18 Temmuz 2013
DOÇ. DR. ULVI SARAN, SIYASET BILIMI UZMANI
Derin dinî, tarihî ve kültürel kökleri olan başörtüsü gerçeğinin
gündelik hayatın her alanında ve toplumun her kesiminde hissedilen
yansımaları, Türk siyasal hayatının fırtınalı ideolojik geçmişine ve
toplumsal dönüşümünde yaşadığı sancılara işaret ediyor.
Ta ki Türkiye'nin geçmişiyle hesaplaşma, kültürel ve tarihî mirasını reddetme döneminin başlangıcı olan 1920'li yıllara kadar.
Cumhuriyet'in kuruluşuyla birlikte başörtüsü, devrim ideolojisine karşı bir direniş simgesi, geriye dönüş özleminin ifadesi ve erişilmek istenen çağdaş uygarlık hedefinin önünde bir engel olarak görülmeye başlandı.
Hatta devletin resmî söylemi ve bu söylemin pozitif hukuk metinlerine ve kamu yönetimine yansıması da başörtüsünün; laikliğe aykırı, yasa dışı ve kamu otoritesi eliyle devre dışı bırakılması, hatta yasaklanması gereken bir giysi olduğu yönünde.
Oysa Türk toplumunun başörtüsüne bakışı resmî tanım ve nitelemelerle hiç de örtüşmüyor.
Günümüzde başörtüsü kullanımının yaygınlığı ve baş örtme tercihleri konusunda yapılan çeşitli alan araştırmalarının sonuçlarına göre; kadınların yarıdan fazlası gündelik hayatlarında ve toplum içinde başörtüsü takıyor ve halkın yaklaşık dörtte üçü kadınların başörtüsü ile kamu hizmetlerinde çalışmasında sakınca görmüyor.
Devletçi modernleşme projesinin hedefleri arasında her zaman önemli bir yer tutan ve simgesel bir odak noktasına dönüşen başörtüsü, Türkiye'nin yakın siyasî tarihinde üstyapı kurumları eliyle ve yasal zorlamalarla kısa dönemde toplumsal ve siyasal hayatı dönüştürmeye yönelik girişimlere karşı sosyolojik gerçekliğin tepkisini, diğer bir anlatımla geleneksel ve kültürel değerlerin diyalektik karşı duruşunu ifade eden dinamik ve etkili bir direnç unsuru haline gelmiştir.
Kadınların başörtüsü yüzünden eğitim hizmetinden mahrum kaldıkları ve halen kamu kesiminde çalıştırılmadıkları Türkiye'nin acı bir gerçeği olarak bilinmekle birlikte; geçmişten bugüne bu alanda hakları çiğnenen ve onurları zedelenen insanların sayı ve oranı hakkında yapılmış bir araştırma ve elde edilmiş herhangi bir istatistikî veri bulunmuyor.
Türkiye'nin yakın siyasî geçmişinde, tepeden inme ve dayatmacı yöntemlerle hayata geçirilen baskıcı uygulamalardan çok azı, başörtüsü yasağı kadar milyonlarca kişiyi, hayatları boyunca her alanda sürekli olarak etkileyecek ve bilinçaltlarında derin izler bırakacak şekilde yaralamıştır.
Türk halkı başörtüsü yasağı sonucunda yaşadığı acı ve mahrumiyetleri yıllar boyunca uygun yol ve yöntemlerle ve etkili bir biçimde siyasal mekanizmalarda dile getirememiştir.
Burada sivil toplumun eksikliği, demokratik kültürün ve tepki verme refleksinin yetersizliğinin olduğu kadar; siyasî otoritenin bu konudaki talep ve beklentilere karşı peşinen yasaklayıcı ve hoşgörüsüz olmasının da önemli bir payı bulunmaktadır.
Anayasa'nın 49'uncu maddesinde yer alan “Çalışma, herkesin hakkı ve ödevidir” hükmü çerçevesinde, kamu hizmetine girmek bir “hak” olarak düzenlenmiştir.
Oysa kamu kesiminde uygulanan başörtüsü yasağı ile kadınların anayasal düzeyde korunan bu temel ve insanî hakları açıkça ihlal edilmektedir.
Kamuda başörtüsü yasağının hiçbir meşru ve hukukî gerekçesi yoktur. Uygulamanın başladığı tarihten bu yana da hiç olmamıştır.
İnsan hakları, hukukun temel ilkeleri ve adalet anlayışı çerçevesinde hiçbir zaman olması da mümkün değildir.
Anayasalar da dâhil olmak üzere, insanların hak ve özgürlüklerini ilgilendiren tüm kanunî ve idarî düzenlemelerin her şeyden önce İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nde yer alan temel ilkelere uygun olması zorunlu olduğundan; hiçbir pozitif hukuk kuralı, ilke ya da gerekçe kamuda başörtüsü yasağının dayanağı olarak gösterilemez.
Bu çerçevede ne bir anayasa hükmüne ne de bir kanun ya da yönetmelik maddesine dayanılarak yasak konulamaz.
Hukukun temel ilkelerine ve insan hakları alanındaki evrensel normlara aykırı olmamak kaydıyla, insanların hak ve özgürlüklerini kısıtlayan ya da bir haktan faydalanmalarını belli şartlara bağlayan düzenlemeler ancak kanunla getirilebilir.
Bu kural, hak ve özgürlüklere getirilecek kısıtlamaların kanundan başka bir yolla, yani yönetmelik veya genelge gibi idarî düzenlemelerle yapılamayacağı anlamına gelmektedir.
Öte yandan, temel bir hak ya da özgürlüğe getirilecek bir sınırlama her şeyden önce toplum vicdanında karşılığını bulmalı; hakkaniyet ölçüleriyle bağdaşmalıdır.
Toplumun vicdanını kanatan ve haklılığı her zaman tartışma konusu olan bir düzenleme, şeklen yasama organları eliyle ve yasama süreçleri izlenerek çıkarılmış olsa bile meşruiyet kazanamaz.
Anayasal ilkeler çerçevesinde temel bir hak ya da özgürlüğün kanunla da olsa sınırlanabilmesi, hukuk tekniği açısından belli şartlara bağlı olmasını ve belli sınırlar içinde kalmasını gerektirir.
Getirilecek kısıtlama, temel hak ya da özgürlüğün özüne dokunamayacağı gibi; ancak kamu yararını sağlama amacını taşıyabilir.
Bu bağlamda kısıtlama; başlıca üç şeyin; genel ahlakın, genel sağlığın ve kamu düzeninin korunması gerekçesiyle yapılabilir.
Buradaki temel amaç, başkalarının hak ve özgürlüklerini korumak, yani herkesin hak ve özgürlüklerden başkasına zarar vermeden faydalanmasını sağlamaktır.
Başörtüsüyle kamu hizmetinde çalışmak; ne genel ahlaka, ne genel sağlığa ne de kamu güvenliğine bir zarar vermediği gibi; başkalarının haklarını kullanmasına da hiçbir şekilde engel oluşturmamaktadır.
Aksine kimseye bir zararı olmayan bu giysinin yasaklanmasıyla kişinin kendi bedeni üzerindeki tasarruf hakkı ve tercih özgürlüğü ortadan kaldırılmakta, kamu hizmetlerine erişimde ve kamu istihdamında eşitsizlik yaratılması suretiyle adalet duygusu ve kişilerin devlete olan güveni sarsılmakta ve böylelikle kamu düzeni bozulmuş olmaktadır.
Hakkında hiçbir kanuni düzenleme bulunmayan kamuda başörtüsü yasağına dayanak olarak gösterilebilecek, 12 Eylül döneminde çıkarılan “Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Çalışan Personelin Kılık Kıyafetine Dair Yönetmelik”ten başka bir metin yok.
Her bir hukuk kuralının daha üst bir hukuk normuna uygun olması gerektiğini öngören “normlar hiyerarşisi ilkesi”ne göre, idarî bir düzenleme olan yönetmeliğin, bir üst hukuk normundan, yani kanundan referans almadan çıkarılabilmesi mümkün değil.
Esasen yalnızca kanunlarla emredilen hususların düzenleme şeklini gösteren yönetmeliğin, dayanacağı bir kanunun hiç mevcut olmadığı ya da kanunda açıkça belirtilmediği halde, kendi başına temel bir hakkın kullanımına yönelik yasaklama veya kısıtlama getirme yeteneği bulunmamaktadır.
Bu kritere göre, Devlet Memurları Kanunu'nda kılık kıyafet konusunda açıkça öngörülmeyen bir yasaklama veya kısıtlamanın, kendi başına yönetmelikle getirilmesi söz konusu olamaz.
Milyonlarca insanın istihdam dışı kalmasına yol açan başörtüsü yasağı, temelde insan hakları evrensel ilkelerine aykırılığı, siyasal gerilim ve çatışmalara yol açması ve tartışma gündeminden hiçbir zaman düşmemesi bir yana; kanunla düzenlenmesi gerekirken dayanağının bir yönetmelik hükmü olması itibarıyla da şeklen de olsa kanunî temelden yoksun ve dolayısıyla hukuk tekniği açısından geçersiz hale geliyor.
Diğer bir ifade ile kamuda başörtüsü yasağının dayanağı olarak gösterilen yönetmelik; hukuk kaynağı oluşturmada geçerli yönteme uyulmaksızın çıkarılmış olması, yani sakat bir hukukî işlem olması yönüyle de aslında “yok” hükmündedir.
Dolayısıyla, mutlak anlamda yok hükmündeki bir idarî düzenleyici metne, bir yönetmeliğe dayanılarak uygulanan bir yasağın meşruiyetinden de söz edilemez.
Başörtülü kadınlar, getirilen yasaklama sonucunda gündelik hayat pratiklerini ve sosyal tutumlarını düzenlemede referans olarak aldıkları dinî bir inancın gereğini yerine getirme zorunluluğu ile aksi takdirde başka şekilde elde edemeyecekleri bir iş sahibi olma, kamuda çalışma imkânı arasında bir tercih yapmaya zorlanmaktadırlar.
Kamuda başörtüsü yasağı, nüfusumuzun önemli bir oranını oluşturan kadınlarımızın dinamik ve nitelikli bir bölümünün üretim sürecine katılmalarını engellemekte ve ülkemizin kalkınma potansiyelini yeterince kullanmasına engel olmaktadır.
Bu bakımdan, insanlar üzerinde bir baskı ve ayrımcılık aracı olduğu gibi, toplumu çağdaş ve ileri uygarlık seviyesine taşımak yerine, aksine gerileten bir uygulama olarak öne çıkmaktadır.
Farklı inanç ve ideoloji grupları, farklılıkları nedeniyle vergi benzeri toplumsal ödev ve yükümlülükleri yerine getirmede herhangi bir muafiyete tabi tutulmadıkları gibi, kamusal hak ve imkânlardan faydalanma konusunda da herhangi bir kısıtlama ve mahrumiyete katlanmak zorunda bırakılmamalıdır.
Devletin sunduğu kamu hizmetlerinden yararlanmada olduğu gibi, kamu hizmetine girmede de ehliyet ve liyakat gibi görevin gerektirdiği objektif şartlardan başka; herhangi bir din, dil, ırk, cinsiyet, siyasal görüş ya da felsefi inanç farkı gözetilmemesi; hem laik bir devletin tüm inanç ve ideoloji grupları karşısında tarafsız olma yükümlülüğünün, hem de demokrasi ve hukuk devleti ilkelerinin gereğidir.
Bu bağlamda memurun başı örtülü olarak kamu hizmeti görmesi, devletin belirli bir inanç kesiminin tarafı ya da yansıtıcısı anlamına gelmediği gibi, aksine kamu hizmetlerini düzenlerken kişilerin inanç ve ideolojilerine eşit mesafede durduğu ve aralarında ayırım gözetmediği anlamına gelir.
Kişilerin kamusal eşitlik, laiklik ya da tarafsızlık adına tek bir davranış kalıbına sokulması, başlarının açılmaya ya da kapatılmaya zorlanması; eşitliğin değil, aksine ayrımcılığın ifadesi haline dönüşmektedir.
Türkiye'de devletin başörtüsüne yönelik negatif bakış açısı ve tutumu ile halkın geniş hoşgörüsü ve kabulü çerçevesinde oluşan sosyolojik destek tabanı arasındaki muazzam uçuruma rağmen kamuda başörtüsü yasağı halen devam ediyor.
Hukukî ve meşru bir temeli bulunmayan başörtüsü yasağı, doğrudan doğruya insanın kişiliğine ve haklarına bir saldırıdır ve özgürlüğünün ihlal edilmesi anlamına gelir.
Yapılan ihlal, insanın doğuştan sahip olduğu vazgeçilmez ve devredilemez haklarına yönelik olduğu için; zamanaşımına ve başka şartlara bakılmaksızın her durumda ve her dönemde cezalandırılması gereken bir insanlık suçu olarak değerlendirilmelidir.
Esasen çağdaş ve demokratik bir toplumda kılık kıyafet düzenlemesi gibi kişilerin bireysel hakları ve tercih özgürlükleriyle çelişen uygulamalara yer olmamalıdır.
Buna rağmen kamuda çalışanlar için söz konusu olabilecek bir kılık kıyafet düzenlemesinin; inancı ya da tercih özgürlüğü nedeniyle bir tek kişinin bile kamu istihdamı dışında kalmasına yol açmayacak şekilde yapılması gerekir.
Yasal ve idarî düzenlemeler ve bu çerçevede getirilecek kurallar, insanların ihtiyaçlarından doğarlar ve nihai amaçları toplumun huzur ve esenliğini sağlamaktır.
Bu bağlamda, getirilen düzenlemelerin toplumların köklü ve yaygın değerleri ve inanç yükümlülükleriyle çatışması durumunda yeniden ele alınıp değiştirilerek bunlarla uyumlu hale getirilmeleri uzun dönemde sürdürülebilir bir toplum düzeninin varlığı için kaçınılmazdır.