Popüler Yayınlar

26 Ocak 2014 Pazar

‘Önce mecaz, öğrenin!’ [Behçet Necatigil] - Hilmi Yavuz


Buffon’un çok iyi bilinen bir özdeyişi vardır: ‘Le style c’est l’Homme même!’ Eskiler, bu sözü, ‘Üslub-u beyân, ayniyle insan’ diye çevirmişlerdir;- ‘sözün neyse, sen de o’sun!’ anlamında!
Bu elbette söz’ün içeriğine değil söyleniş tarzına, dile getiriliş biçimine ilişkindir. Söz konusu edilen içerik değil, üslub’dur çünkü…

Burada bir üslub çözümlemesi yapmadan bu çözümlemede uygulanacak metodu önceden belirlemek gerekiyor.

Bu yöntem, İslam mantıkçılarının deyişiyle, delilden medlûle doğru istinbad etme yöntemidir;- kısaca, görünenden [veya, söylenenden], görünmeyeni [veya, söylenmeyeni] çıkarsamak!

Örneklerle işe başlayalım. Mesela, ‘seni kümesinden çıkaracağım!’ dediğinizde, söylenmeyenin, yani medlûlün ‘tavuk’ olduğunu; ‘seni ahırından çıkaracağım!’ dendiğinde, medlûlün ‘eşek’ veya ‘at’ olduğunu; ‘seni ağılından çıkaracağım!’ denildiğinde medlûlün ‘koyun’ olduğunu; ‘seni kovanından çıkaracağım!’ dendiğinde medlûlün ‘arı’ olduğunu istinbad ederiz;- yani, çıkarsarız!

Şimdi bu okumayı ‘sizi ininizden çıkaracağım!’ sözüne uygulayalım. Her barınağa [delil’e] ilişkin bir medlûl olduğundan yola çıkarak, bu deyişin medlûlünün, vahşi bir hayvan, özellikle de gündelik dilin konvansiyonunda ‘ayı’ olduğunu biliriz.

Öyleyse bu sözü söyleyen kişi, ‘sizi’ diye atıfta bulunduğu kişileri, vahşi hayvanlar olarak görüyor demektir. [İlginç bir tespit: Bizim kültürümüzde ‘ayı’ değersizleştirici, aşağılayıcı bir nitelemeyken, mesela Rus kültüründe, tam tersine değerlileştirici, yüceltici bir nitelemedir: ‘Medved’, ‘Ayı’, tıpkı bizdeki ‘aslan’ veya ‘kaplan’ gibi, Rusya’da sıklıkla soy ad olarak kullanılır.]

Bir başka örnek şu olabilir: Mesela, birilerini, ‘haşhaşîler!’ diye işaretlerseniz, bu sözün medlûlü, o kişileri ‘afyonkeş kan dökücüler, katiller’ olarak telakki ettiğinizi gösterir [bilinen: Fransızcadaki ‘assasin’, yani ‘katil’ anlamına gelen kelimenin, Hasan Sabbah’ın ‘Haşhaşî’lerinden türetildiğidir.]

Devam edelim: Demek ki bir topluluğa ‘sizi ininizden çıkaracağım!’ demek, o topluluğu ‘vahşi hayvanlar’; ‘haşhaşîler’ demekse onları ‘afyonkeş katiller’ olarak görmek anlamına geliyor.

Şimdi asıl soruyu sormanın tam sırasıdır: Ama acaba, deliller [in, haşhaşî] ile medlûlleri arasındaki ilişki, mesela ateş’le duman arasındaki ilişki gibi [duman: delil/ ateş:medlûl] gerçeklik olarak değil de, mecazî olarak kullanılmış olduğunda neyi gösterir?

Şunu: Gerçeklikteki delil-medlûl ilişkisinin, ‘ateş olmayan yerden duman çıkmaz!’ örneğinde olduğu gibi mecaz olarak kullanıldığı durumlarda, mecazın gerçeklikteki karşılığı sorgulanmaz, yani, ‘ateşten hep duman çıkar mı?’ denemez.

Oysa, mecazdaki delil-medlûl ilişkisi bir gerçekliğe karşılık gelmiyorsa, bir başka ifâdeyle, bu ilişkiyle atıfta bulunulan insanların gerçeklikte birer ‘vahşi hayvan’ veya ‘afyonkeş katiller’ olmadığı biliniyorsa, o zaman bu ilişkiyi kuran öznenin üslûbuna bakmak, bu üslubu sorgulamak gerekecektir.

Karşısına aldığı insanları mecaz yoluyla vahşi hayvanlara ve afyonkeş katillere benzeten kişinin üslubunun önü alınmaz bir nefret, gözü kara bir düşmanlık ve korkunç intikamcı bir yaklaşımın gayreti içinde bulunduğunu gösterir.

‘Üslûb-u beyan, ayniyle insan’ın bu örnekteki anlamı budur!

Ayrıca, ‘paralel yapı’ teşbihinin de isabetli olmadığını söylemeliyim. Zira Euklides’ten beri bilinen aksiyom, paralel çizgilerin ancak sonsuzda kesiştikleridir.

‘Paralel’lik atfedilen çizginin, asıl çizgi ile ‘kesiştiği’, asıl çizgiye müdahale ettiği öne sürülürse bu, teşbihte bir hata olduğunu gösterir…

Not.: Bu yazımı, pazar eklerindeki bir sudoku bulmacasının çözümü gibi okuyun lütfen! Eğlenirsiniz ayrıca![H.Y.]

Hatırlamakta fayda var - Ahmet Selim


Üzerinde çokça durduğum bazı meseleleri hatırlamakta fayda var… Spinoza hakkında Cemil Meriç şöyle diyordu: “İncil ve Tevrat yüzünden panteist oldu.” 

Doğruydu söylediği. Ne yapacaktı Spinoza? Ya Descartes gibi, “Manevî alan var ama, aklın orada işi yok.” diyerek düalizmi benimseyecekti. (Ki, Kant’ın da söylediği, özde bundan çok farklı değildir.)

Yahut da, düalizmi “madde” lehine ortadan kaldırmanın üç yolundan birini seçecekti: Ya deizm, ya panteizm, ya ateizm!

Ateizmin karanlığını çareymiş gibi gösteremeyecek kadar zekiydi. Voltaire gibi deizme tutunacak derecede gönül fukarası değildi.

Descartes’ın aklı tereddütte bırakıcı düalizmiyle yetinmek istemiyordu. Tevrat’la İncil arasında gidip gelmenin bunalımlarından da kurtulamamıştı. Panteizm’e çark etti… Panteizm, çıkmaz sokakların en uzunu. Kırk katır ve kırk satır yerine pösteki saymak.

Bir sözü daha var Cemil Meriç’in: “Müphem bir deizm, mutlak (çıplak) bir ateizmden çok daha tehlikelidir.” (zehirlidir). Bu aynen panteizm için de geçerlidir. Müphemiyet, zaten, deizmin de panteizmin de kendi mahiyetlerinden doğan has seciyeleridir. Onların propaganda silahıdır…

Vuzuh projektörlerini üzerlerine çevirirseniz, sun’î farklılıklar kaybolur ve mahiyetlerinin sırrı açığa çıkar. Birisi ateizmin yandan çarklısıdır, diğeri menevişlisi! İkisi de estetiği ve edebiyatı çok iyi kullanır.

Çünkü mecazlar, cinaslar, teşbihler, istiareler, (yeni deyişle ve kabulle, imajlar-imgeler-metaforlar vs.), vuzuhtan çok, müphemiyetin ihtiyacıdır. Vuzuh, namuskâr ve cesur fikrin harcı.

Müphemiyet, korkaklığın ve samimiyetsizliğin sığınağı. Bütün vazıhlar ve bütün müphemler aynı hükmün “tahyir” parantezlerine alınamaz; fakat genel manzara böyledir.

Yeri gelmişken, bir ukdeye temas etmek istiyorum…

Bir Müslüman düşünün. İmanı sahih, ibadetlerini de yapmaya çalışıyor… Ama bir dünya görüşü yok, tefekkürî-fikrî bir bakıştan mahrum…

Panteizmi sunuyorlar, yutuyor. Deizmi anlatıyorlar, kanıyor. Masonizmin takdimleriyle karşılaştırıyorlar, kapılıyor.

Ateizmin dolaylı telkinlerini moda cazibesiyle önüne getiriyorlar, sahiplenebiliyor. Pozitivizm’in teknolojik destekli tuzaklarına çağırıyorlar, tıpış-tıpış gidiyor…

Bu hale ne diyeceksiniz? Çözüm nedir?

Satıhta kalmayalım. “Sıfırı bulduk” falan. Sonra ne oldu? Açın bakalım lügatleri; “Meşşaiyye”, “İşrakiyye”, “Revakiyye” ne demekmiş? Hepsinin kökü eski Yunan’dır. Aklımızı çalıştıralım derken ruhumuzu sakatladık.

Tevillere ve makyajlara lüzum yok; inin kaynaklara, gerçeğin bu olduğunu görürsünüz. Gazalî’nin karşı çıktığı da buydu. Nedir sebepleri?

Tefekkürde manevî şuuru öne almamaktır. Yeni meselelerle karşılaşınca; gereken gayreti ve basireti göstermemektir. Fikir ve kavram üretmek yerine, taklitçi benzeşmelere sarılmaktır…

Böyle bir başlangıç noktasından yola çıkmaya çalışırsanız, başlamadan bitersiniz. Bizim önümüzde; Descartes’ın, Kant’ın, Locke’un önündeki talihsizlikler yoktu…

 Önce tefekkürün ne olduğunu tefekkür etmek lazımdır. “Tefekkürde taklit” aklın da ruhun da iflası demektir. Yine Cemil Meriç diyor ki: “Kafatasını çatlatsan bu teslise akıl ermez!” Doğrudur.

Ve Batılı düşünürlerin çoğu mazurdur. Bu mazurlar grubunu (zincirini), Batı’nın kara damarı, teknikle-ekonomiyle güçlenmiş ve pervasız hale gelmiş bir materyalist-saptırma sonucunda tam bir sömürü gasbının aletleri olarak kullandı.

Batı, medeniyetini, bu sömürü gasbının harcıyla inşa etti. “Modernite” deyip, Descartes’ı, Pascal’ı, Rousseau’yu, Locke’u hatta Adam Smith’i suçlamanın; çare olarak da “Voltaire-Comte-Marx-Nietzsche-Freud..” kara damarının uzantılarına “postmodernite” etiketi yapıştırarak piyasaya sürmenin alemi var mı?

Bir mütefekkire göre: “Gafleti anlamak, imanı anlamaktan zordur.” Ne kadar haklı.

15 Ekim 2013 Salı

İyi edebiyat insana faydalıdır!



15 Ekim 2013
- İSTANBUL

İyi edebiyatın ne türden özelliklere sahip olduğu sorusu, hemen içinden çıkabilecek bir alan vaat etmez. 

Cem Akaş’ın güzel tanımlamasıyla “oku–zevk al–unut” kitapları dışında kalan eserleri has edebiyat diye tanımlarsak, her türden okumanın insana pek çok şey kattığı kesin.

Fakat yeni yayımlanan bir araştırmaya göre “has edebiyat / iyi edebiyat” dediğimiz dil zevki veren, değerli ve kalıcı metinlerin karşımızdakileri daha iyi anlamaya yardımcı olduğu ve duygusal zekâmızı geliştirdiği ortaya çıktı.

Amerikalı profesör Emanuele Castano ve David Comer Kidd’in gerçekleştirdiği yeni araştırma, edebi roman okuyanların popüler roman okuyanlara göre daha çok empati kurabildiğini ortaya koyarken, popüler roman okuyan deneklerin hiç kitap okumayanlarla aynı hataları yaptığı gibi ilginç bulgular sunuyor.

Enis Batur, “Müşteri esasına göre yapılan edebiyat, bir eğlenme aracından, tüketici için üretilen bir maldan ibarettir.

Onun için de ‘satın alıcı’ya ayarlanır, bir arz talep ilişkisinden ve mantığından hız alır. Has edebiyat, denklemin elemanlarını farklı değerlere dayandığı için değiştirir.

Müşteriye değil okura, satın alıcıya değil ‘alıcı’ya uzanır.” der. İyi edebiyatın tıpkı Batur’un dediği gibi sadece bir ‘eğlence’den ibaret olmadığı gerçeğini gözler önüne seren araştırmada, yaşları 18-75 arasında değişen yaklaşık 1000 deneğin bir kısmına Alice Munro (araştırma usta yazarın geçtiğimiz gün Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülmesinden önce yapılmıştı) Louise Erdrich, Jesmyn Ward, Don DeLillo, Wendell Berry gibi edebi yazarların eserleri, diğerlerine ise Gillian Flynn, Rosamunde Pilcher, Danielle Steel ve Robert Heinlein gibi popüler yazarların kitapları okutulmuş.

Bu okumalardan sonra kitaplardaki karakterlerden hareketle deneklerin sosyal ve duygusal zekâlarını ölçecek testler gerçekleştirilmiş.

“Edebi romanlar okuru yazara dönüştürür”

Araştırmayı hazırlayan Kidd’e göre edebi romanlar kurgudan öte karakterlere daha çok odaklanır ve bu tür eserlerde genellikle tek bir otoriter anlatıcı yoktur.

Karakterler hakkında yorum yapmanın, bir netice çıkarmanın okura bırakıldığı bu eylemin tıpkı günlük hayatta başkalarıyla olan ilişkilerimize benzediğine değinen Kidd, “Edebi romanları okuyan okur bir nevi yazara dönüşür ve karakterler arasındaki boşlukları doldurur, çünkü onlar üzerine düşünmek zorundadır.

Popüler romanlarda okur daha kontrol altındadır ve okurun pasif bir rolü vardır.” diyor. Çehov ve Dostoyevski gibi usta yazarların eserlerinde pek çok karakter, türlü türlü seslerle bir gerçekliğe işaret ederken okuru bir etkileşime davet ettiğini söyleyen Kidd, edebi romanların karşımızdakini daha iyi anlamak ve okuduklarımızdan edindiğimiz tecrübeleri hayatımıza aktarmada önemli bir işlev gördüğünü söylüyor.

Okuma alışkanlığının insanın davranışlarında olumlu yönde etkilerinin olduğu pek çok araştırma sonucunda bilinen bir gerçekken, uzmanlar has edebiyatın insan üzerinde olumlu etkisinin bir araştırmayla ortaya konulmasının dikkat çekici ve önemli olduğunu söylüyor.

Yaşar Nabi’nin deyişiyle has edebiyat ürünü verebilmek hem çok çalışmayı, hem de çok yorulmayı gerektirir, bu yüzden bir yazar çok yorulmadan iyi edebiyat üretiminde bulunduğunu savunursa, edebiyatın kendisinden bir gün öç alacağına hazırlıklı olmalıdır.

Haliyle yazarın türlü sıkıntıları ve uzun uğraşları sonucunda çıkan bir edebiyattan okurun çok “şey” öğreneceği, en önemlisi ise mutlu olacağı kesin.

14 Ekim 2013 Pazartesi

Neden kurban kesmeli? - Ali Bulaç

Çoğu zaman dini hükümleri farkında olmaksızın sekülerleştiriyoruz. Sekülerlik, dinin dışarı çıkarılmasıdır. 

Dini bir vecibe veya hükmü sekülerleştirmek demek, sebebi bir kenara bırakıp hükmü hikmete endekslemektir.

Oysaki bazı hükümler vaz’edilirken o hükmün vaz’ında rol oynayan illet ve yöneldiği maksat gösterilmiş, açıkça belirtilmiş değildir.

Öncelikle bir vecibeyi veya bir hükmü neden yerine getirmemiz gerektiği konusunu vuzuha kavuşturmak gerekir ki, bunun da yolu nassın sabit, delaletinin kat’i olmasının tespitinden geçer.

Bir konuda kesin nass varsa ve nassın delaletinde ihtilaf yoksa bir dini vecibe tahakkuk eder. Hükümde içkin illet ve hükmün sağladığı maksat, toplam yarar başka bir meseledir.

    Buna göre “ibadet” bilinciyle şartlarına uygun bir hayvanı kurban etmemizin sebebi bu hükmün Kur’an ve Sünnet’le sabit olmasıdır.

İbn Ömer’den gelen rivayete göre Hz. Peygamber (sas) Medine’de kaldığı 10 sene boyunca her sene kurban kesmiştir.

“Maldan bir genişlik bulup da (gücü yetip) kurban kesmeyen bizim namazgâhımıza yaklaşmasın” (İbn Mace, Edahi, 2.);

“Udhiyye kurbanınızı kesiniz, çünkü o atanız İbrahim’in sünnetidir” (İbn Mace, Edahi, 3.);

“Allah’ın Rasulü udhiye kurbanını kesti, Müslümanlar da kesti” (İbn Mace, Edahi, 2; Tirmizi, Edahi, 11.)

Hz. Peygamber (sas), bir Kurban Bayramı günü namazdan sonra, iki güzel boynuzlu koçu bizzat kesmiş, birini keserken “Bismillah, Allahü ekber. Bu benden ve ümmetimin kesemeyenlerinden.” buyurmuştur (Buhari, Edahi, 9; Müslim, Edahi, 17.)

    Kurban ibadetinde aslolan “kurbiyet ve takva”dır:

“Allah için kesilen kurbanların ne etleri ne kanları Allah’a ulaşır; O’na sizden takva ulaşır… Güzellikte bulunanlara müjde ver. (22/Hac, 37)”

Allah’ın et ve kana ihtiyacı yoktur. İslam öncesinde Araplar, kestikleri kurbanın etini veya kanını putlarına ve Ka’be’nin duvarına sürerlerdi.

Bu cehaletten başka şey değildi. Efendimiz (sas) bunu yasakladı.

    Her ne kadar insan hayvanın etinden, derisinden, tüyünden yararlanıyorsa da aslolan et, deri ve tüy değil; kurban kesme niyeti, fiili ve yöneldiği hedefidir.

Kurban kesmekle, insan Allah’ın bir emrini yerine getirmiş olur. Belki kendisindeki kan dökücülük (2/Bakara, 30) dürtüsü teskin edilmiş veya başka fıtri tahripkârlık gibi olumsuz hasletler kan akıtmak suretiyle ‘tatmin’ edilmiş olur.

Bu da psikolojik bir tedavi, rehabilitasyon yöntemi; yani et, deri ve tüy gibi maddi bir ‘yarar’ yanında manevi, ruhsal bir ‘hayır’dır.

Ama asıl yarar ve hayır, insanın bu fiille Allah’ın kendisine yüklediği bir vecibeyle “yakınlaşma” sağlamasıdır.

    Kurban bir “infak” değil, bir ibadettir (nüsük). Bedeli ödenen kurban infak olur, ama kurban ibadeti yerine geçmez.

Kurban ibadetini salt “kan akıtma”ya veya “yoksullara dağıtılacak et”e indirgemek dinin bu önemli hükmünü sekülerleştirme tehlikesine kapı aralar.

Kan akıtmanın psikolojik faydası ve etin yoksullara dağıtılması hükmün “liaynihi (bizzat)” değil, “ligayrihi (dolayısıyla)” bir faydadır. Liaynihi olan Allah’a kurbiyet ve takvadır.

    İnsan kurbiyeti, İbrahim aleyhisselam gibi hayatta en çok sevdiği oğlu İsmail’i Allah’a adamayı göze almasıyla gerçekleştirebilir.

Hiç kuşkusuz şeytan İsmail, Hacer ve İbrahim’i saptırmak üzere çeşitli yollar denedi, kalplerine olmadık şüphe, tereddüt, vesvese ve düşünceler zerk etmeye çalıştı; ama her üçü de şeytanın kendisinde yuvalandığı nefisleriyle çetin bir muhasebeyi başarıyla tamamlayıp Allah’a yakınlaşma yolunu seçtiler.

    Bunu başaranlar “güzellik yapmış olanlardır (muhsin)”. Muhsin, ameli güzel (salih), doğruluğa sarılan ve aslında kendine iyilik, güzellikte bulunan kimsedir. Kişi kendine iyilik yapmak istiyorsa muhsin olmalıdır.

Fakat kişinin kendine iyilik yapması, kendi bencilce bireysel hareket etmesi, başkalarını umursamadan sadece kendi heva ve hevesini tatmin etmesi anlamına gelmez, tam aksine “kurban”la ifade edilen geniş anlam çerçevesinde yakınlarından (kurba) başlamak üzere sosyal çevreye, canlı hayata ve maddi tabiata yarar sağlaması, iyilikle ve güzellikle muamelede bulunmasıdır (Hüsn-ü muamele).

    NOT: Değerli okuyucularımızın ve bütün Müslümanların Kurban Bayramı’nı tebrik eder, hayır ve güzelliklere vesile olmasını dilerim.
a.bulac@zaman.com.tr

Toplum tetikçisi modern sosyoloji - Gültekin AVCI

Gültekin AVCI
gavci@bugun.com.tr

  


12 Ekim 2013 Cumartesi

Her gün hasta toplumların canhıraş feryatlarını duyuyor, buhran haberlerini dinliyoruz.

Terör sorunu, Kürt sorunu, endişeli modernler, sukutuhayal yaşayan kitleler...

Weber'in antagonizmaları olan bu olgular, sadece siyasetin değil modern sosyolojinin de kalbindeki sorunlar. Peki, modern sosyoloji deva bulabildi mi bu toplumsal marazlara?

Sosyal Fizyoloji'nin üstadı Saint Simon'un fikir hırsızı ve vefasız şakirdi Auguste Comte'un ilk kez 'sosyoloji' dediği bu histerik sayıklama nöbetleri, hangi topluma şifa oldu?

"Toplum"u takdim ettiği yeni dünyanın tanrısı ilan eden Durkheim "sosyoloji, insanların ıstıraplarını dindirmeyecekse lanet olsun böyle bilime" diyordu.

Durkheim'in okuduğu lanet hâlâ sosyolojinin üstünde. Fransa 1958'e kadar lise müfredatına almamış sosyolojiyi.

Bizdeyse 1914'ten beri kürsüsü var.

Kalabalıklara şifa vermediği halde 'toplumları hareket halinde inceleme' esvabıyla tahta kurulan sosyolojiye hep bir illüzyon olarak baktım.

Hiçbir zaman inanmadım bu sosyoloji denen bilimsiye. Genel geçer, sabit şablonlar üretmek ve modernlik bulantısıyla bunu her tanımadığı iklime yamama derdi.

Metropol cinleri ve istikrarsız yığınlar

Nice kültürü "hissettirmeden" aynı kalıpla anlamaya ve çözmeye çalışan fakat yabancılığı, sığlığı ve irfansızlığı yüzünden çuvallayan bir ufuksuz gayretkeşlik.

Basit toplumsal görünümleri de kompleks bir kavramsallaştırma histerisi. Lakin inanılmaz hakikat tezahür etmiş ve sosyoloji, yüzme bilmediği sularda boğulmuştur. Bugünkü dünya serencamında görüyoruz ki "socio" diye kategorik bir yapı yoktur.

Görmüyor musunuz toplum yalan oldu ve halk sadece sosyolojinin ürettiği bir vehim.

Artık arzuları belirsiz, talepleri inanılmaz farklılıklar gösteren metropol cinleri ve istikrarsız yığınlar var.

Postmodern keşmekeşe açtığım pencerede gördüğüm manzara bu. Zannımca sosyoloji asla yüksek bir bilim olma istidadı taşımadığı gibi taşıyabileceği en yüksek unvan 'bilimsi'liktir.

Meşhur 'Şibumi' yazarı ABD'li romancı Rodney William Whitaker, bilinen namıyla Trevanian'ın isabetli imasıyla sosyoloji, psikolojiyle antropoloji arasında sıkışmış kalmış bir boşluk.

Modern sosyoloji, kişilerin değil toplumların psikolojisini kuşatma iddiasında.

Kişilerin psikolojisi ve onlara nüfuz etmekte kati formüller bile hâlâ polemik konusuyken, toplumun psikolojik rehabilitasyonu iddiası malihulyadan başka nedir ki?

Weber ve Marks düşman kardeşler

Mutlakıyetin ateşîn müdafilerinden Niccolo Machiavelli bile ne kadar dürüst ve durudur toplumlar ve tarih karşısında...

Makyaja yeltenmez.

'Prens'teki umdeler ve ahlaki değerlerle bağdaşmayan tavsiyeler, sosyoloji akımından daha gerçekçi daha samimidir.

Bizler katılmasak ve etik dışı bulsak bile.

Halkın Kral'dan korkması gerektiği, Kral'ın din, ahlak gibi değerleri kendi konumunu güçlendirmek için kullanması gerektiği, baskı yapmanın kaçınılmazlığı...

Machiavelli asırlar öncesinden bugünlere de sesleniyor. Lenin, Hitler, Mussolini, Stalin, De Gaulle, Franko, Mao ve İsmet İnönü Machiavelli'ye şapka çıkartan gölgeler değil miydi?

Sosyolojiye toplumu ıslah etme misyonu yüklemeyen Alman sosyolog Weber gerçekçidir.

Durkheim ve şakirtleri gibi muntazam ve çözücü sosyal kanunlar manzumesi oluşacağı hayaline kapılmaz.

Weber'in duygusal sapması, medeniyetlerin ve tarihin kalbi olarak Avrupa'yı kutsayan tavrıdır.

Anarşizm ve sosyalizm nasıl düşman kardeşler ise, sosyolojide de Weber ve Marks düşman kardeştirler.

Bu kardeşlerden büyük olanı Marks'tır.

Marks'ın Weber'e büyüklüğü şu noktada tecelli eder: Marks, gözlerimizi liberal Avrupa'nın yalanlarına yöneltmiş, sosyal bilimlerin aslında bir ideoloji kimliği taşıdığını göstermiştir.

Sosyal gerçeklerin tüm zamanları kapsayan cihanşümul bir karakter taşımadığını gözler önüne seren Marks'tır.

Sosyoloji, buhranlı Avrupa'nın kendi buhranlı toplumlarına yazdığı bir reçeteydi.

Efendisinin ilaçlarını aşırma refleksiyle alelacele sosyolojiyi memlekete ithal ettik.

Bu sahte bilimsi ne işe yaradı yıllarca?

Cemil Meriç'in cevabı oldukça ağırdır:

-Bu sahte ilim tek işe yaradı: Nesillerin uyanmasını önlemek.

10 Ekim 2013 Perşembe

Köprü - Nazan Bekiroğlu


Nazan Bekiroğlu
İnsanlığın tarihi kadar eski olan ilk köprü, dere üzerine atılmış bir kütükten ibaret olmalı. 

Fakat zaman içinde o da gelişti, değişti. Asmasından, tahtasından, kemerlisinden, taşından, çelik kafeslisinden geçildi; hendesenin hikmetini kimi koruyan kimi kaybeden mühendislerin elinde yükseldi. 

Sadece iki yakayı değil iki şehri, iki kıtayı bir araya getirecek cesamet ve güce ulaştı.

Kendisini görünür dünyanın nesneleri üzerinde tanımlamaktan hoşlanan iç dünyanın imgeler dilinde köprü zengin bir lügate sahiptir.

Pek çok eserin ismidir bu yüzden. Ayşe Kulin’in romanı, Sezen Aksu’nun şarkısı, İlhan İrem’in albümü, Sait Faik’in şiiri; Drina Köprüsü, Kwai Köprüsü ve daha niceleri.

Herhangi bir deyimler ve atasözleri sözlüğünü açmamız halinde köprü ile ilgili geniş bir birikimle karşılaşırız.

Bunlarda köprü hem gerçek anlamı hem kinayesiyle çıkar karşımıza ve kendi zamanlarını işaret eder. “Köprüyü geçene kadar”, “Geçme namert köprüsünden” eski zamanların dilidir.

Deli Dumrul o sarsıcı mantığıyla, geçenden bir geçmeyenden iki akçeyi daracık bir köprünün başında almış olmalı.

İki inatçı keçi de ancak böyle bir eski zaman köprüsünde karşılaşır. Ama “Köprüden önce son çıkış” modern zamanların deyimidir.

Lâkin eski yeni bütün zamanlarda değerini koruyan biri var ki gönlün yıkılan iki yakasını bir araya getirmenin imkânsızlığını ondan iyi hangi deyim ifade edebilir? “Köprüleri atmak” denir böylesine.

Sihirli bir anlam katmanlaşmasına mazhar olduğu ortak kaynağın diliyle köprü berekettir. Rüyada köprü görmek hayra alâmettir bu yüzden.

Hayat, doğumla ölüm arasında bir köprüdür, dahası ahirete uzanır. Mecazî aşk gerçek aşka bir köprüdür.

Dinin direği namazsa, köprüsü zekâttır. Yazı eğer benden sana, dünyadan ezele köprü kuruyorsa vardır.

Köprü bazen bir şehrin siluetine öylesine yerleşir ki o olmaksızın şehri anmak mümkün değildir. Petersburg, köprüler şehridir meselâ.

Köprüleri olmasa Malabadi, Mostar resimleri eksik kalır. Köprü âşıkların, meczupların, a’rafta kalmışların da mekânıdır.

Dostoyevski’nin berrak bir su gibi akan romanı Beyaz Geceler’de bütün olay bir köprünün üzerinde gerçekleşir.

Yine aynı yazarın Öteki Ben’inde kahraman, benliğinin diğer parçasıyla bir köprü üzerinde karşılaşır.

Karlı bir manzaranın ortasında gerçekleşen bu karşılaşmanın sonucunda kahraman deliliğe açılan bir kendinden uzaklaşmanın başlangıcında buluverir kendisini.

Çünkü iki yakayı bir araya getirmesi gereken köprü her zaman uzlaşmanın değil bazen de uzaklaşmanın ifadesidir.

O, her zaman aynı emniyette geçirmez yolcularını. Hele de köprüden geçemeyen gelinler bir türkü olup heyulâ gibi dillerde dolanır.

Köprü, iki yaka arasındaki ulaşımı engellemenin de yoludur. Bolşevik İhtilâli esnasında yönetim, Petersburg’daki açılır kapanır köprülerin hepsini açmış, devrimcilerin ulaşımını engellemek istemişti.

Köprülerin de ömrü vardır. Kimi Galata Köprüsü gibi emekliye ayrılsa da imgesi daim hatırda kalır.

Kimi ansızın karşımıza çıkıveren Sinan yapımı bir taş köprü, modern zamanların isimdaşları yıkılır giderken, ne seller ne depremler görür de dimdik ayaktadır.

Bu yüzden kemerli taş köprülerin bütün yükünü çeken, onu kilitleyerek muhkem kılan kilit taşı, ismi kadar büyüleyici bir mananın makamıdır.

Trapezoid biçimli kilit taşı ne kadarsa köprü de o kadar sağlam, o yerinden oynarsa köprünün çökmesi kaçınılmazdır. Bu bakımdan eski dünya kilit taşını yerine törenler ve dualarla yerleştirir.

Köprü âşıklar mekânı, aşkın lisanında da köprünün adı vardır. Bir köprü kurmakla başlayan aşk, köprülerin altından çok sular geçerse değişir, nihayetinde köprüler atılır.

İşte o zaman sulara bakan Apollinaire’a göre Mirabeau Köprüsü’nün altından Seine nehri akar /ve bizim aşklarımız. /Neşenin kederden sonra geldiğini /hatırlamış olsam da ne çıkar?

Hiç!

Ne garip! Bu dünyanın yüzünde her ırmak yaratılış gününün tanığıdır da her köprü kul yapısıdır.

Ama bütün köprülerin anası, ayan-ı sabitesi öyle bir köprü var ki o da Sırat Köprüsü.

Öbür dünyada uzansa da inşaatı bu dünyada yapılır.

Nedir mutluluk? - Ahmet Selim


Mutluluğun bilimsel bir tanımı var mı? Binbir çeşit tanımı var, bu da üzerinde birleşilmiş bir tanımı olmadığını gösterir.

Bana göre mutluluk manevî (ruhî), maddî (bedenî) sıhhat dengesinin tatminkâr bir seviyede olmasıdır; ama bu bir tanım olmaktan çok, uzun ve derin izahlara muhtaç bir hayat görüşünün ana başlığıdır.

Bir hasta, mutluluk içinde ölebilir; maddeten sağlıklı ve zengin bir insan ise mutsuzluk içinde yaşıyor olabilir.

İnsanı ve hayatı anlamak zordur; kolay zannedilir ama çok zordur. Düşünce konularının en sarp olanıdır.

Sevgi öyle kendiliğinden doğmaz ve kendiliğinden yok olmaz. İnsanın varlığında kan ve lenf dolaşımı gibi bir “sevgi ve düşünce dolaşımı” ağı da vardır.

Bu ruh merkezli ağ iyi çalışmıyorsa, o insan olumlu düşünceye ve olumlu duygulara kapalı demektir.

Burada olumludan kastım, “ufuklu”dur. Bir şeyler düşünür ve hisseder ama onlar ufka açık değildir.

Nefsaniyetle sınırlıdır. Böyle bir insan derin idrake, saf ve halis sevgiye yönelemez.

Bir havuzda kâğıttan kayıklar yüzdürür, enginlere açıldığını zanneder. Ve hayat bunu kaldırmaz.

Mutluluk öyleleri için bir yanılsamadır. Çeşitli tatmin arayışlarıyla karıştırılan bir yanılsama.

“Küçük şeylerle mutlu olmak” denir. Aslında bu, var olan mutluluğun çeşitli sevinme vesileleriyle pozitif dalgalanmalar göstermesidir.

O vesilelerle mutluluk var olmaz, var olan mutluluk gülümser.

Esasen sevgi ile düşünce arasında çok sıkı bir bağlılık vardır. Sevgiye açık olmayanlar düşünceye de, düşünceye açık olmayanlar ise sevgiye de açık değildir.

İnsanın fıtratı böyledir, fıtratın kimyası böyledir. Ve bu hakikati en iyi ve doğru biçimde, İslam’ı öğrenince anlarsınız.

Felsefede bunu fark eden nadir kişiler vardır ama izahını tam yapamazlar. Sadece sezgi ile buldukları bir şey vardır.

Andre Gide gibi... Victor Hugo gibi... Ne var ki sezgilerle hakikat aydınlatılamaz. Zaten o sezgiler Batı felsefesi içinde rağbetsiz kırıntılar olarak kalmıştır.

Beşerî olarak hepimiz ölümden korkarız. Ama şuurlu bir inanan için ölüm korkunç bir şey değil.

“Allah imanlı ölüm nasib etsin” diye dua ederiz sadece. Ölümün korkulacak olanı, imansız gitmektir.

Zaten öyleleri için ölüm bir yok oluştur, yok oluş inancının apayrı bir korkusu vardır ki anlatılması kolay değildir.

 Bizden bir düşünür demişti ki: “Cehenneme razıyım ama ölümün bir yok edilme olmasından çok korkuyorum.”

Yok olmaktan insan her hücresiyle çok korkar; itiraf etmese de böyledir. Böyleleri için sevgiye düşünceye açık olmak, mutluluğu anlayıp yaşamak mümkün değildir. Hayatı anlamanın, ölümü anlamakla ilgili önemli bir tarafı vardır.

İnancın bir hayatiyet irtibatı (kaynağı) halinde var olması gerekir. Öyle inananlar var ki inanmıyormuş gibi yaşıyorlar ve bu çelişkili hale de “gaflet” denir.

Sınavda başarılı olmak isteyen ama çalışmayan, gayret göstermeyen öğrencinin hali gibi.

İnanç, bir ciddi sorumluluk bilinci doğuracak kıvamda olmalı. Gaflet öyle bir derttir ki, nefs onu bir onur meselesi gibi savunur, her türlü eleştiriyi ve uyarıyı şiddetle reddeder.

Belki ateisti eleştirirseniz o kadar tepki almazsınız. Sevgiye açık olmamak en dramatik tezahürlerini Hakikat Sevgisi alanında gösterir.

Bazen hadis bilgilerini bazen tasavvufu toptan inkâr edenler, bu incelikleri göremeyenlerdir.

Hayatı ve insanı anlamak, ancak İslam’ı doğru anlamakla mümkündür. O takdirde gaflete de yer kalmaz.

Sevgiyi ve mutluluğu soyut, yalın ve yüzeysel sözlerle, velev ki güzel bile olsalar, ne anlamak kabildir ne de anlatmak.

Hoşa gider ama beslemez, içselleştirmeyi sağlamaz. O sözler faydalı olurlar ama aradığınız vuzuhu size kazandırmazlar. 

‘Lügatle pehlivanlık olmaz...’ - Hilmi Yavuz

Türkiye’de akademik ya da entelektüel hayatta, rahmetli Ali Nihat Tarlan Hoca’nın bir özdeyişinin, sıklıkla unutulduğu söylenebilir: Tarlan Hoca’nın, o özdeyişi, ‘Lügatle pehlivanlık olmaz!’ idi...

Ali Nihat Hoca, bu özdeyişle, yazımından ve anlamından emin olsak bile, bir kelime konusunda sözlüğe bakmanın muhtemel bir yanlışlığa düşmeyi önleyebileceğini dile getirmekteydi.

‘Lügatle pehlivanlık olmaz!’ özdeyişinin, sadece, kelimelerin yazımı ve anlamlarıyla sınırlandırılması söz konusu değil elbette.

Bilgi aktarımı için de geçerli bir özdeyiş bu! Hafıza-i beşerin sadece nisyan ile malul olmadığını; ama zaman zaman doğru olanı değil, yanlış olanı doğruymuş zannıyla hatırlamakla da malul olduğunu unutmamak gerek...

Adını vermek istemiyorum: Ama bir üniversitemizde siyaset bilimi dersi vermekte olan Prof. Dr. unvanlı bir hanımefendinin, geçen hafta bir gazetemizde yayımlanan bir makalesinden söz etmek istiyorum.

Makale, ilahiyat fakültelerinden felsefenin zorunlu ders olmaktan çıkarılması üzerineydi...

Yazı elbette klasik Aydınlanmacı söylemle, ‘orta çağ karanlığı’ndan bahis açıyor ve sözü İslamiyet’e getirerek ‘Allah’[ın], fanilerin [...] nasıl giyinecekleriyle, günlük yaşamlarıyla ilgilenen Tanrı Zeus’ olmadığını öne sürüyordu.

Doğrusu, Allah’ın [c.c.] Zeus’la karşılaştırılmasını anlamış değildim: Monoteist bir dinin tanrısı ile, politeist bir dinin tanrısı arasında bir mukayese nasıl sözkonusu olabilirdi ki?

Üstelik, öne sürülen argüman da doğru değildi: Zira Vahiy, Müslüman insanın giyimi konusunda olduğu kadar günlük yaşamları üzerinde de apaçık hükümler getirmekteydi.

Daha uzağa gitmeye gerek yok: Tesettür konusuna, giyim ve gündelik yaşama ilişkin Vahiy ayetlerini hatırlamak yeterliydi...

Prof. Dr. hanımefendi, İslam felsefesinin yol açıcılığını, haklı olarak yüceltirken şunları yazmıştı:

‘Öte yandan, akılcılığı benimseyen Endülüs Emevi devleti, İbni Rüşt, İbni Memun gibi, yazgıcı İslam felsefesi karşısında kişiyi yücelten ve irade özgürlüğünü öne çıkaran İslam felsefesine ortam sağlayarak Avrupalı filozofların gözünü açmıştır.’

Beni bağışlasınlar ama hangisini düzelteyim.

Bir: İbni Rüşt veya İbni Memun değil, İbn Rüşd ve İbn Meymun olmalıydı;

İki: Bu cümleden İbn Meymun’un bir ‘İslam filozofu’ olduğu anlamı çıkıyor:

Oysa, İbn Meymun [Maimonides] Müslüman değil, bir Musevi filozofudur: Malumu ilam kabilinden söyleyeyim: Avrupalılar İslam filozoflarının adlarını Latinize ederken

[İbn Sina’nın Avicenna; İbn Rüşd’ün Averroes olması gibi!],

Araplar da, bazı pagan, Hıristiyan ve Musevi filozof ve bilim adamlarının adlarını Arapçalaştırmışlardır

[Ptolemaios’un Batlamyus; Platon’un Eflatun, Maimonides’in İbn Meymun olması gibi!]

Değerli hocamız, İbn Meymun’u, adına bakarak Arap ve Müslüman zannetmiş olmalı!

Üç: İrade özgürlüğü meselesinin İslam’da tartışmalı bir konu olduğu bilinir. Avrupalı oryantalistler, Eş’ariliği ve dolayısıyla Gazali’yi, bir tür Cebrilikle itham etmişlerdir; ama bu hiçbir kayıt ve koşulda doğru değildir.

Prof. Dr. hoca hanımefendi, bu konuda, bendenizin naçiz bir makalesine bakabilir: ‘İslam’da İnsan Özgürlüğü Üzerine Felsefi Bir Deneme’ [‘İslam’ın Zihin Tarihi’ içinde, Timaş Yayınları].

Ali Nihat Hoca ne kadar haklı: Lügatle pehlivanlık olmaz!..

19 Eylül 2013 Perşembe

Kavram karmaşası ve analitik düşünme - Hilmi Yavuz


Her zaman değişik vesilelerle belirttiğim gibi, analitik düşünce tarzının belirleyici özelliği, kavramlar arasına sınır çizgileri çizmektir. 

Sık sık, zihin yapımızın işleyişine ilişkin esaslı bir maluliyet olarak dilegetirdiğimiz ‘kavram karmaşası’, bütünüyle, analitik düşünememekten ve kavramları birbirinden ayırd etmemekten kaynaklanmaktadır.

‘Gerçek’le ‘Hakikat’i, ‘Hakikat’le ‘Doğru’yu, ‘Sebep’le ‘Gerekçe’yi, ‘Tahmin’le [guessing] ‘Kestirim’i [prediction’], ‘İmkan’la ‘İhtimal’i ve mesela ‘Muhafazakarlık’la ‘Gelenekçiliği’...

Buna benzer birçok kavramı, birbirine karıştırıp bir ‘çorba zihin’le düşünmeye kalkışmak!

Bizde düşünce, bilhassa felsefî düşünce üretimini imkansız kılan, bana kalırsa, budur!

Ve galiba bu karmaşayı giderme yolunda ilk adım, liselerde Mantık derslerine ilişkin müfredatta, ‘Analitik Düşünce’ye ağırlık verilmesidir…

‘Doğru’ ve ‘Yanlış’ kavramları için de durum farklı değildir.

Doğruluk ya da yanlışlık, empirik olarak, yani deney ve gözlem yoluyla saptanabilir önermelere ilişkindir.

Dolayısıyla gündelik konuşma dilindeki empirik önermelerle [mesela: ‘dışarıda kar yağıyor’ önermesi, eğer ‘dışarıda kar yağıyorsa doğru, yağmıyorsa yanlıştır!] bilim önermeleridir ‘doğru’ ya da ‘yanlış’ olan!

Bilindiği gibi, Popper’den bu yana, bir varsayım önermesinin bilimsel olup olmadığının ölçütü, ancak o önermenin yanlışlanabilir [yanlışlanmaya açık!] olmasıdır.

Kavramlar arası sınırların eski deyişle, efrâdını câmî, ağyârını mânî bir biçimde kuşatıcı bir belirginlikle çizilmiş olması, Bilim’le Felsefe arasındaki ilişkinin mâhiyetini de tâyin eder.

İngiltere’nin ‘baba’ felsefecilerinden Gilbert Ryle ve onun P. M. S Hacker gibi ardılları, Bilim’le Felsefe’yi, birbiriyle hiçbir ilişkisi olmayan disiplinler olarak konumlandırırken, Amerika’nın ‘baba’ felsefecilerinden W. V. O Quine, arada kesin bir çizgi olmadığı kanısındadır.

Ryle ve Quine arasındaki bu ihtilaf, ‘Bilim’ ile ‘Felsefe’ kavramları arasına ayırt edici bir çizgi çizilip çizilemeyeceği konusunda, düpedüz analitik bir ihtilaftır.

Bilim’le Felsefe’yi birbirinden nasıl ayıracağız?

Ya da, ayırabilmemiz mümkün mü?

Yoksa Quine’ın dediği gibi, arada kesin çizgiler yok mu?

Bu alanda bir teklif, John Searle’den geliyor: Searle, ‘The Future of Philosophy’de, [Philosophical Transactions of the Royal Society B. 354,1999, s. 2069] bu çok kışkırtıcı teklifinde, bir felsefe sorusunu, sistematik yoldan yanıtlanabilir bir duruma getirecek biçimde revizyona tâbi tuttuğumuz veya formüle ettiğimizde, o sorunun artık bir felsefe sorusu olmaktan çıktığını ve bilimsel bir soruya dönüştüğünü öne sürüyor.

Searle bu teklifi şunun için yapıyor:

Bilincin doğası ile beyin süreçleri arasındaki ilişki üzerine yapılan tartışmalar da, bu mahiyettedir; yani, bilincin doğasına ilişkin soruları, bilişsel [cognitive] nörobilim bağlamında beyin süreçleriyle ilişkilendirerek açıklamak, bu soruları felsefî sorular olmaktan çıkarır;- bunlar, felsefenin değil, bilimin, nörobilimin sorularıdır artık!

Çünkü felsefe, Searle’e göre, sorunları çözmez, yanıtlamaz, sonuçlandıramaz; olsa olsa, onların daha açık ve seçik bir biçimde anlaşılmasına [clarification] yardım eder:

Kısaca, bilincin doğası ile beyin süreçleri ilişkisi, nörobilimin konusudur;- felsefenin değil!

[Bu tartışmalar Türkiye’de çok değerli bir psikiyatr ve düşünür olan sevgili kardeşim Dr. Saffet Murat Tura’nın, başta ‘Histerik Bilinç’ adlı kitabı olmak üzere, birçok çalışma ve seminerlerinde ele alınmıştır.]

Bu meseleye devam edeceğim.

12 Eylül 2013 Perşembe

Bilimin Felsefe bilincini dışlaması

11 Eylül 2013

İlahiyat fakültelerinin müfredatında felsefe ve tarih derslerini dışarıda bırakan değişikliklerin öngörülmesi tartışma doğurdu. 

İlahiyatın kendisi, ilim olduktan ve değişik bilimleri içine aldıktan başka düşünsel yani felsefi bir disiplindir.

İlahiyat fakültelerindeki derslerin tarihi ve felsefeyi dışta bırakarak işlenmesi, konuların ele alınışında insanın dışlanması anlamına gelir.

Çünkü programına yoğun bir infiratçılıkla eğilinmiş her uzmanlık alanında insan dışlanır. Sözle olmadığı takdirde uygulama insanı dışta bırakmakla sonuçlanır.

Müfredatın değişmesi yönünde işleme konulan prosedüre, akademi dünyasından da etkili ve önemli itirazlar, yöneltilmiş karşı oylar var.

Değerli bilim adamı Prof. Dr. Durmuş Günay, açıkladığı (kısmen yazılı basına intikal ettiği gibi tüm metni önümüze gelen) görüşlerle bu konuyla ilgili heyete söylenebilecek olanları ortaya koymuş bulunuyor.

Akademi dünyasının işleyişine müdahale etmek tabii ki bize düşmez. Reform, yenilik demektir. Üniversitede yapılacak yeniliğin sonuçları akademinin çatısı altında kalmaz, kalmaması da gerekir.

Durum böyle olunca bilimsel çalışmaların bir bölümünde daha, tarihin ve felsefenin dışlanması (ki bu nihai anlamda insanın dışlanması anlamına gelir) çerçevesinde bazı görüşlerin kısaca ortaya konulması şart oldu.

İNSANI, ESTETİĞİ, FELSEFEYİ DIŞLAMAK

Estetiği ve felsefe bilincini dışlayan bir yaşama biçimi ile karşı karşıyayız. Tüketim toplumunda yaygın ilgilerin odağını sadece yaşanmış deneyimler dolduruyor, günlük yaşamın gerekleriyle baş etme çabası insanların bütün vaktini alıyor.

Ortega y Gasset'nin resim sanatında yürünen yeni yolu Sanatın İnsanı Dışlaması olarak nitelemesinin üzerinden yüz yıla yakın bir süre geçti.

Ünlü İspanyol düşünür, eşyanın resim sanatı üzerinde kurduğu egemenliğe ve bu durumun olumsuzluğuna dikkat çekmiş idi yazısında.

Günümüzde piyasaları istila eden eşya bolluğu, tercihleri boyunduruk altına alıyor ve toplumsal yaşamda insani niteliklerin görmezden gelinmesine yol açıyor.

Bu eğilim yaygınlaştı, kurumların işleyişini belirlemede etkili olacak ölçülere ulaştı.

Kurumların eliyle yürütülen programlar eskiden olduğundan daha fazla teknik proje ve prosesüs halindedir.

Bir yandan da değişik uzmanlık alanlarının kendi sınırlarını kalın çizgilerle çizerek başka konularla arasını kestiğine tanık oluyoruz.        

İnsanın bilinci, yaşadığı dönemdeki soyut ve somut biçimlenmeleri kapsar ve işleyişini bu biçimlenmeler üzerinden sürdürür.

Bu nedenle pratik akıl işlevseldir ve öncelikli rol oynar. Günlük yaşamda kavramların uygulama değeri öne çıkar.

Herkes kavramların günlük yaşamdaki uygulama değerini baz alarak işlerini yürütmenin peşindedir.

Çünkü söz konusu değeri gösteren güncel biçimlenmeyi aynı şekilde anlamakta ve kabul etmektedir.

Aynı kavrayışın paylaşılmasında insanlar arasında adeta bir ittifak vardır. İşlerin yürütülmesinde kolaylık sağlar bu kavrayış ortaklığı.

Fakat şu bir gerçektir ki, bir kavramın herhangi bir zamanda ve mahalde aldığı biçim ve taşıdığı anlam o kavramın evrensel anlamda yüklendiği değeri tamı tamına içermez.

Kavramın belli bir dönemde yüksek derecede işlevsel olması dahi onun anlamında evrenselliği yakalayacak ölçüdeki bir genişlemenin teminatını vermez.

İnsanın yaradılışından gelen ve doğasıyla ilgili her kavram özünde evrenseldir. Hepimiz özünde bütün evreni kapsayan kavramlara ve duyum parçalarına içinde bulunduğumuz koşullara göre tutunuruz.

Koşullar evrensel öz ile bağlantıların kopmasına yol açabilir. Halbuki bu bağlantıyı devamlı korumamız gerekir, aksi takdirde doğduğu koşulları yitiren bir kavram çürür ve çürütür.


İnsanların tutumlarını gözden geçirmeleri, daha uygun bir deyişle nefis muhasebesi yapmaları gerektiği gibi, içinden geçilen koşullara bakarak kavramların, ilkelerin ve yapıp etmelerimizin evrensel kavrayış karşısında daima sınanması gerekir.

Söz konusu sınamanın yeri insanın anlayışı, zihni, aklı, görgüsü, kısaca yaşam duygusudur, başlıca yollarından biri ise felsefi çabalardır, felsefi tutum ve düşünüştür.

Dini ilimlere ilişkin ilkeler ve  kavramlar söz konusu olduğunda bu sınama onun uygulamadaki anlamını, kapsayıcılık ve yaygınlık ile kavrayıştaki güvenirlik derecesini ölçme üzerinden yapılacaktır.

Felsefenin başka disiplinlerden bağımsız ve kendi tekelinde tuttuğu bir dünya yoktur, konuları varlığa ilişkin bütün alanlara uzanır ve başka bilimlerle irtibatlıdır. 

Felsefeyi ilgilendiren konuların hiçbiri insan bilincinin haricinde bir yerde şekillenmez.

Genişleme ve daralma bilincin alanında meydana gelir. Zihinsel işlem halihazırda meydana gelir, zihnin işleyişi psikolojik gelgitlerden ibaret kalmaz.

Gelgitlerin vukubulduğu esnada zihindeki geçmiş hüküm yürütmez ancak her kavramın bir tarihi ve tarihsel arkaplanı vardır.

İtikadlarımız, duyum halinde insandan insana geçen ilkeler olmak bakımından ve insan duyumu olarak arkaplana sahiptir.

Zekâ ve akıl insani ve toplumsal sorunları çözmeye yöneldiği zaman işte bu arkaplana bakarak tarihi bilginin, mantığın ve felsefenin yardımına ihtiyaç duyar.

Felsefe, yeteri kadar ilgi konusu olmuyor diye başka dünyada ve başka niteliklere sahip insanları ilgilendiren bir disiplin değildir.

Özellikle günümüzden başlayarak klasik İslam filozoflarının Maveraünnehir ve Endülüs'te yaşadığı dönemlere uzanan düşünce ekollerinin yok ya da ortada görünmüyor olmasına bakarak, bu yollarda ilerlemekten vareste tutamayız.

Olguları sırf güncel bağlantılarına (empirik duruma) bakarak, pragmatik çerçevenin içinde kalarak anlayamayız. 
     
DİNİ İLİMLER VE FELSEFE BİLİNCİ

Felsefi bilinç nasıl dışarıya açık olmak durumundaysa, insanlık içinde ve toplumsal ortamlarda, dini ilimler dahil insani ilimlerin kökenleriyle irtibatı, evrensel anlamları ile uygulamadaki kavranışlarının örtüşme derecesi daima sınanır vaziyette olmak durumundadır.

Bu çerçevedeki kavrayışa felsefe bilinci de deniliyor.

Kavramlar tarih boyunca geçirdikleri istihalelerden ve evrensel anlamının yoklanmasından koparılarak uygulandığı takdirde tek bir biçimlenme üzerinden taşlaşmaya mahkûmdur.

Kavramların kireçlenerek esnekliğini kaybetmesinin nelere mal olduğunu göreceğimiz en uzak ve en yakın model İslam tarihidir. 

En uzak diyoruz çünkü yüzlerce yıllık kireçlenmenin nedenlerini düşünmeyi unutmuşuz. En yakın diyoruz çünkü İslam tarihi bizim tarihimizdir.

Orta Asya'da yaşamış ve eserlerini Arapça olarak yazmış olan düşünürler bizim düşünürümüzdür.

Ele aldıkları meseleler bizim meselemizdir. Farabi, İbni Sina, İbni Rüşd antik dünyadaki eserleri çevirip yorumlarken onları güncellemişlerdir.

Aristoteles'in Metafizik hakkında serdettiği açıklamalar, varlığın var oluşuna tek yaratıcı etrafında açıklama getiren Müslüman düşünürler için çıkış noktası ve geçit yeri olduysa bunun nedeni aynı eserin İslami kavrayış çerçevesinde güncellenmesidir.

İbni Rüşd, dini ilkeler ışığında felsefi düşüncelerin gereğini açıklamış, bu görüşleriyle onun eserinden alıntılar yapan Aquinolu Thomas için bir yol gösterici olmuştur.

Bir yanda üstünde en ince hassasiyeti gösterirken felsefi çalışmalarla kavrayış alanlarını genişletenler var; ki bunların akıl yürütmeleri tasavvuf yolunda olanlara yaramış ve İslam medeniyetinin en canlı devirlerine tekabül etmiştir, öte yanda mantıki düşünceyi iptal edip ritüeller üzerinden batıni ekolleri oluşturanlar vardır ki bir daha sökülemez ölçüde kireçlenmeye yol açmışlardır.

Seçim yapan bir kişinin iki uzak ucun göründüğü bu duruma bakması ve ders çıkarması lazımdır.

Arada asırlar süren ve nedenleri üzerinde ayrıca konuşmanın mümkün olduğu bir kesintinin bulunduğu gerçektir ancak Osmanlı dönemindeki medreselerde felsefi düşünüşün tarihselliği aleyhinde tavır alındığını söyleyemeyiz.

Medreseleri de içine alan eksikliğin çıkış noktası başka yerlerdedir. Son devirdeki (20. yüzyılın başındaki) Osmanlı uleması, tek insanın yetkinliğe ulaşması kaygısını merkeze aldıklarında da toplumsal ve siyasi konulara girdiklerinde felsefi düşünüş alanındaki açığı kapatmaya yönelik bir üslubu benimsemişlerdir.

Demokrasi kavramının yeterince toplumsallaşmadığı, bu nedenle tartışmalar denizinin üstünde şüphelerin yüzdüğü bir devirde çağdaş toplumsal kavramlara göndermede bulunmaktan geri kalmamayı isteyerek demokrasi fikri etrafında dolaştıklarında dahi son devirdeki Müslüman düşünürlerin eserlerinde tarihsel boyuttan kopmadıklarını ve güncel koşullanmalardan kaçındıklarını söyleyebiliriz.

Biz bilgi üreten ve ihraç eden bir toplum olmaktan çok ithal eden bir toplumuz.

Osmanlı tarihi, coğrafyası gibi bize özgü olduğunu herkesin kabul edeceği konularda dahi güvenilir bilgiyi üretir ve dünyaya ihraç eder durumda değiliz.

Hal böyleyken ve İslami konularda uluslararası alanda bilinmeyen kaynaklardan çıkarak dolaşıma sokulan fikirlerden  fanatizmi besleyenler yüz ağartıcı nitelikte olanları her gün daha da koyulaşan bir gölgede bırakmakta iken ilahiyat fakültelerindeki müfredatı güncel koşullanmalara teslim edecek bir değişikliğe gidilmesi vahim sonuçlara yol açacaktır.

İnsani ilimlerin başlıcası durumundaki dini kavramların evrensel ve tarihsel özünden koparılarak öğretilmesiyle düşünme alanında meydana gelecek daralmaya cevaz vermeyi üniversite kavramı ile bağdaştıramıyoruz.

Bu nitelikteki değişiklikler uygulamaya konulursa en geç bir kuşak sonra vazgeçileceği kesindir; ancak o zamana kadar ortaya çıkacak bilgi açığının ve eğitimdeki kısırlaşmanın ve her türlü toplumsal marazın nasıl giderileceğinin şimdiden düşünülmesi gerekiyor.