Bilemediğimi sallasam mı, boş mu bıraksam?
24 Mart 2013
NURİYE AKMAN
Mesleğimin en uzun görevini bugün noktalıyorum. Umarım tansiyonum
düşmeden, tuvalete gitme ihtiyacı hissetmeden, dikkatim dağılmadan,
kâğıdıma su dökmeden biter işim.
GÖREV tanımında kurbanları gözlemek de var. Gerçi bunda sıkıntı yaşamam. Ben de o garibanlardanım çünkü. Tek farkımız, gazetecilik emellerine beni kurban eden bir editörümün olması. Hiç olacak şey mi Allah aşkına, YGS kayıtlarının kapanmasına on beş gün kala “Sınava giriyorsun. Ona göre yap hazırlıklarını” diyor. Vahşetin boyutuna dikkat: Liseden mezun olalı 38 yıl geçmiş! Gençlerin çektiği sıkıntıları yaşayarak öğrenmek ilginç olmaz mıymış!
DİPLOMAM kim bilir nerelerde, ara ara yok. Yeniden edinmek ne zor imiş. Sınav trenine son başvuru gününde atlayabildim. Ankara-İstanbul arasında geçen serüvenin bu ilk aşamasında okullardaki bürokrasi ve karmaşaya dair tam Aziz Nesinlik bir kara komedi yaşandı. Ama geçiyorum, anlatacak o kadar şey birikti ki...
ÜNİVERSİTEYE giden tren çok kalabalık. Dile kolay, iki milyona yakın yolcu... Çoğu oğlumdan bile genç. Benim yaşımda kaç akl-ı evvel vardır acaba? Varsa bile, kendi paşa gönülleriyle gelmişlerdir. Benim gibi arkalarından itilmemişlerdir. Neyse... Giriş biletimi alınca geçmiş yılların sorularına bir bakayım dedim. Eyvah eyvah! Çözmeyi bırakın, anlayamıyorum bile. Çinceyi sökmek bile daha kolay olmalı. Yaşlılık indirimi yapmazlarsa, barajı bile geçemem arkadaş!
MADEM bu ıstırabı tecrübe edeceğiz, bari dershaneye gidelim! Evime en yakın hangisi? Altunizade FEM. Korka korka girdim kapıdan. Deli muamelesi yapıp gönderirler zannediyorum. Aman Allah’ım, nasıl samimi bir coşkuyla karşılanmak öyle. O nasıl bir ilgi alâka... Bak sen! Yüksek derece yapanlara araba da veriliyormuş. Gaza gelme, barajı aşsan yeter diye çimdikliyorum kendimi.
SEVİYE tespiti yapılacak. Dedim hocam, gerçi lisede fen bölümündeydim ama hikâye! Fizikten, kimyadan nefret ederdim. Fen namına matematik yeter de artardı bana. Bir tarihi sevdim, bir de edebiyatı.
Anlayacağınız ben basbayağı sözelciyim. Bu saatten sonra matematik bile çalışamam. Sadece tarih, coğrafya, felsefe, Türkçe sorularına takılsam olmaz mı? Olurmuş da ne kadar ekmek, o kadar köfte misali olurmuş. Yani ne okumak istediğime bağlıymış. Valla, ııh, şeyy... Siyaset bilimi mi, sosyoloji mi, ilahiyat mı, edebiyat mı desem? Aslında yeniden öğrenci olmaya hiç niyetim yok. Bunu ilk günden söylemeli miyim? Asla!
DENEME sınavında netim, soruların yarısından iki fazlası çıktı.
Bu bir mucize! Çünkü bazı soruları anlayabilmek için üçer kez okudum. Neden daha yalın bir üslup kullanmazlar ki! Bunlar öğrenci düşmanı kardeşim! Hocalar, on soru daha eklemelisiniz bu skora diyorlar. Bense panikteyim. Sınava iki ay var. Çocukların dört yıl boyunca hazırlanıp da geldiği bu vahşi survivor adasında timsahlara yem olacağım!
DERHAL derslere başladık. Tarihim iyi, coğrafyam felaket. Yahu nedir bu mutlak nem, bağıl nem, indirgenmiş sıcaklık, bakı faktörü, dinamik yüksek basınç, termik alçak basınç falan... Sözelde ne işi var bu dersin, atsanıza bunu fene. Gelelim Türkçeye. Gramerin detaylarını tamamen unutmuşum. Ayrıca bazı yazım kuralları ve adlandırmalar değişmiş. Ne hakla, niye? Mala, davara ne faydası var bunun kardeşim!
LİSEDE kompozisyonum hep ondu. Bu kadar kitap yazdım, editörlerim “Seninkiler kadar temiz, yanlışsız metin görmedik” dediler hep. Ne çare ki ÖSYM pratikle ilgilenmiyor. İlle de teori diyor. Eylem çatısından bana ne! Oldurgan, ettirgen, işteş eylemmiş... Zarf tümleciymiş, ilgeçmiş, adılmış... Edebi zevkime inen kanlı hançerler... Deneme yazdırsanıza bize, makale, hikâye yazdırsanıza! Sizi gidi girişik birleşikçiler, sizi gidi bağımlı sıralı cümlecikler!
NEYSE Kİ hocalar şahane. Hem öğretme becerileri yüksek, hem gözlerinden, ellerinden huzur akıyor. Gençlere cesaret aşılayıp, bunalımlarını yönetiyorlar. Ben ömrümde böyle tatlı insanlar görmedim. Öğretmen değil sanki melekler. Sayelerinde bu cehennemî süreç latifleşiyor. Fakat kafamı yarıp içine bilgiyi koyamazlar ki. Eve dönünce testlere gark olmam lazım.
SINANMA duygusu çok rahatsızlık verici. Ne bilmem gerektiğine başkaları karar veriyor ki mizacım bunu kabul edemez. Ayrıca dört yanlışın bir doğruyu götürmesi Misak-ı Milli’ye, Lozan Antlaşması’na, Teşkilat-ı Esasiye’ye, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne aykırı. Bu konuda Anayasa Mahkemesi’ne gidip bireysel başvuru hakkımı kullanacağım!
BEŞ seçenekten birini seçecekmişim. A, B, C, D ve E harflerinden nefret ettim. Her seferinde F) hiçbiri demek geliyor içimden. Özellikle de bazı cevaplarla mutabık olmadığım inkılap tarihinde. Mecbur muyum kardeşim sizinle aynı düşünmeye! Azgın kelime öbekleri Harlem Shake yapıyor beynimde: Aşağıdakilerden hangisidir, hangisi değildir... Hangilerinde vurgulanmaktadır, hangisinden bu sonuç çıkarılamaz... Hay bin kunduz!
RESMEN düşünce konforum bozuldu. Bu kadar ciddiye alma, boş ver diye testleri fırlatıyorum. Bu kez de suçluluk duygusu yakalıyor ensemden. Yediğim yemeği, yazdığım yazıyı, okuduğum kitabı, seyrettiğim filmi, dost sohbetini hak etmiyorum sanki. Tamam test çözme, geçen dersi gözden geçir diyorum. Fakat o ne! Unutmuşum hepsini. Eyvah, hocalara mahcup olacağım!
DERSLERE odaklanmak, editör zoruyla girdiğim gün rayından çıkan romanımdan çalmak demek. Oysa bahara kadar bitirecektim. Allah’ım, benim başka bir baharım olacak mı? Dikkat, depresyona sürükleniyorsun! Sınav kazanmaya mecbur değilken böyleysem, hayatlarının ilk baharındaki çocukların hali nicedir? Soruyorum, dinliyorum, görüyorum benden beterler.
ZAVALLICIKLAR giremedikleri üniversitenin hesabını analarına babalarına, akrabayı taallukata, hocalarına, arkadaşlarına, komşularına verecekler. Doğru veya yanlış cevapladıkları tek bir soru hayatlarını yönlendirecek. Daha vahimi, bu test çözme alışkanlığı, yaşamda her sorunun tek doğru cevabı olduğu yanılgısına düşürmüş onları. Kader beş değil, bir seçenek bile sunmadığında ne yapacaklar?
VAKTİYLE hiç bu çileleri çekmeden üniversitede istediğim branşı okuma şansını elde etmişim. O zaman yara almadan girdiğim kapıya tekrar dönemem. Editör baskısı da bir yere kadar! YGS’ye eyvallah dedik diye LYS’ye de bulaşmam ben. Yarışmacı kardeşlere başarılar diler, gözlerinden öperim. Bugünkü sınavda neler yaşadığımın aşırı acıklı hikâyesi haftaya pazara...
Gençlerin hali pür melali...
Bu maratona dört yıl öncesinden başlayanların yanı sıra son yıl girenler ve şubat tatilinde valizlerini alıp Türkiye’nin dört bir yanından dershaneye yatılı olarak teslim olanlar da var. Derece yapması beklenenlerle, zayıf öğrencilerin ortak noktası, beden dillerindeki donukluk. Robotik bir eda sinmiş üstlerine, bakışlarında kaybolmuşluk duygusu, endişe ve korku...
Beni asıl dehşete düşüren, öğretmenlerinin süper bulduğu çocukların, iş kendilerini ifade etmeye gelince çok az kelimeyle konuşmaları oldu. Testlerin en zor sorularını kısa sürede zehir gibi çözüyorlardı. Fakat bırakın hayatın diğer veçhelerini, edinmeye karar verdikleri meslekler hakkında dahi ne sağlam bir fikirleri, ne akıcı bir dilleri vardı.
Gençler bu sınav sürecini “bitkisel hayata girmek” diye tanımlıyorlar. Tıpkı benim gibi test çözmedikleri anda vicdan azabı çekip, içlerinde “çalış köle” diye kamçı şaklatan buyurgan bir sesle boğuşuyorlar. Bunu sustursalar aileleri başlıyor, ders çalış, ders çalış.... Yorulduklarını söylediklerinde aldıkları yanıt: “Ekmek elden, su gölden. Sanki sırtında taş taşıdın da!” Ebeveynlerin kendi gençliklerinin zorluklarını anlatıp kıyaslama yapması, bu “Sizin çektiğiniz ne ki!” yaklaşımı, çocukları olumsuz etkiliyor.
Test tekniğinin doğal sonucu zihinlerinde sadece doğrular ve yanlışlar var. Hayat bu iki seçeneği sorgulamalarını isteyecek hep ama onlar her şeyi olduğu gibi kabullenip ezberlemek durumundalar. Artık fıkra mıdır, gerçekten yaşanmış mıdır bilinmez: Çocuğa sormuşlar, “Seni en çok ne mutlu eder?” diye.
“Seçeneklerim ne?” demiş. Bu süreçte yaralanıyor çocuklar. Kazanan da yaralanıyor, kazanmayan da.
Sınav sisteminin sürekli değişmesi, bazı değişimlerin sene ortasında yapılması, öğretmenlere ve öğrencilere uyum için fırsat tanınmaması en fazla şikâyet edilen konu. Tepkilerini “ÖSYM Başkanı da bu sınava girip boyunun ölçüsünü alsın” diye ifade ediyorlar. Onlara diyorum ki “Yetmez. Milli Eğitim Bakanı da girmeli. Artık sayısalcı mı olurlar, eşit ağırlıkçı mı, sözelci mi, kendilerine kalmış!”
Öğrencilerin yüzde 1’i derece için çabalıyor. Bu çocuklarda ani bunalım patlaması olabiliyor. İlk 100’de yer alacağına garanti bakılan çocuklar birden “Nasılsa gireceğim istediğim bölüme. Dereceye ne gerek var?” dediklerinde aileler paniğe kapılıyor. Derece sahibinin ana babası olma payesini kaybetme ihtimalleri kahrediyor onları.
Bu macerada neler öğrendim?
Test çözme alışkanlığının hayat renklerinin ara tonlarına zihnimi kapatıp beni aptallaştırdığını, daha kötüsü başkalarına “Bu doğru, şu yanlış” diye iki seçenek sunmaya koşullandırıp faşistleştirdiğini,
Konsantrasyonun, sabır ve azmin bilgiden daha önemli olduğunu, muhakeme gücünü harekete geçiren en önemli şeyin motivasyon olduğunu,
Dershaneler olmadan bu yükün altından kalkılamayacağını,
Sınav sisteminin değişmesi, ölçme ve yerleştirmede duygusal zekânın da dikkate alınması gerektiğini...
Öğretmenlerin dilinden sınav maratonu
Öğretmenler gençleri sınava hazırlarken hangi zorluklarla mücadele ediyorlar, ailelerin neleri bilmeleri gerekiyor? İşte öğretmenlerin söylediklerinden satır başları:Öğrencinin dershaneden beklentisi, okuluna oranla daha yüksek. Milli eğitim hocasından tek beklentisi iyi not. Biz ise onun gözünde geleceğini belirleyen kişileriz. Bu da bizde haliyle baskı yaratıyor.
Sınav yaklaştıkça öğrenci hırçınlaşıp saldırganlaşıyor. İstediği her an hocası yanında olsun istiyor. Hocayı bulamadı mı kapıları çarpıyor, bağırıp çağırıyor. Bir yılda dört yılın konularını bitirmesi gerektiğinden artık olsun bitsin bu işkence diyor. Sabır gösterme mecburiyetine katlanamıyor. Hayatlarının bu en gerilimli döneminde onlara anne gibi oluyorsun. Annesiyle paylaşamadığını seninle paylaşıyor. Geometricisin ama psikolojisini düzeltmeye çalışıyorsun. Çok iyi bir öğrencim vardı geçen sene. Dediği şey, dershane bana ağlayacak bir omuz verdi. Danışmanı için böyle düşünüyordu çocuk. Burada her öğretmen aynı zamanda 35-40 öğrencinin danışmanlığını üstleniyor.
Tarih, devasa bir ünite. Altı ay gibi bir sürede en az üç yıllık konu bitecek. Dördüncü sınıfın konuları hariç. Tabii çocuklar aynı eğitim seviyesinden gelmedikleri için anlama kabiliyetleri yavaş olabiliyor. Bu da sizi zorluyor. En büyük sıkıntı, test çözmeye vaktimiz yok. Ancak konuları anlatabiliyoruz. Ama sınav sisteminde çok test çözen kazanır.
En fazla duyduğumuz cümle, “Çok bıktım hocam, yoruldum.” Bu motivasyon kopukluğunu gidermek için her teneffüste öğrencilerimizle randevulaşıp görüşüyoruz. Sürekli motive edilmeleri gerekiyor. Çocuk her hafta sonu bunalıma giriyor. Sizin yeniden onu takviye etmeniz lazım. Artı velilerle de ilgileniyoruz. Dershanecilik tam bir fedakârlık. Maddi, manevi bütün beklentilerini bize yüklüyorlar. Aslında öğrencinin şunu anlaması lazım; burada fedakârlık biraz da kendilerine düşüyor.
Ailelerle görüşmelerimizde söyledikleri, “Hocam, size bakıyor her şey.” Her şeyi hocanın halletmesi isteniyor. Tamam, dokümanı veriyor, dersi anlatıyor, motivasyonuna yardım ediyorsunuz ama içsel motivasyon ve çaba yoksa bizim dıştan verdiklerimiz kalıcı olmuyor. Haftaya öğrencinin yine motivasyonu düşüyor, haydi bir daha toparlat. Aile bu noktada geri planda kalıyor. Hiç unutmuyorum, önceki yıllarda bir öğrencim kazanamamış, ağlıyor: “Ben şimdi aileme ne diyeceğim? Mahvoldum hocam ben, bittim!” Sakinleştirmeye çalıştım ama baktım ben de ağlayacağım. Hemen dışarı çıkıp kendimi toparladım ve tekrar çocuğu teselliye devam ettim.
Dershane ile okulun işlevi farklı. Biz hep sınavda ne tip sorular çıkar, neleri göz önünde bulundurmalıyız, şurası çok önemli, şuranın altını çiziyorum, mecburen hızlı anlatıyoruz. Ama okulda mikroskobu çıkartıyorsunuz, deney yapıyorsunuz. Video izletiyorsunuz. Ders çok eğlenceli hale geliyor. Okul öğretmeni iken benim dersimi çocuklar çok severdi. Burada sayısal öğrenciler için biyoloji, tarih, coğrafya gibi istenmeyen ders. Çocuk biyolojiyi sevmeyince arka sırada matematik çözüyor. Bir şey diyemiyorsunuz. Çocuk sizi dinlemek istemiyor. Kendim çalışarak yaparım diyor.
Sözel öğrenciler matematiğin m’sini anlamıyor. 12 yıl boyunca halledememiş, bütün her şeyini size bağlıyor. Ve sizde bunu göremeyince, tamam diyor, bitti her şey. Benim bir velim dedi ki, “Hocam, gerekirse döverek öğreteceksiniz!” Böyle bir terbiye sistemi zaten olmaz da, kendi sorumluluğunu size yıkıyor. Diyor ki “Ben zorluklarla gönderdim çocuğumu. Bu yıl kazandı, kazandı. Kazanamadı bitti.” Siz de bunun ağırlığını hissediyorsunuz. Çocuğun başarısızlığını size mal edebiliyor. “Demek ki siz veremediniz, siz çalıştıramadınız” diyor. Hâlbuki buradaki sistem hiçbir yerde yok. Bir de “Bu konu çıkmayacaksa eleyelim” diye garanti istiyor sizden. Ben böyle bir riske nasıl gireyim? Hangisini eleyebilirim? Yıllarca çıkmamış konulardan soru gelebiliyor.
Coğrafyanın özellikle 9. sınıf konularında öğrenciler çok zorlanır. Ben ağır bir konuyu anlattıktan sonra başka ağır bir konuya geçerken üzülüyorum. Çünkü öğrenciye test verip de pekiştiremiyorum. Keşke daha geniş bir vakit olsa. Zayıf sınıflarda problem büyük. Birlikte bakmaya çalışıyoruz ama yeterli olmuyor. “Hocam matematiği hallediyoruz, coğrafyayı halledemiyoruz” diyorlar. Çocuklarda biraz da ezber mantığı olduğu için, muhakeme gerektiren coğrafyada zorlanıyorlar. Öğrenciye çok basit bir şey sorduğumda aslında cevabı bildiğinden eminim. Ama sanki ben çok farklı bir şey sormuşum gibi cevap vermiyor. Çünkü düz mantık düşünüyor.
Çocuklara diyorum ki, ders çalışmak yerine farklı şeylerle ilgilenirseniz bu “Allah’ım sınav olsa da olur, olmasa da olur” diye dua etmeye benzer. Normalde yapabileceğiniz soruları da kaçırırsınız. Ama bütün gayretinizle sınava asılır, eğlencenizi bir yıl sonraya ertelerseniz sınavda zihniniz açılır, yapamayacağınız soruları da Allah size gösterir. Çok iyi net çıkaran bir çocuk bazen kaydırıyor cevapları veya hastalanıp sınava giremiyor. Bu iş kesinlikle nasip meselesidir. O yüzden tevekkül ve sabrı da anlatıyoruz onlara.
Öğrenciye soruyorsun: Ne olmak istiyorsun? “Puanım bir gelsin de hocam. Ne tutarsa ona göre” diyor. Okul aile rehberlik hizmetinin biraz artırılması, çocukların hangi alana yatkın olduklarının önceden tespit edilmesi lazım. Senin için şu alan çok daha verimli olur denirse, çocuk o doğrultuda kendini geliştirir, üniversiteye gittiğinde hayal kırıklığı yaşamaz. Burada anlattığım edebiyattan hiç zevk alamıyorum. Zevk aldığım şeyi ise anlatacak vakit yok.
Sınıf arkadaşlarımla ne olmak istedikleri konusunda dertleşiyoruz.
Altunizade FEM’in fedakâr öğretmenleri benim gibi veteran bir öğrenciyle yakından ilgilendiler.
Allahım Yarabbim, ne kadar gereksiz şey varsa soruyorlar bu sınavda. LGS’ye girmem arkadaş!
Allah’ım çalıştığım yerlerden inşallah!
Sınav
maratonunun son haftasına girdiğimizde öğrenciler türbelerde dua
ettiler. Bütün yıl çalışıp çabalamışlardı, ekini toplama zamanı
yaklaşıyordu. Allah şu yüce zatın yüzü suyu hürmetine sınav anında zihin
açıklığı versin, emeklerini zayi etmesindi... Ben de Aziz Mahmud Hüdai
Hazretleri’nin türbesinde sınava giren tüm öğrenciler için dua ettim.
Allah herkesin gönlüne göre versin. Amin...
http://www.zaman.com.tr/pazar_bilemedigimi-sallasam-mi-bos-mu-biraksam_2068939.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder