Popüler Yayınlar

6 Haziran 2013 Perşembe

Rüya, kapitalizm ve ağaç gölgesi


Çocukluğum bir dağ köyünde geçtiği için Sabahattin Ali'nin “Benim meskenim dağlar” mısraının bana eşlik ettiğini hissetmişimdir hep. Ama daha geçen gün annemin bahçedeki malta eriklerinin olgunlaşma sürecini gözden kaçırmamı kınaması, ağaçlarla arama giren büyük şehirle ve apartmanla yüzleştirdi beni.
 
“Başını camdan da mı uzatmadın hiç?” sorusu, dikkatin de şükür bahsine dahil olduğu hakikatiyle şu mübarek günlerde sarsıcı bir uyarı oldu benim için. Bu uyarı akabinde hafızamda neredeyse kişilik kazanmış pek çok ağaca doğru bir gezintiye çıktım.

İlk çocukluk çılgınlığımın müsebbibi bir kiraz ağacıydı. Sekiz yaşlarındaydım ve babaannemle birlikte köye yaya olarak iki saat uzaklıktaki yaylada kalıyorduk.

Ama benim aklım köydeki tek kiraz ağacındaydı. Dedemin kim bilir nereden bulup da diktiği daha birkaç yıldır meyveye duran o küçük kiraz ağacında.

Beş yaşındaki kardeşimin de elinden tutup kimselere görünmeden köknarların, çamların arasından, kozalakların çıtırtısının, rüzgarın uğultusunun ve ağaç dallarının hışırtısının verdiği ürpertiyle, ama yine de vazgeçmeden yürüyerek gelmiştim köye.

Kaybolmaktan kurt kapmaya ormanın tehlikeli dünyasını göz ardı edip. Günlük hasat işlerini bitirip yaylaya dönen köylü teyzelerin götürdüğü haber olmasa babaannem meraktan ne yapardı, onu düşünecek yaşta değildim anlaşılan.

Dedemi sırtında acı elma, ahlat ya da fındık fidanlarıyla hatırlıyorum.

Her dağdan gelişte bir fidan getirir dikerdi bahçeye. Yeni toprağının genç fidanı benimsediği anlaşılıp biraz da boy atınca başlardı aşılama faaliyeti.

Acı elmaya elma, ahlata armut dalından aşı yapar, kırık bir kolu sarar gibi  özenle sarar ve gelip gidip bakardı tutmuş mu diye.

Böyle emek vere vere yıllar içinde bütün köye yetecek hatta komşu köylere bile nasip olacak bir meyve bostanımız olmuştu.

Yarısı ahlat yarısı aşılı armut veren ağaç, tabiata hayretle bakan çocuk muhayyilemi besleyen tanıklıklardan biriydi. Haram helal bahsini de hep ağaçlar üzerinden sınamış olduğumuzu hatırlıyorum bugünden bakınca.

İstanbul'da çocukluğumun geçtiği cami, şadırvan ve ev arasındaki meydana sarkan komşunun dut ağacının dalları, ne zorlu bir imtihandı ilk baharda!

Ancak kendiliğinden düşenleri almamıza izin verirdi büyüklerimiz, komşu teyzenin göz hakkı deyip ikram ettikleri hariç. Bahçemize sarkan ıhlamurun yarısını biz toplardık dama çıkıp, yine izin dahilinde.

Bir ilkbaharda Berlin'e gittiğimde sokakların o kadar latif gelmesinin nedeni, beni çocukluğuma götüren ıhlamur kokusuydu belki de.

Şimdi de evimin çevresindeki sokaklarda ara ara ıhlamur ağaçlarına rastlıyorum. Bazen yürürken kokunun peşine düşüp buluyorum, bazen birdenbire çıkıveriyor karşıma.

At kestanelerinin, fıstık ağaçlarının gölgesinde oynadığımız oyunları düşününce benim çocuklarımın hafızasında yer eden, müşahhas bir kimlik kazanan ağaç var mı sorusunu sormaktan alamıyorum kendimi.

Birkaç yıl önce köyün camisini gölgeleyen ağacın kesilmiş olduğunu görünce neden o kadar hüzünlendiğime pek anlam verememelerini de ağaca dair böyle müşahhas bir tecrübelerinin olmamasına bağlıyorum.

Yetmişli yıllarda  köyün yaşlıları namazdan epeyce önce gelir ve havanın güzel olduğu zamanlarda caminin önündeki ağaçlar altında, tahta sıralara oturarak sohbet ederlerdi.

Cenaze için toplanıldığında, bu ağaçların acılı insanları adeta sarmalayan, hışırtılarıyla teselli eden koruyucu bir perde işlevi gördüğünü düşünürdüm hep.

Cami bu bahçenin ardında, mütevazı ahşap bir yapıydı. Ağacının gölgesinden sıyrılmış adeta çırılçıplak karşımda gördüğümde, caminin sanki mahcup olduğu hissi düşmüştü içime.

Gezi Parkı'ndaki ağaçlarla ilgili benzer hatıralarım yok belki. Ama eminim benzer anılara sahip çok kişi vardır.

Bu yüzden şehrin merkezindeki tek yeşil alanı koruma gayreti, ideolojik bir karşı çıkış olarak değil, ağacı ve doğayı sahiplenen, kapitalist sistemin hegemonyasına karşı insandan ve doğadan yana olan bir ses olarak görülmeli. Kapitalizm ile ağaç gölgesi arasındaki çelişkiye yüz elli yıl öncesinden işaret etmişti zaten Marks:

“Kapitalizm, gölgesini satamadığı ağacı keser.”

Müslümanların savaş ahlakıyla ilgili düşünürken beni en çok etkileyen bilgi, Efendimizin Hayber'in fethi sırasında ağaçların kesilmesine izin vermemesiydi.

Ağaç öyle bir sembol ki, cennet, hayat ve iktidar hep onun üzerinden anlatılmış. Koca Osmanlı Devleti, Osman Gazi'nin rüyasında gördüğü bir ağacın dallarına tutunarak tesis edilmedi mi?

Cennette Tuba ağacının gölgesini uman müminlere bu vaade mukabil kıyamet koparken bile fidan dikmesi tavsiye edilmiyor mu? Ve bu dünyanın misali de bir ağaç gölgesi, nihayetinde.

Sözün özü, dünyaya da cennete de bir ağaç gölgesi hakim, bizim tasavvurumuzda. Bu yüzden ağaç da gölgesi de hassas mevzu.

Meselenin güncel boyutuna gelince... Pek çok konuda “Avrupa'da neyse bizde de o” diye destekliyoruz görüşlerimizi. Peki bunca konut sorununa rağmen İngilizlerin Hyde Park'a hiç dokunmadığını neden kimse görmüyor?

Nisan ayında bir gün, Londra'da yeni yeni bahara hazırlanan Regents Park'ta, her gün doğumu vaktinde mutad zikrini kuş sesleri eşliğinde yapan arkadaşıma eşlik etmiştim.

Sanki şehrin dışındaymışız hissi veren yeşil alanda yürürken söz ev kiralarının yüksekliğine gelince “çağırsınlar TOKİ'yi, kökten çözer bu meseleyi” esprisini yaptığımda gülmüştük, ağlanacak halimize.

19. yüzyılın kasvetli sanayi şehri Londra'yı 21. yüzyılda bu kadar yeşil görmek, beni diğer kuzey ülkelerinin yeşilinden daha fazla hüzünlendirmişti. Dünyası da ahireti de ağaç gölgesinde şekillenen bir dinin mensubu olarak...

Ve yeşerten/yetişen Hızır'ı, gündelik hayatına bu denli dahil eden bir kültürün temsilcisi olarak...

 Duam: Rüyamız ağaç üzere olmaya devam etsin... Ama kâbusumuzun, ağaç gölgesini hedef alan kapitalizmin mücessem hali AVM'ler olduğunu unutmayalım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder