Popüler Yayınlar

12 Eylül 2013 Perşembe

Bilimin Felsefe bilincini dışlaması

11 Eylül 2013

İlahiyat fakültelerinin müfredatında felsefe ve tarih derslerini dışarıda bırakan değişikliklerin öngörülmesi tartışma doğurdu. 

İlahiyatın kendisi, ilim olduktan ve değişik bilimleri içine aldıktan başka düşünsel yani felsefi bir disiplindir.

İlahiyat fakültelerindeki derslerin tarihi ve felsefeyi dışta bırakarak işlenmesi, konuların ele alınışında insanın dışlanması anlamına gelir.

Çünkü programına yoğun bir infiratçılıkla eğilinmiş her uzmanlık alanında insan dışlanır. Sözle olmadığı takdirde uygulama insanı dışta bırakmakla sonuçlanır.

Müfredatın değişmesi yönünde işleme konulan prosedüre, akademi dünyasından da etkili ve önemli itirazlar, yöneltilmiş karşı oylar var.

Değerli bilim adamı Prof. Dr. Durmuş Günay, açıkladığı (kısmen yazılı basına intikal ettiği gibi tüm metni önümüze gelen) görüşlerle bu konuyla ilgili heyete söylenebilecek olanları ortaya koymuş bulunuyor.

Akademi dünyasının işleyişine müdahale etmek tabii ki bize düşmez. Reform, yenilik demektir. Üniversitede yapılacak yeniliğin sonuçları akademinin çatısı altında kalmaz, kalmaması da gerekir.

Durum böyle olunca bilimsel çalışmaların bir bölümünde daha, tarihin ve felsefenin dışlanması (ki bu nihai anlamda insanın dışlanması anlamına gelir) çerçevesinde bazı görüşlerin kısaca ortaya konulması şart oldu.

İNSANI, ESTETİĞİ, FELSEFEYİ DIŞLAMAK

Estetiği ve felsefe bilincini dışlayan bir yaşama biçimi ile karşı karşıyayız. Tüketim toplumunda yaygın ilgilerin odağını sadece yaşanmış deneyimler dolduruyor, günlük yaşamın gerekleriyle baş etme çabası insanların bütün vaktini alıyor.

Ortega y Gasset'nin resim sanatında yürünen yeni yolu Sanatın İnsanı Dışlaması olarak nitelemesinin üzerinden yüz yıla yakın bir süre geçti.

Ünlü İspanyol düşünür, eşyanın resim sanatı üzerinde kurduğu egemenliğe ve bu durumun olumsuzluğuna dikkat çekmiş idi yazısında.

Günümüzde piyasaları istila eden eşya bolluğu, tercihleri boyunduruk altına alıyor ve toplumsal yaşamda insani niteliklerin görmezden gelinmesine yol açıyor.

Bu eğilim yaygınlaştı, kurumların işleyişini belirlemede etkili olacak ölçülere ulaştı.

Kurumların eliyle yürütülen programlar eskiden olduğundan daha fazla teknik proje ve prosesüs halindedir.

Bir yandan da değişik uzmanlık alanlarının kendi sınırlarını kalın çizgilerle çizerek başka konularla arasını kestiğine tanık oluyoruz.        

İnsanın bilinci, yaşadığı dönemdeki soyut ve somut biçimlenmeleri kapsar ve işleyişini bu biçimlenmeler üzerinden sürdürür.

Bu nedenle pratik akıl işlevseldir ve öncelikli rol oynar. Günlük yaşamda kavramların uygulama değeri öne çıkar.

Herkes kavramların günlük yaşamdaki uygulama değerini baz alarak işlerini yürütmenin peşindedir.

Çünkü söz konusu değeri gösteren güncel biçimlenmeyi aynı şekilde anlamakta ve kabul etmektedir.

Aynı kavrayışın paylaşılmasında insanlar arasında adeta bir ittifak vardır. İşlerin yürütülmesinde kolaylık sağlar bu kavrayış ortaklığı.

Fakat şu bir gerçektir ki, bir kavramın herhangi bir zamanda ve mahalde aldığı biçim ve taşıdığı anlam o kavramın evrensel anlamda yüklendiği değeri tamı tamına içermez.

Kavramın belli bir dönemde yüksek derecede işlevsel olması dahi onun anlamında evrenselliği yakalayacak ölçüdeki bir genişlemenin teminatını vermez.

İnsanın yaradılışından gelen ve doğasıyla ilgili her kavram özünde evrenseldir. Hepimiz özünde bütün evreni kapsayan kavramlara ve duyum parçalarına içinde bulunduğumuz koşullara göre tutunuruz.

Koşullar evrensel öz ile bağlantıların kopmasına yol açabilir. Halbuki bu bağlantıyı devamlı korumamız gerekir, aksi takdirde doğduğu koşulları yitiren bir kavram çürür ve çürütür.


İnsanların tutumlarını gözden geçirmeleri, daha uygun bir deyişle nefis muhasebesi yapmaları gerektiği gibi, içinden geçilen koşullara bakarak kavramların, ilkelerin ve yapıp etmelerimizin evrensel kavrayış karşısında daima sınanması gerekir.

Söz konusu sınamanın yeri insanın anlayışı, zihni, aklı, görgüsü, kısaca yaşam duygusudur, başlıca yollarından biri ise felsefi çabalardır, felsefi tutum ve düşünüştür.

Dini ilimlere ilişkin ilkeler ve  kavramlar söz konusu olduğunda bu sınama onun uygulamadaki anlamını, kapsayıcılık ve yaygınlık ile kavrayıştaki güvenirlik derecesini ölçme üzerinden yapılacaktır.

Felsefenin başka disiplinlerden bağımsız ve kendi tekelinde tuttuğu bir dünya yoktur, konuları varlığa ilişkin bütün alanlara uzanır ve başka bilimlerle irtibatlıdır. 

Felsefeyi ilgilendiren konuların hiçbiri insan bilincinin haricinde bir yerde şekillenmez.

Genişleme ve daralma bilincin alanında meydana gelir. Zihinsel işlem halihazırda meydana gelir, zihnin işleyişi psikolojik gelgitlerden ibaret kalmaz.

Gelgitlerin vukubulduğu esnada zihindeki geçmiş hüküm yürütmez ancak her kavramın bir tarihi ve tarihsel arkaplanı vardır.

İtikadlarımız, duyum halinde insandan insana geçen ilkeler olmak bakımından ve insan duyumu olarak arkaplana sahiptir.

Zekâ ve akıl insani ve toplumsal sorunları çözmeye yöneldiği zaman işte bu arkaplana bakarak tarihi bilginin, mantığın ve felsefenin yardımına ihtiyaç duyar.

Felsefe, yeteri kadar ilgi konusu olmuyor diye başka dünyada ve başka niteliklere sahip insanları ilgilendiren bir disiplin değildir.

Özellikle günümüzden başlayarak klasik İslam filozoflarının Maveraünnehir ve Endülüs'te yaşadığı dönemlere uzanan düşünce ekollerinin yok ya da ortada görünmüyor olmasına bakarak, bu yollarda ilerlemekten vareste tutamayız.

Olguları sırf güncel bağlantılarına (empirik duruma) bakarak, pragmatik çerçevenin içinde kalarak anlayamayız. 
     
DİNİ İLİMLER VE FELSEFE BİLİNCİ

Felsefi bilinç nasıl dışarıya açık olmak durumundaysa, insanlık içinde ve toplumsal ortamlarda, dini ilimler dahil insani ilimlerin kökenleriyle irtibatı, evrensel anlamları ile uygulamadaki kavranışlarının örtüşme derecesi daima sınanır vaziyette olmak durumundadır.

Bu çerçevedeki kavrayışa felsefe bilinci de deniliyor.

Kavramlar tarih boyunca geçirdikleri istihalelerden ve evrensel anlamının yoklanmasından koparılarak uygulandığı takdirde tek bir biçimlenme üzerinden taşlaşmaya mahkûmdur.

Kavramların kireçlenerek esnekliğini kaybetmesinin nelere mal olduğunu göreceğimiz en uzak ve en yakın model İslam tarihidir. 

En uzak diyoruz çünkü yüzlerce yıllık kireçlenmenin nedenlerini düşünmeyi unutmuşuz. En yakın diyoruz çünkü İslam tarihi bizim tarihimizdir.

Orta Asya'da yaşamış ve eserlerini Arapça olarak yazmış olan düşünürler bizim düşünürümüzdür.

Ele aldıkları meseleler bizim meselemizdir. Farabi, İbni Sina, İbni Rüşd antik dünyadaki eserleri çevirip yorumlarken onları güncellemişlerdir.

Aristoteles'in Metafizik hakkında serdettiği açıklamalar, varlığın var oluşuna tek yaratıcı etrafında açıklama getiren Müslüman düşünürler için çıkış noktası ve geçit yeri olduysa bunun nedeni aynı eserin İslami kavrayış çerçevesinde güncellenmesidir.

İbni Rüşd, dini ilkeler ışığında felsefi düşüncelerin gereğini açıklamış, bu görüşleriyle onun eserinden alıntılar yapan Aquinolu Thomas için bir yol gösterici olmuştur.

Bir yanda üstünde en ince hassasiyeti gösterirken felsefi çalışmalarla kavrayış alanlarını genişletenler var; ki bunların akıl yürütmeleri tasavvuf yolunda olanlara yaramış ve İslam medeniyetinin en canlı devirlerine tekabül etmiştir, öte yanda mantıki düşünceyi iptal edip ritüeller üzerinden batıni ekolleri oluşturanlar vardır ki bir daha sökülemez ölçüde kireçlenmeye yol açmışlardır.

Seçim yapan bir kişinin iki uzak ucun göründüğü bu duruma bakması ve ders çıkarması lazımdır.

Arada asırlar süren ve nedenleri üzerinde ayrıca konuşmanın mümkün olduğu bir kesintinin bulunduğu gerçektir ancak Osmanlı dönemindeki medreselerde felsefi düşünüşün tarihselliği aleyhinde tavır alındığını söyleyemeyiz.

Medreseleri de içine alan eksikliğin çıkış noktası başka yerlerdedir. Son devirdeki (20. yüzyılın başındaki) Osmanlı uleması, tek insanın yetkinliğe ulaşması kaygısını merkeze aldıklarında da toplumsal ve siyasi konulara girdiklerinde felsefi düşünüş alanındaki açığı kapatmaya yönelik bir üslubu benimsemişlerdir.

Demokrasi kavramının yeterince toplumsallaşmadığı, bu nedenle tartışmalar denizinin üstünde şüphelerin yüzdüğü bir devirde çağdaş toplumsal kavramlara göndermede bulunmaktan geri kalmamayı isteyerek demokrasi fikri etrafında dolaştıklarında dahi son devirdeki Müslüman düşünürlerin eserlerinde tarihsel boyuttan kopmadıklarını ve güncel koşullanmalardan kaçındıklarını söyleyebiliriz.

Biz bilgi üreten ve ihraç eden bir toplum olmaktan çok ithal eden bir toplumuz.

Osmanlı tarihi, coğrafyası gibi bize özgü olduğunu herkesin kabul edeceği konularda dahi güvenilir bilgiyi üretir ve dünyaya ihraç eder durumda değiliz.

Hal böyleyken ve İslami konularda uluslararası alanda bilinmeyen kaynaklardan çıkarak dolaşıma sokulan fikirlerden  fanatizmi besleyenler yüz ağartıcı nitelikte olanları her gün daha da koyulaşan bir gölgede bırakmakta iken ilahiyat fakültelerindeki müfredatı güncel koşullanmalara teslim edecek bir değişikliğe gidilmesi vahim sonuçlara yol açacaktır.

İnsani ilimlerin başlıcası durumundaki dini kavramların evrensel ve tarihsel özünden koparılarak öğretilmesiyle düşünme alanında meydana gelecek daralmaya cevaz vermeyi üniversite kavramı ile bağdaştıramıyoruz.

Bu nitelikteki değişiklikler uygulamaya konulursa en geç bir kuşak sonra vazgeçileceği kesindir; ancak o zamana kadar ortaya çıkacak bilgi açığının ve eğitimdeki kısırlaşmanın ve her türlü toplumsal marazın nasıl giderileceğinin şimdiden düşünülmesi gerekiyor.

1 yorum:

  1. Bunlarin Modern Felsefi gelismelerden haberi yok, hala felsefeyi metafizikle karistiriyorlar. Bunlara verilecek cevabi 820 yil kadar once Ibn Rushd Endulus kadisi olarak vermis "Felsefe tahsili toplum icin farz-i kifayedir". Bu demektirki bir toplumda felsefei muesseseler tib muesseseleri kadar isler degilse o toplumun lisani saglikli degildir, her turlu virus saldirisina aciktir. Boyle bir toplum fazla ayakta kalmaz.

    YanıtlaSil