Manâya,
fizik ötesine kapalı bulunan modern zihniyet hadiseleri sadece maddî
sebep-sonuç temelinde ele aldığı için, çok defa doğru görme, doğru
değerlendirme ve doğru sonuçlara varmaktan mahrumdur.
Nasıl bir kelimenin asıl varlığı onun manâsı olup, harflerden oluşan maddî yapısı değilse, bunun gibi, hadiselerin de, tarihin de asıl varlığını oluşturan manâları vardır. Bu manâlar, İlâhî İrade, hadiselerin aktörleri olan insanların niyet ve iradeleri, içinde bulunulan ve geçmiş nesillerin, ayrıca gelecek nesillerin de rolü ve katkısı bulunan şartlar ve bir işi yapma, bir neticeye ulaşmak için takip edilmesi gereken yol ve yerine getirilmesi gereken sebeplerdir.
Hadiselerin varlığını oluşturan bu görünür faktörlerin yanı sıra bir de zahiren görünmeyen faktörler vardır ki, bunlar da, kişilerin manevî ve ahlâkî halleri, neyi hak edip neye müstehak olduklarıdır. Ayrıca, yapılacak işin Allah katında doğru veya yanlış olması da, bu ikinci kategoriye dâhildir.
Hadiselerdeki bu ikinci faktörler toplamına Cenab-ı Allah'ın Kelâm sıfatından gelen ve dar manâsıyla "din" olarak tecelli eden Şeriat-ı Garrâ denirken, önceki faktörler toplamına ise O'nun Kudret ve İrade sıfatlarından gelen Şeriat-ı Fıtriyye veya Tekvîniyye denir.
Bu iki Şeriat, bilhassa mü'minler için birbiriyle kesişir ve hattâ iç içedir. Mü'min, dünyada başarılı olmak isterken, "Neticeye giden her yol mubahtır." anlayışıyla hareket edemez. Netice gibi, neticeye giden yoldaki her hareketin de meşrû olması gerekir.
Bunun için bilhassa mü'min, Din'deki ihmal ve kusurlarının da dünyada cezasını görür. Meselâ, Hz. Bediüzzaman 1. Dünya Savaşı'ndaki mağlûbiyetimizin sebeplerini sıralarken, Şeriat-ı Tekvîniyye açısından yapmamız gerekenlerdeki ihmalimizle, ilmî, teknolojik, ekonomik ve askerî açılardan Batı'nın çok gerilerinde kalmış olmamızla birlikte, namaz, zekât, oruç ve hacdaki ihmallerimizi de nazara verir.
"Beş vakit namazı ihmal ettik; karşılığında 5 yıl cephelerde alnımız 'secde'den kalkmadı. Zekâtı vermede cimrilik ettik; Allah, birikmiş zekâtı (savaş giderleri, fakirlik ve mahrumiyetle) elimizden aldı. Nefsimize acıyıp, oruç tutmadık; (açlık ve mahrumiyetle) mecburî oruç tuttuk.
Hacca gitmedik, ondaki faydalarımızı düşünmedik, cepheden cepheye koşturulduk." der. Bütün bunlara işlenen günahlar, haramlar da eklenince artık Allah (c.c.), mağlûbiyetimize hükmetti. Yine, Kur'ân-ı Kerim'de, peygamberlerle salâhat üzerine kurulan sistem ve sağlanan ittifakların, bağy, yani karşılıklı kıskançlık ve tecavüzler sebebiyle bozulduğunu, bağye kadın, çocuk, malservet, mevkimakam, eşya ve kazanç gibi şehvetlere tâbi olma ve bunlar üzerinde yarışmanın yol açtığını, bunun ise namazı zâyi etme ile başladığını okuyoruz.
Demek oluyor ki, bozulma ve bozulma gibi düzelme de, insanların iç dünyasında başlar ve sonra dışarıya yansır. Nitekim yine Kur'ân'da, "Bir millet kendi içini değiştirmedikçe, Allah da onların durumunu değiştirmez." buyrulur.
AK Parti'nin de, Türkiye'nin de bugününe ve yarınına bakarken, öncelikle nazara almamız gereken hususlar, kısaca bunlardır. Yoksa her zaman aldanır ve yine Kur'ân-ı Kerim'de dikkat çekildiği üzere, Hz. Yunus gibi, balığın karnında karanlık üstüne karanlıklarla kuşatılmışken, her şeye sadece baş gözüyle bakanların "Artık her şey bitti!" dediği bir noktada önümüze bütün kapıların açılıverdiğini görürüz.
Veya "En büyüğüz, rakipsiziz!" dediğimiz anda aslında batmaya mahkûm bir Titanik üzerinde veya "Musa'yı ve kavmini kıskıvrak yakaladık!" diyen Firavun ve ordusu gibi üzerimize kapanıverecek bir denizin tam ortasında olduğumuzu neden sonra anlarız ama, artık iş işten geçivermiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder