulan ilk ibadet evi, elbette Mekke’deki, âlemlere rahmet ve hidayet kaynağı olarak kurulan Kâbe’dir” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/96) ayetiyle Kâbe’ye izâfe edilmekte; diğer bir kısım ayetlerde de ilâhî talimata uymadıkları için helak edilmiş geçmiş milletlerin acıklı halleri hidayetle alakalı olarak nazara verilmekte ve bundan ders çıkarılması öğütlenmektedir: "Önceki sahiplerinden sonra dünya mülküne vâris olanlar hâlâ şu gerçeği anlamadılar mı ki, eğer dilemiş olsaydık kendilerini de günahları sebebiyle musîbetlere uğratırdık?" (A’râf Sûresi, 7/100; bkz. Tâhâ Sûresi, 20/128)
Mutlak Hidâyet Sadece Allah’a (c.c.) Aittir
Mutlak manada kuluna hidâyeti bahşeden Mevlâ-yı Zülcelâl’dir. Hâlik-ı Zülcemâl’in en güzel isimlerinden biri ‘Hâdî’dir, yani kendisini tanıma yollarını kullarına gösterip tanıtan, onları Rubûbiyetini ikrar edici kılan, necât (kurtuluş) yolunu gösterip açıklayan, kullarından dilediğini tevhid nuruyla müşerref kılan ve dilediğini dosdoğru yola hidayet edendir. (Tâhâ Sûresi, 20/50) Aynı şekilde, yeni doğan bir yavruya memeyi tutmasını, yumurtadan çıkar çıkmaz civcive daneleri toplamasını, arıya yuvasını altıgen şeklinde yapmasını idrak ettiren, hasılı her canlıya en uygun şartlarda hayatını idame etme istidadını ilham eden O Hâdi-i Mutlak’tır.
Büyük lügat âlimi İsfahânî, Kur’ân-ı Kerim’deki hidâyet kavramını, ayetlerin müşterek muhtevası çerçevesinde gruplandırarak, Hâkim-i Mutlak’ın insanlara hidâyet bahşetmesinin dört merhalede olacağını ifade eder:1 Buna göre birincisi, bütün mahlukatı, hayatlarını idame ettirebilmeleri için akıl ve idrak yetenekleriyle donatıp bu sayede elde ettikleri zarûrî bilgilerle hidâyet bahşetmesi (umûmî hidâyet): “Yaratıp düzene koyan, takdir edip yol gösteren O’dur.” (A’lâ Sûresi, 87/2-3) İkincisi, kılavuzluk için peygamber ve kitaplar göndermek suretiyle Hakk’ın yolunu göstermesi: “Onları (elçileri), emrimizle insanlara doğru yolu gösteren önderler yaptık.” (Enbiyâ Sûresi, 21/73) ve “Hakikaten bu Kur’ân, en doğru yola iletir.” (İsrâ Sûresi, 17/9). Üçüncüsü, kendi iradesiyle hidâyeti kabul edenlere tevfîk lütfetmesi, hidâyete muvaffak kılması (husûsî hidâyet): “Allah doğru yolda gidenlerin hidâyetlerini artırır ve onları takvâya erdirir.” (Muhammed Sûresi, 47/17) Dördüncüsü de, rahmetiyle muamele ettiği kullarını Cennet'le mükâfatlandırması: “Müminler (Cennet'te) hamd ve şükür duygularıyla dopdolu olarak, ‘Bizi dünyada iken bahşettiği hidayetle bu nimetlere erdiren Allah’a hamdolsun. Allah bizi doğru yola erdirmemiş olsaydı, biz kendiliğimizden bu yola asla ulaşamazdık.’ derler.” (A’râf Sûresi, 7/43).
Nihaî planda hidayet de dalâlet de ancak Allah’ın elindedir ve bunların vücut bulmaları Cenâb-ı Hakk’ın dilemesi ve yaratmasına bağlıdır. Kur’ân-ı Kerim buna bütün açıklığıyla işaret etmektedir. Şöyle ki: “Allah kime hidâyet verirse o hidayete erer. Kimi de dalâlette bırakırsa, artık onu irşad edecek bir mürşid bulamazsın.” (Kehf Sûresi, 18/17) Bu ifadeler gösteriyor ki, her ne kadar kulun tercihte bulunma ve mübaşeret etme gibi cüz'î iradesiyle gerçekleştirebileceği fiiller bulunsa da, neticede hidâyet ve dalâlet ancak Allah’ın (c.c.) yaratmasıyla varlık sahasına çıkmaktadır. O halde “Allah kime hidâyet murad ederse, onun gönlüne hidayet şuaları akar ve sonra da o gönülde karar kılar. Kimi de sapıklığa sürüklemek murad ederse, bütün vâiz ve hatipler onu kurtarmak için bir araya gelseler, onun imdadına koşsalar, ona anlatılacak her şeyi anlatsalar, tebliğ sevabını alsalar bile, o şahsın sapıtmasını önleme adına hiçbir şey yapamazlar. Çünkü onun hidâyete erme liyâkatı selbolmuştur. Artık ne yapılırsa yapılsın hiçbir faydası yoktur.
Burada şu hususu da nazardan uzak tutmamak gerekmektedir. Hidâyet ve dalâleti Allah yaratır; ancak itibarî dahi olsa, onları mevcut iradenin istek ve talebi üzerine yaratır. Kul ister, Hâdî ve Mudill isimleriyle müsemma olan Allah (c.c.) da, hidâyet ve dalâleti yaratıverir. Dolayısıyla sapıtanın kendisi yine bizzat kul olur. Onun içindir ki biz, kıldığımız her namazda, Fatiha Sûresini okurken Cenâb-ı Hakk’a dua edip yalvarır ve “Allah’ım bizi mağdûb (gadaba uğramış) ve dâllînin (sapıtmışların) yoluna sürükleme.” (Fatiha Sûresi, 1/7) diye niyaz ederiz.” 2 Dolayısıyla her ne kadar hidayet Allah’ın (c.c.) yaratmasına bağlı olsa da, onun dünyada insanı emniyet ve itminana ulaştırması, ahirette de kurtuluşa vesile olması, insanların kendi hür iradeleriyle ortaya koyacakları tavır ve davranışlara bağlı kılınmıştır.
Netice olarak “Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz.” (İnsan Sûresi, 76/30); “Allah dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini doğru yola iletir.” (Müddessir Sûresi, 74/31) fehvasınca kimse, O’nun dilediğinden başkasını dileyemez. O’nun saptırdıklarını hidayete erdiremez, O’nun hidayete erdirdiklerini de saptıramaz. Hidâyet meselesinde de işin çoğu O’na (c.c.) aittir. Bize ait olan o kadar cüz’î, o kadar küçüktür ki, bunları görmezlikten gelerek, olan şeylerin bütününe sahip çıkmamız, Allah’a karşı suiedeb ve cüretkârlıktan başka bir şey değildir. 3
Resûl-i Ekrem’in (s.a.s.) Hidâyet Konusundaki
Azmi ve İştiyakı
Yüce Allah kullarına hakkı, hakikati göstermek için lütfuyla gönderdiği vahiyleri ve peygamberleri hidayetine vesile kılmıştır. Allah Resûlü (s.a.s.) de yirmi üç yıllık risâleti boyunca hidayete vesile olmak için olağanüstü bir gayret göstermiştir. O’nun bu gayreti Kur’ân-ı Kerim’de, “Resûlüm! Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse kendini harap edeceksin.” (Şuarâ Sûresi, 26/3) diye ifade edilmektedir. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) kendisine tevdi edilen bu vazifeyi yerine getirmekten başka bir şey düşünmüyor; O’na ne açlık, ne susuzluk, ne maruz kaldığı muameleler ve ne de işkenceler rahatsızlık veriyordu. O’na rahatsızlık veren, uykularını kaçıran, kendini helak edecek noktaya getiren tek şey vardı, o da, Allah’ın dinini insanlara anlatması, Allah’ın lütfuyla insanların bu Din’e inanmaları ve hidayete ermeleriydi.
Efendimiz’in (s.a.s.) Rabbine yönelip O’ndan istekte bulunurken sabah akşam okuduğu duasında şu dört hususa dikkat çektiğini görüyoruz: “Allahım, Senden hidayet, takva, iffet ve insanlara muhtaç olmayacak kadar zenginlik istiyorum.” (Müslim, Zikr 72,78). Allah Resûlü’nün sık sık yaptığı bu duasında “hüdâ”yı istemesini şöyle değerlendirmek mümkündür: Efendimiz’in “hüdâ”dan kastı “Lâ ilâhe illallah” hakikatidir. Nitekim O, bir hadislerinde “İmanınızı sık sık ‘Lâ ilâhe illallah’la yenileyin” (İbn Hanbel, Müsned, 2/359) buyurmaktadır. İnsan için zaman, mekân ve kendi atomları her an değiştiğinden o da maddesi itibarıyla her gün âdeta farklı bir şahıs olmaktadır ve her gün, ihya edilmemiş bir zamana, ölü bir mekâna girmekte ve henüz tenevvür etmemiş ölü bir kısım zerreler onun vücuduna girmektedir. Öyleyse insan, her an “Lâ ilâhe illallah” demek suretiyle “Allahım, Senden hidayet talep ediyor ve şahsî dünyamı aydınlatmanı istiyorum” duygu ve düşüncesi ile imanda yenilenmeye talip olmalıdır. 4
Allah Resûlü, risalet vazifesiyle şerefyâb olunca, “Önce en yakın akrabanı uyar.” (Şuarâ Sûresi, 26/214) emr-i ilahîsi gereği, yakın akrabalarına evinde yemek vermiş, onlara kendisinin Allah’ın Elçisi olduğunu bildirmiş ve kendilerini Allah’ın varlığını ve birliğini kabule davet etmişti. (İbn Hanbel, Müsned, 1/159) Yine bir defasında Safa tepesine çıkarak oradan Kureyş’e seslenmiş ve her bir kabilenin ismini anarak onları Allah’ın azabına karşı uyarmış ve hidayete ermeleri için çağrıda bulunmuştu. (Müslim, İman 355) Görülüyor ki, Efendimiz ilahî ferman gereğince öncelikle kendi akrabalarının hidayete ermelerini istemişti.
Allah Resûlü’nün amcası Ebû Tâlib, kırk yılı aşkın bir zaman O’nu himaye etmiş bir insandı. Mekke müşrikleri O’na ilişmek istediklerinde, aşılmaz bir sur gibi karşılarında önce onu bulurlardı. Ebû Tâlib, nübüvvetin üzerinden on yıl kadar bir zaman geçmiş olmasına rağmen hidayete ermemişti. Artık ölüm döşeğinde, son anlarını yaşamaktaydı. Allah Resûlü’nün, kendisine bunca iyiliği dokunmuş baba yadigarı amcasının ötelere imansız gitmesine gönlü razı olmuyordu. Fırsat buldukça yanına gelerek ısrarla ‘Lâ ilâhe illallah’ demesini istiyor ve “Böyle de ki, sana ahirette şefaat edeyim.” diyordu. Lâkin Ebû Tâlib, o sırada orada bulunan müşriklerin diline düşmekten çekinerek bu telkinlere müspet bir karşılık vermemiş ve son nefesinde “Abdulmuttalib’in dini üzere” diyerek hidayete erme fırsatını kaçırmıştı. Efendimiz bu tablo karşısında çok üzülmüştü. Hıçkırıklarını tutamamış, hüngür hüngür ağlayarak “Men edilmediğim sürece senin için istiğfar edeceğim.” demişti. Ancak bu hadisenin hemen akabinde inen şu ayet, O’nu sinesindeki bu ıstıraptan men etmişti: “(Kâfir olarak ölüp) Cehennem ehli oldukları, açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar (Allah’a) ortak koşanlar için af dilemek ne peygambere yaraşır ne de inananlara.” (Tevbe Sûresi, 9/113).
Efendimiz’in (s.a.s.), en yakınındaki amcasının hidayete kavuşması için gösterdiği bu iştiyak ve azmin, Allah’ın (c.c.) izni ve meşieti olmadıkça bir netice hâsıl etmediği görülmüştür. Yüce Allah, en sevgili kulu ve elçisine insanları hidayete erdiren yegâne iradenin Kendi İradesi olduğunu, Resûlüne düşen vazifenin yalnızca hidayet yolunda mübaşeret ve vesile olmakla sınırlı kalacağını şöyle ifade buyurmuştur: “(Ey Muhammed) gerçekten sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin, bilakis Allah dilediğine hidâyet verir. Hidayete erecek olanları en iyi O bilir.” (Kasas Sûresi, 28/56) Efendimiz, nübüvvetin sonraki merhalelerinde hidayet konusunda kendisine düşen vazifenin şuurunda olduğunu şöyle dile getirmiştir: “Ben tebliğ ve davet edici olarak gönderildim. Hidayet meselesinde benim hiçbir müdahalem ve salahiyetim söz konusu değildir. Şeytan da bâtılı süslü göstermek ve sizi azdırmak için gönderilmiştir. (Unutmayın ki) Onun da dalâlet hakkında bir söz ve salahiyeti yoktur.” 5
Resûlüllah (s.a.s.) dinin tebliğinde o kadar harîsti ki, hak ve hakikatin anlatılmadığı tek bir kimsenin dahi kalmasını istemiyordu. İslâm’ı neşretmek ve hidayete giden yolları aralamak maksadıyla her fırsatta insanlarla buluşuyor, onlara Allah’a imanı ve teslimiyeti anlatıyordu. Nitekim nübüvvetin 10. senesinde yanına Zeyd b. Hârise’yi de alarak Tâif’e gitmişti. Allah Resûlü’nün iman ve hidayete davet ettiği Tâifliler, O’na karşı çok çirkin ve insanlık dışı bir tavır sergilediler. Ayakları kan revan içinde kalan Nebî (s.a.s.), Utbe b. Rebia’nın bağına sığınmak zorunda kalmıştı. Buna rağmen O’nda yılmayan bir azim, kırılmayan bir şevk ve tükenmeyen bir ümit vardı. Yüce Mevlâ, âlemlere rahmet olarak gönderdiği Elçisi’ne bu çirkinliği reva gören Tâiflilerin helaki için vazifeli bir melek göndermiş ve dilemesi halinde başlarına azap yağdıracağını bildirmişti. Efendimiz (s.a.s.), kalbleri katılaşmış bu taş yürekli insanların soyundan istikbalde Allah’a iman edecek tek bir kimsenin bulunabileceği ümidiyle helak olmalarına razı olmamış ve küfrün bataklığındaki bu insanları hidayete erdirmesi için Rabbi’ne dua ve niyazda bulunmuştu. (Buhârî, Bed’u’l-halk 7)
Allah Resûlü (s.a.s.), insanları hidayete erdirmesi için Rabbine dua dua yalvarır ve kendisini muvaffak kılmasını isterdi. Yemen’in Devs kabilesine mensup Tufeyl b. Amr, Mekke’ye gelerek İslâm’ı kabul etmişti. Mekke’ye ikinci kez geldiğinde, kavminden gördüğü eziyetlerden dolayı Nebî (s.a.s.)’a şikayetçi olmuş ve onlar hakkında beddua etmesini istemişti. Resûl-i Ekrem dua için ellerini kaldırmış, bu esnada orada bulunanlar: “Devsliler yandı.” demişlerdi. Âlemlere rahmet olan Kutlu Nebî: “Allahım, Sen Devs’e hidayet nasip et ve onları İslâm ile müşerref kıl!” diye hidayet için dua etmiş ve Tufeyl’e (r.a.) de: “Sen yumuşak bir üslupla tebliğine devam et.” talimatını vermişti. Hz. Tufeyl kavmine döndüğünde, bu duanın bereketiyle çok güzel neticeler elde etmişti. (Buhârî, Meğâzî 77) Nitekim en çok hadis rivayet eden sahabi olarak tanıdığımız Hz. Ebû Hüreyre, Tufeyl’in (r.a.) kılavuzluğu sayesinde bir rivayete göre Mekke döneminde iken hidayete kavuşmuştu. 6
Resûl-i Ekrem (s.a.s.), insanların hidayete ermelerine vesile olabilmenin, onlara güzellikle muameleden, kolaylık göstermekten, sert ve haşin tavırları terk etmekten, muhataba değer vermekten, ülfet ve yakınlaşma tesis etmekten, tatlı ve yumuşak bir üslupla gönüllere hitap etmekten, müşterek noktaları yakalamaktan ve hediyeler vererek kalıcı dostluklar kurmaktan geçtiğini biliyor ve beşerî münasebetlerde bu kaidelere uymaya itina gösteriyordu. 7 Bu konuda ashabına da tavsiyelerde bulunuyor ve gerektiğinde onları yumuşak bir üslupla uyarıyordu. Zira başkalarının hidayetine vesile olacak kimsenin insanî ilişkilerde en güzel ahlakî erdemleri bizzat yaşayarak temsil etmesi çok büyük önem arz ediyordu. Nitekim Allah Resûlü, Yemen halkının isteği üzerine, onlara ashabın en mümtaz muallimlerinden Muaz b. Cebel’i gönderirken, “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” (Buhârî, İlim 12) tavsiyesinde bulunmuştu. Ahalisi Hıristiyan olan bu bölge insanlarının hidayetine vesile olacak usûlü de ona şöyle bildirmişti: “Yemen halkını önce Allah’tan başka ilah olmadığını, Muhammed’in de Allah’ın kulu ve elçisi olduğunu kabule çağır! Bunu kabul etmeleri halinde beş vakit namaza, bunu da kabul etmeleri halinde mallarının en seçkinlerinden olmamak üzere belli miktarda zekât vermeye çağır!” (Müslim, İman 29) Efendimiz (s.a.s.) bu tavsiyeleriyle, insanların hidayetine vesile olabilmek için tedriciliğe ehemmiyet verilmesi ve en güzel kılavuzluğun sergilenmesi gerektiğine işaret etmektedir.
Azim, sabır ve kararlılıkla hedefe kilitlenip neticeyi Allah’tan (c.c.) beklemek, hidayete vesile olma hususunda muvaffakiyet için olmazsa olmaz bir prensiptir. Bu konuda Allah Resûlü’nün hayatı eşsiz örneklerle doludur. Hakem b. Keysân savaşlardan birinde esir alınmış ve Resûl-i Ekrem’e getirilmişti. Efendimiz ona İslâm’ı arz etmiş, fakat o bunu kabul etmemişti. Nebî (s.a.s.) teklifini ısrarla sürdürmüş ve onun hidayetine vesile olmak istemişti. Öyle ki, Hz. Ömer, Hakem’in Resûlüllah’ın davetine karşı gösterdiği bu menfi tavır karşısında dayanamamış ve bir an önce onun boynunun vurulmasını istemişti. Allah Resûlü buna rağmen Hakem’i ikna etmek için davetine devam etmiş ve nihayet Allah (c.c.) Hakem’e (r.a.) hidayet nasip etmişti. Resûlü Ekrem ashabına dönerek: “Biraz önce size uymuş olsaydım onu öldürecektim ve o da cehennemlik olacaktı.” buyurmuş ve daha sabırlı olmaları gerektiğini ima etmişti. Hz. Ömer’in ifadesiyle, Hakem b. Keysân (r.a.) hakikaten ihlaslı bir Müslüman olmuş ve Allah (c.c.) yolunda pek çok cihada iştirak etmişti. 8
Hidâyete Vesile Olmanın Mükâfatı
Yüce Allah, kulun mübaşereti ve sebeplere sarılması neticesinde hidayete giden yolda muvaffakiyet lütfedecektir. Bu hususta kula düşen, sebepleri araştırmak, vesilelere sarılmaktır. Kur’ân-ı Kerim, hakka ve hakikate götürecek vesileler aranması konusunda şu teşvikte bulunur: “Ey iman edenler, Allah’tan korkun. (Kur’ân ve kâinat kitabını mütalâa ile tanımaya çalıştığınız) Rabbinize karşı saygılı olun ve O’na yaklaşmaya vesile arayın!” (Mâide Sûresi, 5/35) Efendimiz (s.a.s.) de son nefeslerine kadar hidayet yolunda ashabına ve ümmetine rehberlik etmiştir. Sonraki devirlerde Nebî’nin (s.a.s.) varisleri olan Allah dostları, erenler ve âlimler farklı yollardan, değişik usullerle Rab’lerine yürümüşler, hakka ve hidayete giden yolda insanlara vesilelik ve kılavuzluk etmişlerdir.
Allah Resûlü, bir hayra vesile olan ve hidayete çağrıda bulunanı Allah katında büyük bir mükafatın beklediğini müjdelemektedir: “Kim hidayete çağrıda bulunursa, kendisine tabi olanların sevapları kadar ona sevap verilecek ve tabi olanların sevaplarından da hiç bir şey eksilmeyecektir. Kim de dalalete davet ederse, kendisine tabi olanların günahları kadar günah ona verilecek ve tabi olanların günahlarından da hiç bir şey eksilmeyecektir.” (İbn Mâce, Sünnet 14) Yani hayra vesile olan bir müesseseye öncülük etmiş, katkıda bulunmuş veya gelecek nesillerin yetiştirilmesi için eğitim seferberliğine iştirak etmiş bir kimse, bütün bu sa’y u gayretinin neticesini bir gün mutlaka karşısında görecek ve amel defteri hiç kapanmayacaktır.
İnsanların hidayetine vesile olanlar da aynı şekilde dünyevî ve uhrevî mükafata nail olacaklar ve kazandıkları bu yüce vesilelik payesi onlar için tükenmeyen bir sermaye olacaktır. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.), Hayber’de muharebenin en kritik anlarında Hz. Ali’yi yanına çağırarak ona sancağı vermiş ve sonrasında çok önemli bir tavsiyede bulunmuştur: “Ey Ali, sen şimdi Hayberlilere iyice yaklaşıncaya kadar sükûnetle ilerle. Sonra onları İslâm’a davet et ve üzerlerine vâcip olan İslâmî esâsları onlara haber ver. Allah’a yemin ederim ki, senin irşadınla Allah’ın bir tek kişiye hidâyet vermesi, senin kırmızı develere sahip olmandan” (Buhari, Megâzî 39) -bir başka vesileyle ifade buyurdukları gibi- “üzerine güneşin doğduğu her şeyden daha kıymetli ve daha hayırlıdır!” (Hudarî, Nûru’l-Yakîn, s. 255) Bu da gösteriyor ki, Efendimiz’in işaret buyurduğu gibi, gönlünü Allah’ın rızasını kazanma ufkuna yöneltmiş bir mü’min sadece kendi kurtuluşu değil, adanmış bir ruhla bütün bir insanlığın kurtuluşu için çalışmayı kendisine vazgeçilmez büyük bir fazilet ve mesûliyet bilecektir. Öyle ki, ashabın bu husustaki fedakarlık ve gayretleri dillere destandır.
Netice-i kelâm, Yüce Mevlâ hidayeti her halükarda kendi izni ve dilemesine bağlamıştır. O (c.c.) dilemeden ve rıza göstermeden hiç kimsenin hidayet vermesi mümkün değildir. Ancak O’nun lütfu ve inayetiyle hidayete ermek mümkündür. Bununla birlikte Allah (c.c.) rahmeti ve lütfu gereği, gönderdiği peygamberleri, ilahî vahiyleri, Din’in mukaddeslerini ve sevdiği kullarını hidayetine birer vesile olarak kabul edeceği müjdesini vermiştir. Bu münasebetle Allah Resûlü (s.a.s.) de ömrü boyunca insanların hidayeti için olağanüstü bir gayret ve çaba göstermiştir; göstermiştir çünkü, bir insanın ebedî mutluluk veya azabı bu vazifeyi ifa ve liyakat keyfiyetine bağlı kılınmıştır.
Efendimiz (s.a.s.) insanların hidayete ermesi konusunda o kadar harîs davranmıştır ki, O’nun bu iştiyakı Allah tarafından, “İnanmıyorlar diye nerdeyse kendini harap edeceksin.” diye tadil ve takdir edilmiştir. Zira hidayete erdirmek, Peygamber’in (s.a.s.) salahiyetinde değil, ancak Allah’ın (c.c.) mutlak iradesine bağlı ilahî bir lütuf ve tasarruftur. Resûlüllah’ın nazarında, bir insanın hidayetine vesile olmak, yeryüzündeki en değerli varlıktan daha kıymetli bir hadisedir. Allah Resûlü ashabını böylesine bir adanmışlık ruhu ve vazife şuuruyla terbiye etmiş ve onlara, yeryüzünde hakkı ve hidayeti (Din-i Mübin-i İslâm’ı) herkese ulaştırmaları ufkunu en yüce hedef olarak göstermiştir.
* oguner@yeniumit.com.tr
Ondokuz Mayıs Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi
Dipnotlar
1. Râgıb İsfahânî, el-Müfredât, “Hdy” maddesi.
2. M. Fethullah Gülen, Kader, s. 112
3. M. Fethullah Gülen, Asrın Getirdiği Tereddütler, 2/192
4. M. Fethullah Gülen, Yol Mülahazaları, s. 171
5. Ali el-Muttakî, Kenzu’l-Ummâl, 1/546
6. İbn Hacer, el-İsâbe fî Temyîzi's-Sahâbe, 3/287. Ebû Hüreyre'nin geç Müslüman olduğu ve buna rağmen çok fazla hadis rivayet ettiği yönündeki olumsuz iddia ve isnatların dayanaktan yoksun olduğu anlaşılmaktadır.”
7. Bkn. Ahmet Önkal, Rasûlüllah’ın İslâm’a Da’vet Metodu, s.150-195.
8. Kandehlevî, Hayâtu’s-sahâbe, 1/75-76.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder