10 Temmuz 2013
KILIÇ BUĞRA KANAT*
Geçtiğimiz hafta içinde, yakın siyasi tarihimizden tanıdık olduğumuz
bir olay bu sefer Mısır'da yeniden sahneye konuldu.
Mısır ordusu siyasi
durumdan kendilerine vazife çıkarıp halkın bir kısmının da desteğini
arkasına alarak seçimle işbaşına gelmiş bir hükümeti devirerek iktidara
el koydu veya bu satırlar yazılırken anlaşıldığı kadarıyla el koymaya
çalıştı.
Darbe sırasında aynı zamanda hangi bölgesel güçlerin darbecileri tebrik etmek için sıraya girdiğine ve “biz kediye kedi deriz” demeyi bilenlerin darbeye darbe dememek için içine düştükleri komik duruma şahit olduk.
Mısır'da tüm bu olaylar gelişirken birçokları tüm tartışmalara rağmen dünyanın hâlâ bir numaralı gücü olan Amerika'nın ne tepki göstereceğini merakla bekledi.
Sonuç Amerika'nın özellikle Soğuk Savaş tarihini bilenler için beklenen ancak Arap Baharı'yla Amerikan dış politikasında yeni bir dönemin başladığını sananlar için şaşırtıcıydı.
Mısır, Amerikan dış politikasının otoriter müttefiklerin demokratikleşme süreci ile imtihanında son on senedir en zorlu anları yaşadığı ülkelerin başında geliyor.
George W.Bush'un 11 Eylül sonrası başlattığı “özgürlük gündemi” adı verilen politikasından bu yana Amerikan dış politikası Mısır'daki demokratikleşme konusunda sürekli zikzaklar içinde.
2000'li yılların başında “özgürlük gündemi”nin Amerika'nın Ortadoğu politikasında öne çıkmasının hemen arkasından Mısır'da Müslüman Kardeşler'in güçlenme ihtimali Amerikan yönetimini önemli bir ikilemle baş başa bırakmıştı.
Zira her ne kadar demokratikleşme Amerikan dış politikası kimliğinin önemli öğeleri arasında gösteriliyor olsa da Mübarek rejiminin sağladığı destek noktası Amerika'nın hem Kuzey Afrika ve Doğu Akdeniz güvenliği, hem Ortadoğu'ya güç projeksiyonu hem de İsrail-Arap sorunu açısından çok ciddi bir öneme sahipti.
Ancak 2005 yılında Kahire'yi ziyaret eden Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, bu ikileme nokta koyarcasına önemli bir özeleştiri yaparak ve Mübarek'i oldukça kızdırarak yaptığı çıkışında, Amerika'nın son 50 yılda Ortadoğu'da demokrasi yerine güvenliği öncelediğini ancak 50 sene sonrasında ikisini de elde edemediğini söylüyordu.
Uzun konuşmadan herkesin aklında kalan bu cümle, birçokları tarafından Amerikan dış politikasında yaşanacak derin bir revizyonun sinyali olarak algılanmıştı.
Ancak kısa bir süre sonra bu iyimser beklentiler boşa çıktı. Hem Mübarek'in Washington'daki dostları, hem “İslamcı tehdit” söyleminin sahipleri hem de Mübarek'in Ortadoğu'da işgal ettiği konumun Amerikan çıkarlarına en uygun pozisyon olduğunu düşünen ulusal güvenlikçiler, Mısır'ın ABD bölgede iki ülkeyle ve dünyada terörle savaştayken “kaybedilemeyecek kadar önemli bir ülke olduğu” kanısını kabul ettirmişlerdi.
Başkan Obama'nın seçimleri kazanması ve hemen sonrasında 2009 yılında Kahire'yi ziyaret etmesi ve yaptığı konuşma Rice'ınki kadar cesaretli olmasa da en azından olası bir değişimin mesajlarını taşıması bakımından oldukça önemliydi.
Ancak bu dönemde Amerikan dış politikasında değişim bekleyenler bir kez daha yanılmıştı. Zira “Ortadoğu bataklığından” bir an önce çıkmaya çalışan bir Amerikan başkanı için bölgede “istikrar” her şeyin başında geliyordu.
Arap Baharı kapıya dayandığında Obama yönetimi bir kez daha bölgedeki dengeleri yeniden hesaplama çalışmasına girdi. Tunus'taki devrimden sonra Beyaz Saray'da Mısır'da olası rejim değişimi için yapılan risk analizleri negatif sonuç vermiş ve Mübarek'in bu tip olayları kontrol altına alabileceği öngörülmüştü.
Zamanın dışişleri bakanı Clinton'un Tahrir'de gösteriler başladığında Mübarek rejiminin istikrarlı ve duruma hakim olduğu yönündeki açıklamaları, bu analizlerle birlikte siyasi temennilerin sonucuydu.
Ancak olayların büyümesi ABD yönetimini bir kez daha iki arada bir derede bıraktı. Beyaz Saray'da yapılan uzun Mısır toplantılarında yaşanan fikir ayrılığına ek olarak başta Suudi Arabistan ve İsrail olmak üzere diğer bazı ülkelerin de Mübarek lehine topa girmeleri, Amerikan yönetiminde kafa karışıklığını daha da artırdı.
Sonunda artık durum iyice kontrolden çıkmaya başladığında Obama yönetimi “tarihin doğru tarafında” bulunmayı tercih ederek ilk kez bölgedeki geleneksel Amerikan dış politikasından uzaklaştığı imajını vermeye çalıştı.
Son olaylar, Amerika'nın Mısır politikasında ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışanlar için yeni bir derslik vaka oldu.
Olayların başlamasından hemen sonra karmaşık cümleler, muğlak ifadeler, “4 Temmuz rehaveti” ile “iyi oynayan kazansın” gibi anlamsız bir pozisyon sürdüren ABD'nin Sisi'nin askerî müdahale açıklamasından sonra olaya darbe deme konusunda sergilediği çekimserlik herkese ortaya çıkan yeni durumu gösterdi.
Amerika sanki Oliver Stone ile Costa Gavras'a yeni malzeme sağlıyormuşçasına darbecilere -artık herkesin ne anlama geldiğini az çok bildiği- “demokrasiye bir an önce dönülmesi” çağrısında bulunmaktan öte bir tepki göstermekten sakındı.
Sonrasında medyada yer alan veya sızdırılan birçok haberde “Mursi nerede yanlış yaptı?” tezi işlenerek de darbeye siyasi hataları düzeltmek için girişilmesi gereken bir eylem muamelesi çekilirken öte yandan da meşruiyet sağlanmaya çalışıldı.
Bu arada önemli Ortadoğu uzmanları da Mısır ordusunun Mısır'ın demokratikleşmesine nasıl vesile olacağı yolunda uzun yazılar kaleme almaya başlamıştı.
Beyaz Saray, gelen tepkilerden artık rahatsız olmuş olacak ki son günlerde yaptığı düzeltme açıklamaları ile kendince elini rahatlatmaya çalışıyor.
Obama yönetimi, Mısır'da bu olaylar sırasında yeniden sergilediği zikzaklarla sadece kafaları karıştırmakla kalmadı, aynı zamanda ayağına gelen büyük bir kamu diplomasisi fırsatını da tepmiş oldu.
Tüm Soğuk Savaş tarihinde adı yarı ciddi yarı komplo teorisi olarak darbelerle anılan ABD için Mısır, bu imajı düzeltmek adına altın bir fırsat sunmuştu.
İran'da bundan neredeyse 60 sene önce Musaddık'a karşı yapılan darbeye adının karışmasının olumsuz havasını bir türlü üzerinden atamayan ABD yönetimi için Mısır'da darbe girişimine karşı çıkmak belki de bir dönüm noktası olacaktı.
Bu durum Mısır'da darbeye zemin hazırlandığı bir sırada Senegal, Tanzanya, Güney Afrika'dan oluşan Afrika gezisinde Obama'nın verdiği demokrasi mesajlarını daha anlamlı kılacaktı.
Bunların hiçbiri olmadı. Her ne kadar son açıklamalarında ABD yönetimi daha dikkatli bir tutum sergilemeye ve olayın detayları üzerinde durmaya başlasa da durumun kamuoyunda algılanış biçiminde değişecek bir şey yok.
Zira kamuoyu siyasal olaylarda ayrıntıları, açıklamaları, mazeretleri değil pozisyonları görüyor. Toplumsal hafıza kritik dönüm noktalarında ülkeleri ve liderleri durdukları yerle hatırlıyor.
Onun üzerine kamu diplomasisi için harcanan milyarlarca dolar başarısız bir propaganda ve israf olarak kayda geçiyor.
*SETA Vakfı, Washington, DC
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder