Ali Bulaç 1951 Yılında Mardin'de doğdu. İlk ve Orta Öğrenimini
Mardin'de, yüksek Öğrenimini İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü (1975) ve Î.Ü.
Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü'nde (1980) yaptı. 1976'da Düşünce Dergisi
ve Düşünce Yayınları'nı, 1984'te İnsan Yayınları'nı kurdu. 1987 yılında Zaman
Gazetesi'nin kurucuları arasında yer aldı ve bir yıl Gazete'nin İstanbul Büro
Şefliği görevini yürüttü. 1985-1992 yıllan arasında Kitap Dergi-si'ni, üç aylık
araştırma dergisi Bilgi ve Hikmet'i yönetti. Çeşitli dergilerde, Milli Gazete,
Yeni Devir ve Zaman Gazetesi'nde çok sayıda yazı ve araştırmaları yayınlandı.
1988'de Türkiye Yazarlar Birliği "Fikir Ödülünü aldı. Evli ve dört çocuk
babasıdır.
Bugüne kadar yayınlanan eserleri:
Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı (8. Bsm. 1993); Kur'an ve Sünnet Üzerine (3.
Bsm. 1985); İslâm Dünyasında- Düşünce Sorunları (A. Bsm. 1993); Çağdaş
Kavramlar ve Düzenler (13. Bsm. 1993); Gündemdeki Konular (3 Bsm. 1992);
Ortadoğu Gerçeği (1988); İslam Dünyasında Toplumsal Değişme (3. Bsm. 1993); Bir
Aydın Sapması (S. Bsm. 1993); İnsanın Özgürlük Arayışı (3. Bsm. 1992,); Din ve
Moâernizm (S, Bsm. 1992); Nuh'un Gemisine Binmek (1992); İslam ve Fanatizm (1993);
İslam ve Demokrasi -Teokrasi, Totaliterim- (1.993). [1]
GİRİŞ
Müslüman dünyanın genel tarih
görüşünü inşa eden ana faktörlerden biri Asr-ı Saadet adım verdiğimiz özel
tarihi zaman dilimidir. Asr-ı Saadet'in Müslümanların düşünce, ilim ve
idraklerinin teşekkülünde özel ve belirleyici bir öneme sahip olduğunda hiç
şüphe yok. Bunun birçok sebebi sayılabilir, ancak hemen zikredilmesi mümkün
olan sebeplerinden biri, bu özel tarihi zamanın bağlayıcı ve örnek zaman
oluşturucu bir referans teşkil etme özelliklerine sahip olmasıdır.
İslâm tarihinde gelişip özel akım
veya disiplin niteliğini kazanmış her önemli hareket, kendine Kur'ân-ı Kerim yanında
Hz. Muhammedi (s.a.v.)'in tatbikatına sahne olan Asr-ı Saadette bir dayanak
bulma ihtiyacını hissetmiştir. Tefsir'den fıkha, tasavvuftan kelama ve diğer
fikrî ve ilmî faaliyet biçimlerine kadar Müslümanların düşünce ve
davranışlarım yönlendiren her önemli oluşumun köklerini Asr-ı Saadet'e
dayandırması, bu özel dönemin niçin bir meşruiyet sorununu da çözdüğünü
yeterince açıklar.
Siyaset ve genel toplumsal
örgütlenme modelleri için de durum farksızdır. Bugünün şartlarında dahi,
İslâm’ın genel ilkelerinden hareketle insan toplumlarının örgütlenmesi modeli
üzerinde kafa yoranlar, kendilerine Asr-ı Saadet'ten meşru ve ikna edici
dayanaklar bulmak durumundadırlar. Bu genel İslami metodoloji açısından böyle
olması gerektiği gibi, Müslüman aklı ve vicdanı tarafından genel kabul görmesi
açısından da böyledir ve böyle olması zorunludur.
Bu bölümde ele alacağımız konu,
Asr-ı Saadet'in en mucizevî işlerinden biri olan Medine Vesikası olacaktır.
Ancak son yıllarda çeşitli çevrelerin dikkatini çekmeye başlayan söz konusu
vesika, Dilmen yazılı tarihin tek örneği sayılır. Aşağıda da göstermeğe
Çalışacağımız gibi, Medine'de farklı dinî ve etnik sosyal bloklar arasında
imzalanan vesika, zamanın aktüel şartlarında dönemsel, ancak ruhu ve kurucu
ilkeleri yönüyle evrensel ve zamanlar üstü özelliklere sahiptir. [2]
Birinci Bölüm
Medine Vesikası'nı Batı bilim
çevrelerine tanıtan Alman oryantalist Wellhausen olmuştur. Muhtemelen
"Wellhausen'm "Skizzen und Vorarbeiten" adlı kitabının 1899 da
yayınlanmasından sonra, yine Alman Grimme, italyan Ceatani, Buhl, Wensick,
Korehl Ranke, Müller ve Guillaume adlı yazar ve araştırıcıların dikkati
çekilmiş, Vesika ile ilgili yayınlarda hissedilir bir artış olmuştur.[3] Ancak Vesika'nın islam dünyasında aktüel
hale gelmesini Prof. Muhammed Hamidullah'a borçluyuz.[4] Arapların "kütüphane köstebeği"
adım verdikleri Hamidullah'ın Türkiye, Ortadoğu, Asya ve Avrupa kütüphanelerini
kapsayan çok yönlü araştırmaları[5] Vesika ve bu Vesika'nın imzalandığı tarihsel
ve sosyal çevre ile ilgili geniş bilgilere sahip olmamızı sağlamıştır.
Vesika ile başka bilim adamlarının
da ilgilendiğini tespit ediyoruz.[6]
Wellhausen ve Hamidullah'ın bilim
çevrelerine tanıttıkları Medine Vesikası'nı ilk defa kaydeden Muhammed îbn
Ishak'tır (öl. h. 151). Hadis usulünde geçerli "isnad" yöntemim
kullanmayan îbn Ishak'tan Ibn Seyyid en-Nas ve tbn Kesir, Vesika'yı ondan alıp
kitaplarına dercettiklerini söylemektedirler.[7] Buna rağmen Beyhaki, Vesika'nın 1-23
maddelerini içeren ve daha çok Muhacirlerle Ensar arasındaki ilişkileri
düzenleyen bölümün isnadını vermiştir. [8]îbn Seyyid en-Nas, Vesika'yı îbn Ebi
Heyseme'nin bir isnad'la kitabına aldığını söylüyor. Ancak îbn Heyseme'nin (öl.
279) isnadını öğrenebilecek imkanımız yok, çünkü nakillerden hayli değerli
olduğunu sandığımız tarihinin sadece üçüncü bölümü bize-ulaşmış olup yazık ki
diğer bölümleri kaybolmuştur.
Wellhausen ve diğerlerinin Vesika'yı
Ibn Hişam'dan aldıklarında kuşku yok. Gerçekten îbn îshak'm daha geniş bir
açılımı olan îbn Hişam (öl. 213) "Siret" adlı ünlü kitabında
Vesika'yı tam metin olarak verir.[9] Dikkat çekici bir diğer nokta şu ki,
Vesika, Ebu Ubeyd'in "Kitabu'l-Emval" adlı kitabında îbn Ebi
Heyse-me'den aktarılan isnad'tan farklı bir isnad'la ve tam metin olarak
geçiyor.[10] Umeri'nin verdiği bilgiye göre, Zübeyr
kanalıyla Ibn Zen-ceveyh'in (öl. 247) "Kitabu'l-Emval"inde de yer
alıyor.[11]
Görülüyor ki m. 8,9 ve 10.
yüzyılların kaynaklarında yer alan Vesika'nın tarihi değerinden şüphe etmek
için ciddi bir sebep yok.[12]
Caetani, bu konuda hiçbir sorun
olmadığım büyük bir açıklıkla söyler. Çünkü ona göre, gerek ifade tarzı, gerek
içeriği o mahiyettedir ki, arasına özel maksatlı bir fikir ilave edilecek veya
tahrifat yapılacak olsaydı, bunun küçük bir eseri bile hemen meydana çıkardı.
Caetani, bu Vesika'mn ne Hadisçilerin ne de Ibn îshak'm değerini ve anlamını
bilmediklerini öne sürer. Ona göre, eğer bozulmadan günümüze kadar otantik
şekliyle gelebilmişse nedeni budur.[13]
Yine de Ebu Ubeyd ile îbn Ishak'ı
temel alan Ibn Hişam'm, aynı Vesikayı farklı yollardan rivayet etmeleri büyük
bir önem taşımakla birlikte,[14] Prof. Yusuf Aş'ın değindiği gibi, Hadis
ve Fıkıh kaynaklarında tam metin olarak yer almaması üzerinde durulması
gereken bir konudur. Ancak kanaatimce bu husus büyük iki sorun teşkil etmez.
Çünkü belli başlı Hadis kitaplarında Enes b. Malik ve Binti Haris'in evinde (ve
karşılıklı görüşmeler sonucunda) böyle bir sözleşme/antlaşma imzalandığına
dair elimizde güvenilir bir rivayet vardır. Söz konusu Vesikanın iki ayrı zamanda
ve iki ayrı belge şeklinde kaleme alındığı yolunda öne sürülen görüş büsbütün
yabana atılacak gibi görünmüyor. Vesika'nın genel akışı bu yöndeki ihtimali
kuvvetlendirmektedir. Buna göre Vesika'nm ilk 23 maddesi Müslüman bloğun Muhacir
ve Ensar kanatları arasında, 24-47 arası bölümü ise Müslümanlarla Yahudiler
arasında ve Binti Haris'in evinde imzalandığım söylemek mümkün
görünmektedir.
Şimdi konuyla ilgili Enes b.
Malik'in rivayetine bakalım:
"Asım'dan, Enes b. Malik'e Hz. Peygamber'in
'İslâm'da yeminli antlaşma (hılf) yoktur' buyurduğunu duyurmuş olayım, dedim.
Enes bana:
- Peygamber benim Medine'deki evimde
Kureyş ile Ensar arasında sözleşme imzaladı" cevabını verdi.[15]
Demek oluyor ki: Medine'deki
dini-hukuki topluluklar arasındaki görüşmelerin önce Enes b. Malik'in evinde,
sonra da Binti Haris'in evinde ve Hz. Muhammed (s.a.v.)'in başkanlığında yürütülüp
söz konusu Vesikanın bu görüşmeler sonucunda kaleme alındığı anlaşılıyor. Bunun
yanında Vesika'nm bütün kurucu ilkeleri ile kabile ve mekân isimleri dışında
ancak genel hukuk seviyesinde hak ve sorumluluklarıyla ilgili hükümlerinin
referansı olacak çok sayıda ayet ve hadis tespit etmek mümkündür. Bu meyanda
Vesikanın ilgili kurucu ilke ve hükümlerinin Kur'an ve Hadis kaynaklarında
karşılıklarım tespit etmek mümkün.
Vesika'mn tarihi değeriyle ilgili
son olarak şunu söylemek gerekir eski ve yeni müelliflerin büyük çoğunluğu,
Vesika'mn Hicretin ilk yanında, yani m. 622'de imzalandığını kabul eder. Ibn
Hişam ve Ebu Ubeyd'in eserlerinde düz ve yekpare bir metin iken, Wellhausen
onu 47 maddeye ayırmış, daha sonraları Hamidullah, kimi maddeleri kendi
içlerinde bölerek bu sayıyı 52'ye çıkarmıştır. [16]
Bilindiği gibi m. 610 yılında ilk
defa Mekke'de yeni dini tebliğ etmeye ve kendine taraftar toplamaya çalışan Hz.
Muhammed (s.a.v.), yakın çevresinden birkaç kişi dışında ilk yıllarda genel kabul
görmemiş, zamanla bu dine girenlerin sayısı arttıkça bu sefer de çeşitli engellemeler
ve ağır baskılarla karşılaşmıştı. 13 yıllık Mekke hayatında taraftar sayısını
fazla arttıramayan Peygamber ve Müslümanlar için Mekke dışına bir yere gitmek,
özgür ve güvenilir bir ortam bulmaktan başka seçenek kalmayınca, önce Habeşistan'a
(iki defa) sonra da Medine'ye hicret etmek zorunda kaldılar.
Mekke, Arap yarımadasının ticari ve
siyasi faaliyetlerinin yürütüldüğü önemli bir yerleşim merkeziydi. Öteden beri
dini bir merkez durumundaki Kâbe ile büyük ve köklü Arap kabilelerinin Mekke'de
oluşu, bu şehri fazlasıyla önemli kılıyordu. Mekke bu özelliğine binaen siyasi
ve idari açıdan da iyi örgütlenmiş, siyasi ve idari bürokratik merkeziyetçiliği
yanında özgür kabilelerden müteşekkil konfederasyon görünümündeydi.
Mekke gibi yarımadanın diğer
yerleşim merkezlerinde de Arap geleneğinin baskın karakteri kabile ruhudur. Bu
durum, yarımadanın iki büyük merkezinde de
hemen hemen aynıydı. Mekke ve Taif in birliği güçlü kabileler tarafından
sağlanıyordu. Ancak Medine bu anlamda böyle bir birlikten yoksundu. Çünkü
Mekke'de Kureyş, Taifte Sakif kabilesi siyasi birliği sağlarken, Medine'de
başta Evs ve Hazreç ile bu iki Arap kabilesinin müttefikleri Yahudi kabileler
(Beni Kaynuka, Beni Nadir ve Beni Ku-rayza) arasındaki bitmez tükenmez savaş ve
çekişmeler, siyasi birliğin sağlanmasına bir türlü imkân vermiyordu.
Wellhausen'a göre, işte Peygamber, böylesine muztarip ve fakat siyasi birliğe
muhtaç bir kabileler topluluğu olan Medine'de din ve hukuk temelinde yepyeni
ve o günkü Araplar arasında hayli garip bir siyasi birlik kurmaya muvaffak
oldu.[17]
Araştırıcılar, ittifakla Mekke ile
Medine arasındaki sosyal, siyasal ve ekonomik yapısal farkın Müslümanların
Medine'de tutunmasına ve burada yepyeni bir siyasal birliğin kurulmasına geniş
ölçüde yardımcı olduğuna kanidirler.[18]
Merkezi bir siyasi otoritenin
olmayışı sosyal hayat ve savunma alanında da kendini gösteriyordu. Ortak
savunmanın olmadığı Medine (eski ismiyle Yesrib)'de her kabile kendine ait
müstahkem bir hisar inşa etmişti. Her bir kabilenin ortak sandığı tarafından karşılanıyordu.
Arap kabileleri ise "kan diyetleri "nin karşılanması amacıyla bir
tür sosyal sigorta kurmuşlardı. Yahudilerin elinde Tevrat olmakla birlikte,
kimsenin ve bütün kabileler arasındaki ilişkileri düzenleyen yazılı bir hukuk
yoktu, ihtilaflar çoğunlukla örfi teamüller esas alınarak ve hakemler
tarafından çözülürdü. Ne var ki, hakemlerin kararım destekleyecek somut hukuki
müeyyidelerin olmayışı ile çoğunlukla güçlülerin kararları tanımayışları
adaletsizliklerin sürüp gitmesine yol açıyordu.
Eğitim seviyesi ve okuma-yazma
oranının hayli düşük olduğu Medine'de Yahudiler, İbrani alfabesiyle Arapça
konuşup yazıyorlar, dini ibadetlerini ve çocuklarına verdikleri öğretimi
"Bey-tü'1-Medaris" denen yerde yapıyorlardı. Araplar ise bu sınırlı
imkândan da yoksundular ve esasında kitapları olmadığı için Yahudiler
karşısında ezik duygular içindeydiler.
Medine'yi oluşturan iki etnik ve
dini grup, yani Araplar ile Yahudiler iki ayrı ve homojen topluluk durumunda
değildiler, ilginçtir, Araplar ve Yahudiler arasında çatışma olduğu gibi Arap
kabileleri kendi aralarında ve Yahudi kabileleri de kendi aralarında savaşıp
duruyorlardı. Ibn Hişam'm verdiği bilgilere göre, Yahudi Kaynuka oğullannm
çoğunluğu, Arap olan Hazreçliier'in müttefiki, Nadir oğullan ve Kurayza
oğullarının çoğunluğu da Arap kabilesi Evsliler'in müttefiki idiler.[19] Bu kargaşa ve çatışma şehrin mimarisini
dahi etkilemişti. Bazı kaynaklar 59 hisardan söz ederken, Semhudi sadece Yahudi
olan 20 ayrı kabile ismi sayar.
Ancak asıl büyük savaşlar iki Arap
kabilesi Evs ve Hazreç arasında sürüyordu. Tarihçiler, "Buas" adını
verdikleri bu şiddetli savaşların 120 yıl sürdüğünü kaydederler. Esv şehrin
güneyinde, Hazreç kuzeyinde ikamet ediyordu. Ibn Neccar, Araplar'm 13
hisarından söz eder. Aslında Benu Kayle ortak kökende birleşen ve fakat sonra
bölünen bu iki kabile arasındaki şiddetli savaklar bütün Medine ve çevresini de
tam bir kaosun içine düşürmüş, güvenliği ortadan kaldırmış ve tabii herkeste
genel bir bıkkınlık duygusu uyandırmıştı.
Hicret'e takaddüm eden günlerde
Medineliler, merkezi bir otoritenin bu çatışmalara bir son vereceğini düşünmeye
başladılar ve hatta Abdullah îbn Ubeyy'i başlarına kral yapmak istediler.
Medineliler, Bizans ve Sasanilerle yakın temas halinde olduklarından,
muhtemelen katı bir monarşinin her türlü kaosun önüne geçebileceği fikrini
buralardan almış olabilirler. Ne var ki, Abdullah ibn Ubeyy, zaaf sahibi,
muhteris ve dar görüşlü bir insandı ve en Önemlisi kendisi de bir Medineli idi.
Medine'deki derin iç çelişkiler, onun güç ve yeteneklerini fazlasıyla
aşıyordu.[20]
Yukarıda da değindiğimiz gibi
Medine'nin merkezi bir siyasi otoriteden yoksun olması ile sürüp giden şiddetli
savaşlar, Peygamber'in buraya gelişini kolaylaştırmıştı. Nitekim sonradan Hz.
Aişe şunları söyleyecekti:
"Yevm-u Buas (Evs ve Hazreç
arasındaki savaş), Allah'ın elçisi Muhammed'e bir armağanıydı. Resûlullah
geldiğinde (Medine ahalisi) gruplara bölünmüş, ileri gelenleri öldürülmüş veya
yaralanmışlardı. Allah, onların İslâm’a girmesiyle Elçisi'ne lütufta bulunmuş
oldu."[21]
İşte Peygamber ve Mekkeli
Müslümanlar, Medine'ye hicret ettikleri zaman (m.622). Medine böylesine kaotik
bir durum arz ediyordu. [22]
Medine'ye gelir gelmez Peygamberin
ilk yaptığı işlerden biri, yeni gelen muhacirleri yerleştirmek, onların ve
ailelerinin gündelik (rutin) ihtiyaçlarının karşılanması için gerekli
tedbirleri almak oldu. Bu amaçla Medineli Müslümanlar (Ensar) ile Mekkeli
Müslümanlar (Muhacirler) arasında sosyal ve ekonomik bir dayanışma ve
yardımlaşma ilişkisini tesis etti. Buna "muahat = kardeşleşme" adı
verildi. Hicret'in ilk günlerinde bu kardeşleşme organizasyonuna 45'i Ensar'
dan, 45'i Muhacirlerden olmak üzere 90 kişi katıldı. Kaynaklarımız bu ilk
teşebbüste birbiriyle kardeş olmayan tek bir muhacirin kalmadığını yazar.[23]
Öyle ki kardeşleşme, aralarında kan,
akrabalık ve kabilevi bağ olmadığı halde onları birbirine mirasçı bile kıldı. Deyim
yerindeyse komünal bir hayat biçimi geliştirildi. Hicret'in 5. ayında
kardeşleşmeye katılan ailelerin sayısı 186'a çıkmıştı.[24] Gelen her bir aileyi, Medineli bir aile
yanma alıyor, zirai ve ticari hayatına, ev geçimine ortak kılıyordu. Hatta kimi
Medineliler, eğer arzu ediyorlarsa birden fazla evli oldukları eşlerini
boşayıp bekar Muha-cirler' e nikahlayabileceklerini teklif ettiler.
Bir ara Ensar, sahip oldukları
hurmalıklarını da Muhacirlerle bölüşmek istedi. Ancak durumun düzelme yönünde
bir gelişme gösterdiğini gözleyen Peygamber, bunun yerine zirai ortaklık
yapmalarım teklif etti ve "Sulama işini Muhacirler üzerine alsın, sonra
aranızda ürünü bölüşün" dedi.[25] Yine de Ensar, Muhacirleri birer ev
sahibi yapmak için arsa, arazi ve hurmalıklarının fazlasını onlara hibe ettiler.
Kaynaklar, bu kardeşleşmenin
sürdüğünü, ancak miras hükmünün kimine göre Bedir den sonra (Enfal, 75),
kimine göre de h.3 yıl Şevval ayında yani Uhud
savaşından sonra son bulduğunu yazar.
Hicret'le birlikte ve bu
gelişmelerden sonra Medine'de üç ana toplumsal blok ortaya çıkmış oldu:
Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrik Araplar.
Müslüman blok, Mekkeli Muhacirler ve
Medineli Evs ve Hazreç'li Ensar'dan müteşekkildi. Bu türden toplumsal yapılanma
bütün Arap yarımadasının kadim geleneğine yabancıydı. Çünkü geleneksel kabile
hayatında, toplumsal örgütlenme kan ve akrabalık bağına dayalı iken, ilk defa
Medine'de coğrafî, etnik ve kültürel kökeni tamamen birbirinden farklı insanlar
bir araya gelerek kendilerim ayrı bir sosyal blok (camia) olarak tanımlıyorlardı.
Sonraları buna Romalı Süheyl, İranlı Selman, vb. eklenecekti. Nitekim Medine
Vesikasının 2. maddesi bu sosyal bloğu din ve hukuk temelinde "diğer
insanlardan ayrı bir ümmet" olarak zikredecektir.
Ancak kuşkusuz Medine,
Müslümanlardan ibaret değildi. Onun kadim sakinleri Yahudiler ve Müslümanlığı
kabul etmemiş Araplar da vardı, işte Hz. Muhammed (s.a.v.)'in önünde bütün bu
sosyal blokları anlaştırıp birleştirmek ve bir arada yaşamanın formülünü
bulmak gibi önemli bir sorun vardı.[26] Peki bu nasıl yapacaktı?
Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Muhammed,
Medine'nin sosyal, dini ve demografik yapısını ortaya çıkarmakla işe başladı. Ve
bu amaçla, o günkü gelenekler için hayli yabancı olan bir teşebbüse girişerek
nüfus sayımı yaptırdı. Medine Vesikası gibi bu ilk nüfus sayımının yapılması
ve şehir sakinlerinin tek tek (erkek, kadın, çocuk, yaşlı) bir deftere
yazılmasına da ilk defa rastlanıyor, diyebilir miyiz? Muhtemelen bu türden bir
teşebbüse ilk defa rastlanıyor olmalıydı. Her neyse, bu teşebbüsün Araplar için
"yeni ve garip" olduğunda kuşku yok. Huzeyfe'den gelen bir nakle
göre:
"Allah'ın Elçisi bize:
- Din olarak İslâm’ı seçen ve
Müslüman olan kimselerin isimlerini (tek tek) yazıp getiriniz" dedi. Biz
de Ona 1500 kişinin ismini yazıp getirdik."[27]
Nüfus sayımı sonucunda Medine'de 10
bin kişinin yaşadığı, bunlardan 1.500 ünün Müslüman, 4.000'in Yahudi ve
4.500'ünün Müşrik Arap olduğu anlaşılmıştı.
Peygamber, ikinci bir adım attı,
Medine'nin doğal şehir sınırlarını tayin etti ve dört bir köşeye birer işaret
koyarak bir "Site-Devlet'in toprağım belirlemiş oldu ki, bu sınırlar
içinde kalan bölge Vesika'mn 39. maddesinde "Yesrib (Medine) vadisi
içindeki alan (cevf), korunmuş (haram)" olarak yer alacaktır.
Tabiatıyla Müslümanlar bu
teşebbüsten memnundular, Yahudiler de bu sosyal ve siyasal organizasyondan
memnun görünüyorlardı; ancak Medineli Müşrikler (puta tapanlar), huzursuzdular,
geleceklerini tehdit altında görüyorlardı.[28] Bunun nedenini anlamak zor değildi;
çünkü Peygamber ve arkadaşları Mekkeli müşriklerin tahammülsüz baskılarına
dayanamayarak hicret etmek zorunda kalmışlardı. Onun Kureyş müşrikleri ile
diğer müşrikler (bu arada Medineliler) le arasının iyi olacağı düşünülemezdi.
Kaldı ki, hicretin hemen ardından, Mekke'den Kureyş'in müslümanlarm peşini
bırakmayacağı ve yakın bir gelecekte Medine üzerine askerî bir sefer
düzenleyeceği yolunda haberler gelmeye başlamıştı. Böyle bir savaş ortamında
Medineli müşriklerin durumu ne olacaktı? Kureyş onlara "Niçin Muhammed'i
kabul ettiniz?" diye çıkışmaz veya muhtemel bir karşılaşmadan önce
Müslümanlarla aralarında bir çatışma çıkmaz mıydı? Ortada fiili bir durum
vardı. Böyle bir konjonktürde nasıl bir arada yaşanacaktı?
Hz. Muhammed (s.a.v.) bir yandan
hicret eden Mekkelilerin yerleştirilmesi ve yeni çevreye intibaklarıyla
uğraşırken, diğer yandan Yahudi ve müşrik Araplara güven vermeye çalışıyor,
niyetinin Medine üzerinde mutlak bir egemenlik kurmak olmayıp yeni dini
cemaatinin güven içinde yaşamasını ve dinlerini yayma imkânlarını sağlamak
olduğunu söylüyordu. Esasında daha Mekke'de iken vahiylerde geçerli bir
politika olarak "Sizin dininiz size, benim dinim bana" (Kafirun, 6)
ilkesi benimsenmişti. Ancak Kureyş, bu çok dinli çoğulcu projeyi reddedip
Peygamber'e din tebliğinde engeller çıkarmış, Müslüman olmak isteyenlere ağır
baskılar ve işkenceler uygulamıştı.
Dolayısıyla Peygamberin izlediği
stratejide hiçbir değişiklik yapmak gerekmezdi. Bu durumda Medine'deki hayatı,
Mekke'de inen vahyin toplumsal, hukuki ve kurumsal düzeyde bir açılımı,
Mekke'deki vizyonun Medine pratiğine taşınması olacaktı; nitekim öyle oldu.
Yani, dini ve hukuki özerklik temelinde çoğulcu bir toplumsal projeyi hayata
geçirerek, herkese ve her topluluğa bir arada yaşamanın mümkün yollarını
göstermek. Elbette dinî tebliğ devam edecekti; ama hiç kimse zor ve baskı
altına alınarak başka bir dine girmeye mecbur edilmeyecek, din değiştirenler
Mekke'de olduğu gibi herhangi bir engelle karşılaşmayacaktı.
Medine'ye gelişten sonra önce
Medineli Ensar ile Mekke'den gelen Muhacir ailelerin başkanlarının (Nakib)
katıldığı büyük bir kardeşleşmenin (Muâhât) hukukî temelini oluşturan hükümler
görüşüldü. îşte Medine Vesikası'nın ilk 23 maddesi, bu toplantıda tespit
edilmiş olup yeni Müslüman bloğun sosyal ve hukukî ilişkilerini yazılı
hükümlere bağlamaktadır.
Bu iş tamamlandıktan sonra, Hz.
Muhammed (s.a.v.), Enes bin Malik'in evinde Müslüman bloğun liderleriyle olduğu
kadar, Müslüman olmayan Medineli diğer sosyal blok temsilcileriyle de durumu
istişare etti. Ve anlaşılan bu sefer Binti Haris'in evinde toplanarak yeni bir
"Şehir-Devlet" yapısını ortaya çıkaran temel ilkeler üzerinde
anlaştılar. Bu yeni "devletin anayasası" yazılı bir biçimde tespit
edilip vazedildi ki bu metin şu anda elimizde bulunan Vesika'dır.
Şimdi konunun daha iyi anlaşılması
için Vesika'mn hükümlerine yakından bakalım. [29]
İkinci Bölüm
Bismillahirrahmanirrahim.
(1) Bu kitap (yazı), Peygamber Muhammed
tarafından Kureyşli ve Yesribli mü'minler ve Müslümanlar ve bunlara tabi olanlarla
yine onlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla beraber cihad edenler
için (olmak üzere tanzim edilmiştir).
(2) İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı
bir ümmet (cami'a) teşkil ederler.
(3) Kureyş'den olan Muhacirler, kendi
aralarında adet olduğu veçhile kan diyetlerini ödemeye iştirak ederler ve onlar
harp esirlerinin fidyei necatını mü'minler arasındaki iyi ve makul bilinen
esaslara ve adalet umdelerine göre ödemeye iştirak edeceklerdir.
(4) Benû Avf lar kendi aralarında âdet
olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye iştirak
edeceklerdir ve (Müslümanların teşkil ettiği) her zümre (taife), harp
esirlerinin fidyei necatını mü'minler arasındaki iyi ve makul bilinen esaslara
ve adalet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
(5) Benû Harisler, kendi aralarında
âdet olduğu veçhile evvelki, şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her
bir zümre, harp esirlerinin fidyei necatını, mü'minler arasında iyi ve makul
bilinen esaslara ve adalet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
(6) Benû Saide'ler, kendi aralarında
âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her
zümre, harp esirlerinin fidyei necatını, mü'minler arasındaki iyi ve makul bilinen
esaslara ve adalet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
(7) Benû Cuşem'ler, kendi aralarında
âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her
zümre, harp esirlerinin fidyei necatını, mü'minler arasındaki iyi ve makul bili
nen esaslara ve adalet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
(8) Benû'n-Neccâr'lar kendi aralarında
âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerim ödemeye ve her bir
zümre, harp esirlerinin fidyei necatım, mü'minler arasındaki iyi ve makul
bilinen esaslara adalet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
(9) Benû Amr îbn Avflar, kendi
aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini
ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necatını, mü'minler
arasındaki iyi ve makul bilinen esaslara adalet umdelerine göre tediyeye
iştirak edeceklerdir.
(10) Benû'n-Nebît'ler, kendi aralarında
âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her
bir zümre, harp esirlerinin fidyei necatını, mü'minler arasındaki iyi ve makul
bilinen esaslara adalet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
(11) Benû'l-Evs'ler, kendi aralarında
âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her
bir zümre, harp esirlerinin fidyei necatını, mü'minler arasındaki iyi ve makul
bilinen esaslara adalet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
(12) Mü'minler kendi aralarında ağır
malî mesuliyetler altında bulunan hiç kimseyi (bu halde) bırakmayacaklar,
fidyei necat veya kan diyeti gibi borçlarım iyi ve makul bilinen esaslara göre
vereceklerdir.
(12/B) Hiçbir mü'min diğer bir mü'minin
mevlasma (kendisi ile akdi kardeşlik rabıtası kurulmuş kimse) mümâna'at edemez
(Diğer bir okunuşa göre: Hiçbir mü'min diğer bir mü'minin mevlaşması ile onun
aleyhine olmak üzere bir anlaşma yapamayacaktır.)
(13) Takva sahibi mü'minler, kendi
aralarında mütecavize ve haksız bir fiil ikamı tasarlayan yahut bir cürüm yahut
bir hakka tecavüz veyahut da mü'minler arasında bir karışıklık çıkarma kastını
taşıyan kimseye karşı olacaklar ve bu kimse onlardan birinin evladı bile olsa,
hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır.
(14) Hiçbir mü'min bir kâfir için, bir
mü'mini öldüremez ve bir mü'min aleyhine kâfire yardım edemez.
(15) Allah'ın zimmeti (himaye ve
teminatı) bir tekdir; (mü'minlerin en ehemmiyetsizlerinden birinin tanıdığı
himaye) onların hepsi için hüküm ifade eder. Zira mü'minler, diğer insanlardan
ayrı olarak birbirlerinin mevlâsı (kardeşi) durumundadırlar.
(16) Yahudilerden bize tâbi olanlar,
zulme uğramaksızm ve onlara muarız olanlarla yardımlaşılmaksızın, yardım ve
müzaheretimize hak kazanacaklardır.
(17) Sulh, mü'minler arasında bir
tekdir, Hiçbir mü'min Allah yolunda girişilen bir hasde, diğer mü'minleri hariç
tutarak, bir sulh anlaşması akdedemez; bu sulh, ancak onlar (mü'minler) arasında
umumiyyet ve adalet esasları üzere yapılacaktır.
(18) Bizimle beraber harbe iştirak eden
bütün (askerî) birlikler, birbirleriyle münavebe edeceklerdir.
(19) Mü'minler, birbirlerinin Allah
yolunda (uğrunda) akan kanlarının intikamını alacaklardır.
(20) Takva sahibi mü'minler, en iyi ve en
doğru yol üzerinde bulunurlar.
(20/b) Hiçbir müşrik, bir Kureyşlinin mal
ve canım himayesi altına alamaz ve hiçbir mü'mine bu hususta engel olamaz (yani
Kureyşliye hücum etmesine mani olamaz).
(21) Herhangi bir kimsenin, bir mü'minin
ölümüne sebep olduğu katı delillerle sabit olur da maktulün velisi (hakkını
müdafaa eden) rıza göstermezse, kısas hükümlerine tabi olur; bu halde bütün
mü'minler ona karşı olurlar. Ancak bunlara, sadece (bu kaidenin) tatbiki için
hareket etmek helal (doğru) olur.
(22) Bu sahife (yazı)mn muhteviyatını
kabul eden, Allah'a ve Ahiret Günü ne inanan bir mü'minin bir katile yardım
etmesi ve ona sığınacak bir yer temin etmesi helal (doğru) değildir; ona yardım
eden veya sığınacak bir yer gösteren Kıyamet Günü Allah'ın lanet ve gazabına
uğrayacaktır ki o zaman artık kendisinden ne bir para tediyesi ve ne de bir
taviz alınacaktır.
(23) Üzerinde ihtilafa düştüğünüz
herhangi bir şey, Allah'a ve Muhammed'e götürülecektir.
(24) Yahudiler, mü'minler gibi,
muharebeye devam ettiği müddetçe (kendi harp) masraflarım karşılamak
mecburiyetindedirler.
(25) Benû Avf Yahudileri, mü'minlerle
birlikte [Ibn Hişam'da bu, "ma'a" (=ile) olarak, Ebu Ubeyd'de ise
"min" (=den) olarak zikredilir] bir ümmet (:cami'a) teşkil ederler.
Yahudilerin dinleri kendilerine, mü'minlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek
mev-laları ve gerekse bizzat kendileri dâhildirler.
(25/B) Yalnız kim ki haksız bir fiil
irtikab eder veya bir cürüm ika eder, o sadece kendisine ve aile efradına zarar
(vermiş) olacaktır.
(26) Benû'n-Neccâr Yahudileri de Benû
Avf Yahudileri gibi aynı (haklara sahip olacaklardır.
(27) Benû '1-Hâris Yahudileri de Benû
Avf Yahudileri gibi aynı (haklara sahip olacaklardır.
(28) Benû Sâ'ide Yahudileri de Benû Avf
Yahudileri gibi aynı (haklara sahip olacaklardır.
(29) Benû Cuşem Yahudileri de Benû Avf
Yahudileri gibi aynı (haklara sahip olacaklardır.
(30) Benû'1-Evs Yahudileri de Benû Avf
Yahudileri gibi aynı (haklara sahip olacaklardır.
(31) Benû Salebe Yahudileri de Benû Avf
Yahudileri gibi aynı (haklara sahip olacaklardır. Yalnız kim ki haksız bir fiil
irtikab eder veya bir cürüm îka eder, o sadece kendini ve aile efradını
zarardîde etmiş olacaktır
(32) Cefne (ailesi) Sa'lebenin bir kolu
(batn) dur; bu bakımdan Sa'lebe'ler gibi mülahaza olunacaklardır.
(33) Benû'ş-Şuteybe de Benû Avf
Yahudileri gibi aynı (haklara sahip olacaklardır. (Kaidelere) muhakkak rivayet
edilecek, bunlara aykırı hareket olmayacaktır.
(34) Sa'lebe'nin mevlaları, bizzat
Sa'lebeler gibi mülahaza olunacaklardır.
(35)Yahudilere sığınmış olan kimseler
(Bitane), bizzat Yahudiler gibi mülahaza oluncaktır.
(36) Bunlar (Yahudiler)'dan hiçbir kimse
(Müslümanlarla birlikte bir askerî sefere), Muhammed'in müsaadesi olmadan çıkamayacaktır.
(36/B) Bir yaralamanın intikamını almak
yasak edilemeyecektir. Muhakkak ki bir kimse bir adam öldürecek olursa
neticede kendini ve aile efradını mes'uliyet altına sokar; aksi halde haksızlık
olacaktır (yani bu kaideye rivayet etmeyen bir kimse haksız vaziyette
olacaktır). Allah bu yazıya en iyi rivayet edenlerle beraberdir.
(37) (Bir harp vukuunda) Yahudilerin
masrafları kendi üzerine ve Müslümanların masrafları kendi üzerinedir.
Muhakkak ki bu sahifede (yazıda) gösterilen kimselere harp açanlara karşı, onlar
kendi aralarında yardımlaşacaklardır. Onlar arasında hayırhahlık ve iyi
davranış bulunacaktır. (Kaidelere) muhakkak riayet edilecek, bunlara aykırı
hareketler olmayacaktır.
(37/B) Hiçbir kimse müttefikine karşı bir
cürüm ika edemez: Muhakkak ki zulmedilene yardım edilecektir.
(38) Yahudiler Müslümanlarla birlikte,
beraberce harp ettikleri müddetçe masrafta bulunacaklardır.
(39) Bu sahifenin (yazının) gösterdiği
kimse lehine Yesrib vadisi dâhili (cevf), haram (mukaddes) bir yerdir.
(40) Himaye altındaki kimse (carr),
bizzat himaye eden kimse gibidir; ne zulmedilir ve ne de (kendisi) cürüm îka
edecektir.
(41) Himaye verme hakkına sahip kimsenin
izni müstesna, bir himaye hakkı verilemez.
(42) Bu sahifede (yazıda) gösterilen
kimseler arasında zuhurundan korkulan bütün öldürme yahut münazaa vak'alarımn
Allah'a ve Resûlullah Muhammed'e götürülmeleri gerekir. Allah bu sahifeye
(yazıya) ve kuvvetli ve en iyi riayet edenlerle beraberdir.
(43) Ne Kureyşliler ve ne de onlara
yardım edecek olanlar, himaye altına alınmayacaklardır.
(44) Onlar (^Müslümanlar ve Yahudiler)
arasında, Yesrib'e hücum edecek kimselere karşı yardımlaşma yapılacaktır.
(45) Şayet onlar (Yahudiler),
(Müslümanlar tarafından) bir sulh akdetmeye veya bir sulh akdine iştirake davet
olunurlarsa, bunu doğrudan doğruya akdedecekler veya ona iştirak edeceklerdir.
Şayet onlar (Yahudiler), (Müslümanlara) aynı şeyleri teklif edecek olurlarsa,
Yahudileri de Benû Avf Yahudileri gibi aynı haklara sahip olacaklardır; din
mevzuunda girişilen harp vak'ala-rı müstesnadır.
(45/b) Her bir zümre, kendilerine ait
mıntıkadan (gerek müdafaa ve gerekse sair ihtiyaçlar hususunda) mes'uldür.
(46) Bu sahifede (yazıda) gösterilen
kimseler için ihdas edilen şartlar, aynı şekilde Evs Yahudilerine, yani onların
mevlalarına ve bizzat kendi şahıslarına, bu sahifede yazıda) gösterilen kimseler
tarafından sıkı ve tam bir muhafazakarlık ile tatbik olunur.
(Kaidelere)
muhakkak riayet edilecek, bunlara aykırı hareket olmayacaktır. Ve haksız
şekilde kazanç temin edenler, sadece kendi nefsine zarar vermiş olurlar. Allah
bu sahifede (yazıda) gösterilen maddelere en doğru ve en mükemmel riayet
edenlerle beraberdir. (47) Bu kita (yazı) bir haksız fiil ika eden veya cürüm
işleyen (ile ceza) arasına engel olarak giremez. Kim ki bir harbe çıkar, emniyette
olur veya kim ki Medine'de kalırsa yine emniyet içindedir; haksız bir fiil ve
cürüm ikaı halleri müstesnadır. Allah ve Resûlullah Muhammed himayelerini, (bu
sahifeyi tam bir sadakat ve dikkat içinde muhafaza eden kimseler üzerinde tutacaklardır.[30]
Üçüncü Bölüm
VESİKANIN HÜKÜMLERİNDE KURUCU
İLKELER
Hamidullah'a göre, "bu anayasa,
ilk islâm Devletinin Anayasası olmasından başka, aynı zamanda yeryüzünde bir
Devletin vazettiği ilk yazılı anayasa olma özellik" ve ayrıcalığına da
sahiptir.[31] italyan tarihçi Caetani,
"anayasa" tabirini kullanmadan "vesika" der ve şunları
ekler: "Bu vesika Muhammed Peygam-ber'in kitabıdır ki, bunu yazan (veya
yazdıran) Muhammed'in kendisinden başkası değildir. Diğerleri, yani
Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrikler buna katılmışlardır."[32] Caetani'nin bu sözlerinden, Peygamberin
kendi başına hazırladığı bir metni diğerlerine dikte ettirdiği veya bir emr-i
vaki durumu yaratıp onlara onaylattığı sonucunu çıkarmamak lazım. Enes'ten ve
diğer kanallardan gelen bilgiler, Vesika'nm karşılıklı görüşmeler sonucunda ve
bir toplumsal mutabakat ürünü şeklinde ortaya çıktığını göstermektedir.
Doğrusu da budur. Çünkü Mekke'den ve
gece yarısı gizlice çıkıp Medine'ye göç etmiş, üstelik bütün taraftarları genel
şehir nüfusunun yüzde 15'ini geçmeyen bir insamn, tamamen kendi istek ve
arzularına ya da gelecekteki çıkar hesaplarına hizmet edecek bir sözleşme
metnini, kendisinden sayıca ve silahça daha güçlü kimselere kabul ettirmesi
düşünülemez. Bu hiç de akla yatkın görünmüyor.
Hz. Muhammed (s.a.v.)'in karşılıklı
görüşmeler sonucunda ve oydaşma esasına dayalı hazırladığı bu toplumsal
sözleşmenin kabulünü sağlayan esaslı faktörlerden biri, 120 yıldır savaş ve
düşmanlıklarla yorgun ve bitkin düşen Medine'nin bizzat içinde bulunduğu
kaotik ve güvensiz durumdur. Medine adeta kendine bir kurtarıcı beklemektedir.
Kendi başına ve var olan sosyal güçlerle barış ve istikrar sağlayacak siyasal ve toplumsal bir formül bulamıyor.
Medine savaşlarla iktisadi bakımdan sürekli gerilerken, yine de yeni
çatışmalara gebe bir görünümdedir, işte tam da böyle kritik bir dönemde yabancı
kökenli biri çıkıp bütün gruplara birlikte ve ortak yaşamanın yollarım
gösteriyor, herkesi hukuk temelinde, "neysen osun" ilkesine göre var
olmaya çağırıyor.
Vesika'da yaralama, öldürme, kan
diyetleri, fidye-i necat vb. terim ve maddelerin sıkça yer alması, uzun yıllar
iç savaşlarla sarsılmış ve bitkin düşmüş bir toplumun normal konjonktürünü
yansıtır. O günün ivedi sorunu, çatışmalara bir son verilmesi ve taraflar
arasında adalet ve hakkaniyet esaslarına uygun bir arada yaşamanın formülünün
bulunmasıydı. Bu yönüyle Vesika, oldukça dönemsel bir nitelik taşır. Ancak
onun dönemselliği ve altına imza atan insanların sayısının azlığı, kurucu
ilkeleri yönünden önemsiz bir konudur.
İkinci önemli nokta, böyle bir proje
sayesinde kimsenin kimse üzerinde baskı kurmaya kalkışmadan başkalarını doğal
bir realite kabul etmesi ve onun yaşama ve düşünme biçimine saygı göstermesinin
yasallaşması ve hukukun teminatı altına alınmasıdır.
Göz önünde tutulması gereken bir
nokta da-şudur: Medine Vesikası, bütün sosyal bloklar açısından
"hâkimiyet" değil "katılım" temelinde bir toplumsal
projeyi Öngörür. Vesika'nm çizdiği proje çerçevesinde Müslümanlar, özgür
insanlar olarak Allah ve Hz. Muhammed'in gösterdiği istikamette ve güven içinde
yaşayacak ve dinlerini tebliğ edeceklerdir. Aynı haklar Yahudiler ve diğerleri
için de geçerlidir.
Burada Vesika'dan çıkarabileceğimiz
ilk kurucu ilkenin altını çiziyoruz:
Doğru, adil, hukuka saygılı ve
insanlar arasında gerçek barış ve istikrarı amaçlayan ideal bir projenin^farklı
gruplar (dini, hukuki, felsefi, siyasi vs.) arasında bir sözleşme temelinde
ortaya çıkması gerekir. Sözleşmenin hazırlanması esnasında sosyal blokların
kendileri veya temsilcileri hazır bulunmalı, özgür bir ortamda ve karşılıklı
görüşme ve tartışmalarla sözleşmenin hükümleri (temel yasalar) tespit
edilmelidir.[33]
Toplumsal hayata katılan gruplar
heterojen olduklarından, her bir madde bir örtüşme noktasını teşkil etmeli ve
oydaşma yoluyla tespit edilmelidir. Her örtüşme maddesi sözleşmenin bir hükmünü
oluşturur ve anlaşmazlık konusu her madde de grupların kendilerine terk
edilir. Örtüşme sözleşme alanına, farklılık özerk alana aittir. Bu, birlik
içinde zengin farklılık, yani sahici çoğulculuktur.
İkinci kurucu ilke hakimiyetsin
değil, katılımlın hareket noktası seçilme sidir. Çünkü totaliter ve üniter bir
siyasal yapıda farklılıklar kabul edilemez. Medine Vesikası, Müslüman ve
Yahudileri kabile kabile (tek tek) zikreder. Müşriklere de ayrı bir madde değinir.
(Md. 20/B). Muhacirler, Ensar, Benu Avf, Benu Harisler, Be-nu Saide, Benu
Cuşem, Benu'n-Neccar, Benu Amr îbn Avf lar, Benu Nebît ve Benu'1-Evs... (Md.
1-11). Yine Saide, Benu Cuşem, Be-nul-Evs, Benu Salebe, Ceme, Benu Şuteybe (Md.
25-33), kabilelerini ve onların mevlalarını ayrı ayrı zikreder.
Mevla, kan ve akrabalık bağı
olmaksızın bir kabileye bağlı veya onunla anlaşmalı olan kabile, aşiret veya
topluluktur. Bu demek oluyor ki, ismiyle ve imzasıyla sözleşmeye taraf olan
her bir sosyal blok, kendisine bağlı diğer toplulukları da temsil etmekte ve
aynı hak ve sorumlulukları onlara da tanımaktadır. Bu şu anlamada gelir:
Vesika'da ismi olmasa ve hatta görüşmelere katılmış olmasa dahi, anlaşmaya
taraf olan bir kabile ile -daha önceden- anlaşmalı olan bir kabile veya aşiret
de dolaylı yollardan Vesika'ya ve genel hükümlerine katılmış sayılmaktadır ki, İslâmiyet'ten önce var olan kadim Arap geleneği bunu
gerekli kılmaktadır. Ancak 20/B maddesi müşriklerle ilgili özel hükümler
getiriyor ve 43. md. ile destekleniyor. Bu da Medineli Müşriklerin Mekkeli
Müşriklerle her türlü siyasi ve askeri ilişki kurmalarına engel teşkil etmek
içindir. Esasında Medineli Müşrikler de Mekkelilerle ittifak kurma arzusunu
taşımıyorlar, hatta başlarına bir tehlike gelir diye çekmiyorlardı. Ama onlar
da, diğerleri gibi 39. md. de belirtilen Site'nin alanı içinde her türlü hak ve
özgürlüklere sahip olmak istiyorlardı, Vesika bu hakkı talebi de hukuki bir
teminat altına almaktadır. Nitekim, Mekkelilerle girişilen Bedir ve Uhud
savaşlarından sonra da, Vesika'ya taraf Müşriklerin Medine'de yaşamaya devam
ettiklerini ve Müslümanlarla Medine'de yaşamaya devam ettiklerini ve
Müslümanlarla aralarında çatışmaya dönüşecek ciddi sorunlar çıkmadığım biliyoruz.
Kabilelerin bir bir zikredilmesi,
toplumda var olan dinî ve etnik toplulukların kimliklerini tanımak ve
belgelemek içindir. Muhtemelen, kabile liderleri bunu özellikle talep
etmişlerdir.
Bundan şu sonuç çıkar: Her bir dinî
ve etnik grup kültürel ve hukuki tam özerkliğe sahiptir. Yani din, yasama,
yargı, eğitim, ticaret, kültür, sanat, gündelik hayatın düzenlenmesi vb.
alanlarda herkes ne ise öyle olacak ve kendim tanımladığı hukukî ve kültürel
standartlar içinde ifade edecektir. Söz konusu dinî ve hukukî özerkliğin
teminatı, "Yahudilerin dinleri kendilerine, mü'minl-rin dinleri
kendilerinedir. Buna gerek mevlalan ve gerekse kendileri dâhildirler"
diyen 25. maddedir.
42. Madde'de zuhurundan korkulan
ihtilafların Hz.Muhammed' e götürülmesini öngören hüküm, gerek Kur'an'dan (Bkz.
Maide, 42 vd.) gerekse Hadis ve Siyer kaynaklarından anlaşıldığı kadarıyla,
Yahudiler tarafından teklif edilmiştir. Daha önce de değindiğimiz nedenlerle,
Medine'deki kaotik durum, kabileler arasındaki karşılıklı güveni sarsmıştı. Bu
madde ile, gruplar, kendi aralarında çıkan ihtilafları çözemedikleri zaman,
davayı bir "üst yargı makam”ına götürmek üzere kendi aralarında anlaşıyorlar.
Bu üst yargı makamı da doğrudan güvenilir, tarafsız ve Medine dışından gelmiş
Hz. Muhammed' tir. Kur'an, Peygamber'e eğer isterse onların davalarına
bakabileceği yetkisini veriyordu. (Maide, 42). Bunun üzerine Peygamber de,
kendisine başvurdukları her seferinde onları muhayyer bıraktı ve önce şunu
sordu:
"Size neye göre hüküm vermemi
istersiniz, Kur'an'a göre mi, yoksa Tevrat'a göre mi?"
Bu düzenlemede Peygamber, bir
"Hâkim" değil, bir "Hakem" konumundaydı. Peygamberin
"hakemlik" vasfı Maide sûresinin 43. ayetiyle teyit edilmektedir.
Eklemek lazım ki, gayrı Müslimlerin davalarına bakma veya onları kendi
mahkemeleri ve hukuklarıyla başbaşa bırakma teamülü o günden beri zimmî hukukun
bir parçası olmuş ve bu uygulama Osmanlılar'in son dönemlerine kadar
sürmüştür.
Burada bir kurucu ilke daha ortaya
çıkmaktadır: Çoğulcu bir toplumda tek değil, birçok hukuk sistemi aynı anda
geçerli olabilir ve tabii eğer bloklar arasında çatışan hukuklar dolayısıyla
ihtilaflar doğarsa -ki doğar- bu durumda ya tarihte görüldüğü gibi, bu türden
davalara özel mahkemeler bakar veya bütün hukuk topluluklarının hukuk
temsilcilerinden oluşmuş üst mahkemelerin kurulması cihetine gidilir. Buna
göre, çatışan hukuk sistemleri karşısında mağduru hukuk seçmede özgür bırakmak
en iyi çözümdür; İslam hukuku açısından bu mümkündür.
Vesika'mn 23. maddesi Peygamberi
Müslüman sosyal blok üzerinde mutlak hâkim kılar. Bu doğal bir durumdur; çünkü
Müslümanlar ona biat etmekle, zaten ona bağlanmayı daha başında kabul
etmişlerdir. Bu, aynı zamanda ibadeti, dini ve hukuku birbirinden ayırmayan
İslami temel varsayıma uygun bir tutumdur.
Bu maddelerin kurucu ilkesi,
İslâmiyet’in sadece Müslümanları bağlayan bir din olduğu gerçeğinin altım
çizer.
İslami modelin totaliter olduğunu
öne sürenler, bu gerçeğin yeterince farkında değiller. Çünkü eğer ihsanlar,
özgür bir din tercih etme haklarına sahip ise, hukuk ve sosyal hayat
biçimlerinin de din ve düşüncelerine uygun olması bir zorunluluktur. Bu durumda
İslâm dinî ve hukuku, Müslümanları bağlar, diğerlerini kapsayıp bağlamaz ve
gayr-ı Müslimlerden bu hukuka göre davranmaları istenmez. Öyle ki bir rivayete
göre Hz. Ömer, başını örten gayr-ı Müslim bir cariyenin bu davranışından memnun
olmamış ve başörtüsünün İslâmiyet’i bir bütün kabul edenler için amir bir
hüküm olduğunu belirtmiştir.
Vesika ise objektif hükümleriyle
bütün dinî ve sosyal blokların üstündedir. Yani, Müslümanlar, Yahudiler ve
Müşrikler onun genel çerçevesi dışına çıkamazlar.
4. ve 11. maddeler sosyal blokların
özerkliğini teyit eder. Buna göre, kabileler, eskiden olduğu gibi (âdet olduğu
veçhile) kan diyetlerini ödeyecekler, savaş esirleri için fidye verecekler.
Kendi aralarında mali mükellefiyetlere katlanacak ve bunlar ortaklaşa tespit
edilecektir (Md. 3,12 ve 37.) Ancak eskiden olduğu gibi, kan ve akrabalık
bağına dayalı kabile asabiyetiyle suçlular korunmayacak, biri suç işlediği
zaman kabilesinin fertleri ondan sorumlu tutulmayacak, kısaca suç ve ceza
bireyselleşecektir (Md. 22 ve 31/B7.) Bu bile kendi döneminde başlı başına bir
devrimdi. Suçlu ve canilerin korunmadığı -ki bunlar hangi bloktan olursa
olsunlar fark etmez- bu yeni yapıda adalet ve güvenliğin sağlanması ortak ve
sosyal bir sorumluluk mevkiine çıkartılıyor, taraflar birbirlerine karşı -aynı
bloğun bireyleri- sorumlu tutuluyor. (Md. 12,13, 21). Buna bağlı olarak 12/B
maddesi kişilerin, başka kişilerin mevlaları ile ve onlardan ayrı olarak
anlaşma yapma imkânlarını tanıyor. Kanımca bu madde ve başka hükümler, vize
verme hakkını devletten alıp, doğrudan bireylere ve gruplara veriyor.
Vesika'nm diğer hükümlerini de
kısaca şöyle özetlemek mümkün:
39. Madde ile "ülke ve korunmuş
sınır" kavramı getirilmiş olup, bu o günün şartlarında yeni bir şeydi. Kan
ve akrabalık bağına dayalı kabile yapısı aşılıyor, insanlar bloklar halinde
(veya hukuk toplulukları şeklinde) daha üst bir siyasi birlik etrafında her
türlü çatışma ve hukuk ihlali yasaklanıyor.
Vesika'da geçen "haram"
terimi korunmuş sınır demektir ve bir siyasi birliğin toprak bütünlüğüne atıf
anlamına gelir. Bu siyasi birliğin Vesika'daki karşılığı "ümmet"tir
(Md. 2 ve 25). Bu anlamda "ümmet", içinde Müslümanlar, Yahudiler ve
müşriklerin de yer aldığı siyasi birlik demektir. Bu birlik, dinî, kültürel ve
hukuki özerklik temelinde ırk, dil, din, mezhep ve etnik köken farkını gözetmeyen
bir toplumsal projedir (Md. 1, 2,16 ve 25).
İnsanlar ve topluluklar arasındaki
ilişkilerde temel ahlakî esaslar ve herkesin karşı çıkamayacağı evrensel yüce
idealler geçerlidir (Md. 47). Ancak bunların geçerli olabilmesi için toplumsal
ilişkilerin bütününü düzenleyen yazılı bir hukuk metninin esas alınması
gerekir. Bundan dolayı Vesika, kendini "Kitap" (Md. 1, 36 ve 47) veya
"Sahife" (Md. 22, 39, 42, 46 t diye takanı etmektedir ki, o günün
geleneksel kültüründe bu her iki terim bağlayıcılık ifade eder. Sözgelimi
Kur'an da kendini "kitap" olarak tanımlar, geçmiş Peygamberlere
çeşitli kitap ve sahifelerin indirildiğini söyler.[34]
Vesika, herkesi bağlayan hukukun üstünlüğüne
tam riayeti öngörürken (Md. 37 ve 37/B), savaş, tek tek birey ve kabilelerden
alınıp merkezi hükümete intikal ettiriliyor (Md. 17,18). Savaş, merkezi
yönetimin ortak kararıyla alınacaktır. Savaşın en önemli sebeplerinden biri
dışarıdan gelecek bir saldırıya karşı ortaklaşa mukavemet etmek üzere yapılır.
Böyle bir savunma savaşında anlaşmaya taraf olan gruplar mali ve askerî ortak
sorumluluklar yüklenirler, hep birlikte savaşırlar. (Md. 15.18.19 ve 24). Ancak
din adına yapılacak savaşlarda ortak sorumluluk yoktur. (Md. 45). Buna göre
eğer Müslümanlar, kendi dinleri için ve başkalarıyla -o da Medine dışında
olmak üzere- savaşacak olurlarsa, Yahudiler ve Medineli Müşrikler onlara
katılmak zorunda değildirler. Bu madde gereğince Bedir ve Uhud savaşı Medine
dışında bir yerde cereyan etmiştir.
Toplumsal hayatta adaletin tevzii,
adlî işlerin yürütülmesi ve yargı için gerekli tedbirler alınacak ve bu
yetkiler merkezi otoriteye devredilip fertlerin takdir ve inisiyatifine terke
dilmeyecektir; bu da ortak sorumluluklar arasında yer alan önemli bir husustur
(Md. 13).
Vesika, yargı ve savunma ya da savaş
ilanı gibi hususları merkezi otoriteye (devlet?) devrederken, başta yasama
olmak üzere, kültür ilim, sanat, ekonomi, eğitim, sağlık vb. hizmetleri sivil
topluma bırakıyor. Nitekim bu konuda daha açık görüşlere sahip Hanefi
hukukçularının genel eğiliminden, yönetimin ancak vergi, yargı ve savunma
türünden alanlarla sınırlı olduğunu, bunların dışında kalan diğer alanların
sivil topluma ait olduğunu anlıyoruz.
Medine Vesikası'nm genel
hükümlerinden başka sonuçlar da çıkartılabilir. Ama yeri burası değildir.
Vesika'nm bizim için önemli tarafı, 622 yılında yazılı bir belge olarak üç ayrı
dinî ve sosyal blok arasında karşılıklı görüşme ve anlaşma sonucu kaleme
alınması ve uygulamaya konulmuş olmasıdır.
Ben kişisel olarak, Vesika'nm
hükümlerinden hareketle bir takım soyutlama ve genellemeler yaparak bugün için
referans olacak bazı kurucu ilkeler elde edilebileceğini düşünüyor ve bu kurucu ilkelerin son tahlilde çoğulcu bir toplumsal
projeye dayanak olabileceğine inanıyorum.[35] Kur'an, Hadis kaynakları ve
Müslümanların özel ve yöresel -tarihsel deneylerinden ayrı düşünüldüğünde
İslam hukuku da bu projeyi teyit eden ve geliştiren zengin hükümler
taşımaktadır. Yıllardır süren Arap-İsrail savaşı, şimdi yeni baş gösteren
Azeri-Ermeni çatışmaları, Lübnan’ın dini bölünmüş yapısı, Balkanlardaki etnik
durum, Kürt sorunu vb. sayısız çatışma ve savaş sebebinin var olduğu bölgemizde
bütün dini, etnik ve siyasî grupları sözleşme temelinde bir arada yaşatacak
ortak, gönüllü ve katılıma dayalı çoğulcu projelere ihtiyacımız var.
Kuşkusuz Hegelyen bir bakış
açısından bu Vesikaya baktığımızda doğru sonuçla!* çıkaramayız. Çünkü Hegel'e
borçlu olduğumuz modern (türedi) paradigma, çevre faktörlerini belirleyici bir
konuma çıkartır ve hatta insanı bile çevresinin bir ürünü sayar. Vesika'mn
hükümlerinde o günkü Arap toplumunun, kendine Özgü şartları veya var olan
objeler dünyası etkileyici olmuştur; ancak belirleyici olan o çevre şartları
değil, özgür, adil, katılımcı ve çoğulcu bir toplum biçimi geliştirme
arzusudur. Bundan dolayı hükümlere içkin kurucu ilkeleri araştırıp bulmak
önemlidir. Belki bize de bu kurucu ilkeler yol gösterecektir. [36]
[3] Wellhausen, J., Skizzen und
Vorarbeiten, Berlin, 1899, IV, 76 vd., Caetani, h,Annali Milano,
1903 {Ulam Tarihi, çev. Hüseyin Cahit, İstanbul, 1924, 1,126 vd.) Wensink,
A.J., Muhammed en de Joden te Media, Leyden, 1908, s. 78 vd; Buhl, F., Das
Leben Muhammeds, Leipzing, 1930, Majid Khadduri, War and Place in the Law of
islâm, Baltimore, 1955, s. 206 vd., Müller, A., Der îslâm in Morgen und
Abendland, I, 95; Ranke, Weltgeshichter V, 75; Grimme, Muhammed, I, 75 vd.
Ayrıca bkz. Hamidullah, I, 202; Tuğ, 31.
[4] Hamidullah M.,
el-Vesaiku's-Siyasiyye, Kahire, 1956, Vesika No:l Le Prop-he'te de I'Islam,
Paris 1959,1,133 vd. (Türkçe çev. Prof. S. Tuğ, İslâm Peygamberi, 5. bsk.,
İstanbul, 1990,1, 200 vd.) İslâm Hukuku Etüdleri, çev. S. Tuğ, İstanbul, 1974,
s. 37 vd.
[5] Türkçe ve Osmanlıca dahil olmak
üzere 10 civarında dil bilen ve şimdi Paris'te yaşayan Pakiskan asıllı Prof.
Dr. Muhammed Hamidullah'ın çeşitli dillerde 40'a yakın eseri ve 700 kadar
makalesi yayınlanmıştır. Şimdiden klasikleşmiş olan iki ciltlik ünlü eseri
İslâm Peygamberi 20 yıllık titiz bir çalışmanın mahsulü olup türkçe baskısı
arapça, fransızca vd. dillerdeki baskılardan daha geniş ve Önemlidir.
Hamidullah'ın 1924-1980 yılları arasında fransızca, almanca, ingilizce, türkçe,
malay-endonez, portekizce, Japonca, boşnakça, tamil dili, arapça, farsça ve
urduca dillerinde yayınlanan eserleri için bkz. Prof. Dr. Salih Tuğ'in İslâm
Peygamberi çevirisi, II, 1159 vd.
[6] Bkz. Prof. Dr. Salih Tuğ, İslam
Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İstanbul, 1969, s. 30 vd. Arap bilim
çevrelerinde Vesikaya ilişkin yayınlar için bkz. E. Ziya Umeri, Medine Toplumu,
çev. N. Yıldız, İstanbul, 1938, s. 78 vd.
[7] îbn Seyyid en-Nas, Uyunu'l-Eser,
1,197; İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, Kahire, 1351, III, 224; Umeri, 78-79
[8] el-Beyhakî (öl, 458),
es-Sünenü'l-Kübra, Haydarabad, 1344, VIII, 106 (Kita-bu'd-Diyatblm.); Umeri,
79.
[9] İbn Hişam, es-Siretü'n-Nebeviyye,
(Mektebetü'l-Külliyat el-Ezheriyye yayını) Mısır, ty. II, 106.
[12] Vesika'nın tarihi değerinden Arap
inüelliflerinden Yusuf Aş, Şüphe içinde olduğunu kaydeder. Aş, bu görüşünü 9
nolu haşiyede belirtiyor. (Umeri, 79). Ancak gerek Batılı oryantalistler
gerekse müslüman müellifler, Vesika'nın tarihi değerinden şüphe
etmemektedirler. Prof. Aş'ın şüphelerine yolaçan gerekçeler üzerinde
yayınlanacak kitabımızda uzun uzadıya durulacaktır.
[14] Ibn Hişam ile Ebu Ubeyd'in
rivayetleri arasındaki tek fark 25. maddede Benu Avf Yahudileriyle ilgili
ifadede "ma'a=ile" - "min=den" arasındaki farktır. Bu fark
Wellhausen'dan beri sözkonusu maddede tercihli olarak verilmektedir ki, her iki
okunuşta da anlam değişmemektedir.
[15] Buharı, Kefale, 2; Müslim,
Fedailu's-Sahabe, 204; Ebu Davud, Feraiz, 17; îmare, 20; Beyhakî, Sünen, VIII,
106; Bkz. Muhammed Hamidullah, İlk İslâm Devleti (çev. Prof. î. Süreyya Sırma,
İstanbul, 1992), s. 39.
[18] Her iki merkezin yapısal özelikleri
ve birbirleriyle mukayesesi için bkz. W. Montogomery Watt, Muhammed at Mecca,
Oxford, 1953 (Hz. Muhammed Mekke'de, çev. M.R.Ayas-A. Yüksel, Ankara, 1986) ve
aynı yazar, Muhammed at Medina, Oxford, 1953.
[26] A. Himmet Berki-Osman Keskioğlu,
Hatemü'l-Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı, 7. Bsk. Ankara, 1978, s. 204; S.M.
Ahmed Nedvî-S.S.Ansarî, Asr-ı Saadet, çev. A. Genceli, İstanbul, 1985,1, 64.
[27] Buharı, 56/181, no:l; M. Tayyib
Okiç, İslâmiyet'te İlk Nüfus Sayımı, A.Ü.İlahiyat Fak. Dergisi, Ankara, 1958-9.
VII, 11 vd.
[30] Metin Prof. Dr. Salih Tuğ
tarafından çevrilmiştir. Bkz. Hamidullah, İslâm Peygamberi, (5. bsk. İstanbul,
1991), I, 206-210.
Ali Bulaç, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları:
2/180-185.
[33]Burada "sözleşme" ile
ilgili sayın însel'in bir eleştirisine değinebilirim. în-sel, Benim Medine
Vesikası'nı temel alarak geliştirmeye çalıştığım görüşlerimi özetlerken şu
ifadeyi kullanır: "Görüldüğü gibi... (bu) siyasal tablo, ilk elde ve
şaşırtıcı bir şekilde Rousseavari bir toplum sözleşmesi üzerine kurulu çoğul
toplum tahayyülü olarak kendini ifade ediyor." Hemen devamında Saym İnsel
"Marx'm komünist toplumda oluşacağını öngördüğü devletle büyük
benzerlikler gösterdiği de söylenebilir" demektedir. (Ahmet İnsel, Ali
Bulaç'ın Çoğulcu Ümmet Tasarımı Üzerine: Totalitarizm, Medine Vesikası ve
Özgürlük, Birikim Dergisi, Mayıs 1992, sayı: 37, s. 30) Burada benim mi, yoksa
Ahmet İnsel'in mi analoji yaptığını üçüncü şahıslara ve tabii okurlara
bırakıyorum. Anc?k, başından beri ve zikrettiğim kaynakların tanıklığıyla Kari
Marx ve J. J.Roussea'dan yüzyıllar önce üç ayrı din ve hukuk topluluğu arasında
böyle bir sözleşme imzalandığı açıktır. Bu demektir ki, hem Rousseau'nun
toplumsal örgütlenmenin ilk şeklini sözleşmeye dayandırması, hem de Marx'm tarihin
başında ve finalinde çoğulcu bir toplumsal örgütleşmeyi öngörmesi yeni bir şey
değildir. Belki Rousse-au, Marx vd. mükemmel bir toplum için ütopya kurdular;
ben ütopyaları küçümsemiyorum ve varolana karşı bir muhalefet şekli olarak
görüyorum. Sözünü ettiğimiz Vesika ise bir ütopya veya bir kurgu değil,
tarihsel bir gerçektir. Dolayısıyla bu durum, yapacağımız analojilerde dikkate
alınmalıdır.
Bu konu İnsel'den önce başkalarının
da dikkatinden kaçmamış. Sözgelimi, M. Ziyauddin er-Rayyıs, İslâm siyasi
felsefesinin temelini oluşturan "Biat" ile Rousseau'nun toplumsal
sözleşmesi arasındaki benzerliği vurguladıktan sonra şöyle def: "Şu var
ki J.J.Rousseau'nun 'Sosyal Sözleşmesi' bir sanı olmasına karşılık, Akabe'de
iki kez gerçekleşen "biaf'ler tarihsel bir gerçek, birer gerçek, sosyal
sözleşme Örnekleridir. Bu olaylarda sözleşme, yüce bir risaleti gerekleştirmek
amacıyla insanların özgür istekleri ve olgun bilinçleri sonucu olmuştur.1' (M.
Ziyauddin er Rayyıs, İslam'da Siyasi Düşünce Tarihi, çev. A. Sarıkaya,
İstanbul, 1990, s. 48). Konuyu yakından bilen Hamidulları da, Akabe biatları
ile Medine Vesika-sı'nı kendine Özgü bir "toplumsal sözleşme" olarak
niteler. Ve der ki: "Devletin teşekkülünde toplumsal sözleşme niteliğini
ilk ileri sürenlerden İngiliz Hobbs, Locke ve Fransız Rousseau gibi
müellifler, eserlerinde bu teorilerine dayanak teşkil edecek somut ve belirli
tarihi örnekler vermemektedirler. Eğer onlar, böyle bir sözleşmenin daha önce,
yani ilk İslâmî dönemlerde imzalandığını bilselerdi, teorilerine acaba ne gibi
bir şekil verirlerdi?" (Ha-midullah, 7s/öm Hukuku Etüdleri, S. 28-29).
Son olarak A. Sanboury'nin konuyla
ilgili görüşlerini aktaralım. (Bkz. A. Sanboury, Le Califat, Paris, 1926, s.
94) Sonboury, İslâm'daki siyasi akd'in yapısını inceledikten sonra, bunun
kesinkes bir akid (sözleşme) olduğu sonucuna varır ve şöyle der: (P. 5,17 ve
19): "J.J. Rous&eau'nun kuramı ondan yıllar önce, İslâm bilginlerince
öz olarak biliniyordu. Rousseau'nun kuramında yönetici, aradaki bir sözleşme
gereği ve halka naib olarak otoriteyi alır ve kullanır. Ancak Rousseau'nun
kuramı yüzyıllar önce müslümanlar tarafından biliniyor, hatta Rousseau'ya göre
müslümanlar bir de fazla öğeye sahip bulunuyorlardı." (er-Rayyıs,
276-277).
Bütün bunlar neyi gösterir? İnsanların -bazı alanlarda- ortak bir kültür
mirasında Örtüştüğünü ve bazan "akıl için yolun bir" olduğunu.
Rousseau, eğer "toplumsal sözleşme" kavramını kullanmışsa, bizim
Rousseau kullandı diye, hem biçim hem de içerik olarak sözleşme temelinde
teşekkül etmiş bulunan İslâm'daki siyasal model'den vazgeçmemizi gerekirmez.
Nitekim, Kur'an, Hadis, Kelam ve Fıkıh kitaplarında başta siyasal rejim olmak
üzere, her türlü toplumsal (ticari, medeni vs...) ilişkiyi düzenleyen anlaşma
ve sözleşmeler "Misak, Biat, Ahid, Akid" vb. terimlerle ifade edilmiş
ve bu terimler üzerinde bütün bir fıkıh (hukuk) külliyatı kurulmuştur. Bütün bu
terimlerin türkçe uygun karşılıkları sözleşme, anlaşma, mukavele, belge
imzalama, taahhüdte bulunma ve bağlılıktır. İslam hukukunda temel haklar iki
kategoride ele alınır. Bunlardan ilki doğuştan sahip olduğumuz haklar, diğeri
sözleşme ile elde ettiğimiz haklardır. Devlet, yönetim vb. siyasal iktidarla
ilişkilerimizin bütününü tayin eden temel haklar, özgürlükler ve vecibeler,
karşılıklı rıza (icab ve kabuDya dayalı yönetilenler ile yönetenler arasında
imzalanan sözleşme hükümlerine göre teşekkül eder. Bu alanda İslâm'da yönetim,
meşruiyetini sözleşmeden alır.
[35]Medine Vesikası tartışmalarıyla
ilgili yayınlar için bkz. Ahmet İnsel "Totaliterizm, Medine Vesikası ve
Özgürlük", (Birikim, Mayıs-1992, sayı: 37) s. 29-32; Ali Bulaç,
"Medine Vesikası Hakkında Genel Bilgiler" (Birikim, Haziran
Temmuz-1992, sayı: 38-39). s. 102-111 ve "Sözleşme Temelinde Toplumsal
Proje", (Birikim, Agustos-1992, sayı: 40) s. 53-62; Ali Bulaç, Medine
Vesikası Üzerine Tartışmalar; I ve II, Birikim Dergisi, Mart-1993, sayı: 47, s.
40-46 ve Nisan-1993, sayıO 48, s. 48-58; Ali Bulaç, Medine Vesikası Üzerine Bir
Konuşma, İmza Dergisi, 15 Mayıs-15 Haziran 1993, sayı: 51, s. 11-16; Ali Bulaç,
îslâm, Sivil Toplum ve İktidar, Yeni Zemin, Eylül 1993 sayı: 9, s. 60-63; Ali
Bulaç, "Medine Vesikası", Bülten, Eylül-Ekim, 1992, Yıl:2, sayı:9, s.
16-25; Ali Bulaç, Bir Arada Yaşamanın Mümkün Projesi: Medine Vesikası, Bilgi ve
Hikmet, Kış-1994, sayı: 5, s. 3-15; Taner Akçam, "Türkiye îçin Yeni Bir
Toplumsal Projeye Doğru", (Birikim, Ekim-1992, sayı: 43) s. 22-25;
Abdurrahman Dilipak, "Medine Sözleşmesi Üzerine Ayk'rı Düşünceler",
(Birikim, Kasım-1992, sayı: 43) s. 26-28; Ali Yıldıran "Medine Vesikası ve
Medine'yi Yeniden Kurmak", Yeni Hafta Gazetesi, Sayı: 3, 178, 1992; Aktüel
Dergisi; "İslamcıların Batı Demokrasisine Alternatifi 'Medine
Demokrasisi'", 27.1.1993, s. 138; Nejat Turhan, "'Medine Vesikası'
Üzerine" Yeni Asya, 4.1.1993; Veli Yılmaz, "İslamiyet'te Demokrasi ve
Medine Sözleşmesi", Özgür Gündem, 9.1.1993, Alp Işıklı, "İkinci
Cumhuriyet, Sivil Toplum Tanşmaları ve Müslümanlar", Hak Söz, Eylül-1992,
sayı: 18, s. 12-14; A. Burak Bircan, "Türkiye Vesikası mı?" İktibas
Dergisi, Ocak-1993, sayı:l, s. 84 vd.; Hayreddin Karaman, Ali Bulaç, î. Süreyya
Sırma, Şükrü Karatepe, İslam Toplum Düzenine Doğru Bir Adım: Medine Vesikası
(Açık Oturum), Yeni Zemin, Mayıs 1993, sayı: 5, s. 29-35; Abdurrahman pilipak,
"Farklıklar içinde bir Arada Yaşama İlkesi ya da Medine Belgesi
Üzerine", Panel Dergisi, Ağustos-Eylül 1992, sayı: 41-42, s. 9-10;
Doç.Dr.Ahmet Ağırakça, "Medine Vesikası'mn Değeri", Hak Söz, Şubat,
1993, sayı: 13, s.23-25.; Ali Yaşar Sarıbay, "îslami Popülizm ve Sivil
Toplum Arayışı", Birikim (Mart, 1993, sayı: 47), s. 14-19; Ragıp Ege,
"Medine Vesikası mı, Hukuk Devleti mir Birikim (Mart, 1993, sayı: 47) s.
21-39; M. Said Çekmegil, "Bir İçtimai Mukavele: Medine Vesikası",
Panel (15 Mart/15 Nisan-1993, sayı: 48), s. 50:53; M. Kürşad Atalar, Çoğulcu
Toplum Projesinin Felsefi Temelleri Üzerine Eleştiriler, İktibas Dergisi,
(Ekim, 1993), sayı: 178, s. 12-21; Muharrem Toros, Medine Vesikası: İktidarı
Yeni bir Okuma Biçimi, Tezkire Dergisi (Güz, 1993), sayı: 5, s. 91-97; Necdet
Subaşı, Müzakere ve Tartışma Arasında Medine Sözleşmesi, Tezkire Dergisi, (Güz,
1993), sayı: 5, s. 99-104; İsmail Kılhoğlu, "Medine Muahedesi Devletler
Arası Belge Olarak Ele Alınmalıdır", İmza Dergisi, 15 Mayıs-15 Haziran 1993,
sayı: 51, s. 6-10; Sadık Uçanlar, Çoğulculuk ve Barış, Yeni Asya; Medine
Sözleşmesi Çevresinde, Yeni Asya; Medine Sözleşmesi ve Çoğulculuk, Yeni Asya;
Katılım Kanalları, Yeni Asya, 3, Ocak 1993; Kaynaşma Değil Uzlaşma, Yeni Asya,
24 Aralık 1992; Sivil İslâm ve Said Nursi, Yeni asya, 20 Aralık 1992; Medine
Sözleşmesi ve Bir Mektup, Yeni Asya, 11 Mart 1993; Vicdan Özgürlüğü ve
Çoğulculuk, Yeni Asya, 1. Hazian 1993; Otolonizasyon, Yeni Asya, 22 Mayıs.1993;
Bir Panel Çoğulculuk ve Medine Sözleşmesi, Yeni Asya, 15 Mayıs 1993; Demokrasi
Fetişizmi ve Değişim Zarureti, Yeni Asya, 17 Mayıs 1993; Ahmet Akgül, Medine
Sözleşmesi, Yörünge Dergisi, 4 Temmuz 1993, sayı: 171, s. 9-13 ve Nisan
1993, sayı: 172, s. 12-17; Ali Kuzudişi, Medine Vesikası ve İslam
Toplumunun Alameti Farikası, İmza Dergi, Şubat 1993, sayı: 48, s. 9-10; Mehmet
Nuri Güler, Medine Vesikası Devlete Götürecek Bir Adım Değildir, Yeni Zemin,
Haziran 1993, sayı: 6, s. 54-57. Ömer Çelik, Beraber Yaşama Sorunu- İnsanın
Anlam Arayışı ve Siyasal Otorite, Bilgi ve Hikmet, Kış-1994, sayı: 5, s. 16-32;
R. B. Serjeant, Sünnet Camiası Yesrib Yahudileriyle Yapılan Muahedeler ve
Yesribin Tahrimi: Sözde "Medine Anayasa"sında Yer Alan Vesikaların
Tahlil ve Tercümesi, çev. Murat Çiftkaya, Bilgi ve Hikmet, Kış-1994, sayı: 5,
s. 68-90; İhsan Süreyya Sırma, Medine Vesikasının Mevsukiyeti ile İlgili Bazı
Veriler, Bilgi ve Hikmet, Kış-1994, sayı: 5, s. 46-54; Eyüp Köktaş, Medine
Vesikası: İslam'ın Çoğulculuk Referansı, Bilgi ve Hikmet, Kış,1994, Sayi:_5,
s.55-60; Şeref Malkoç-Serhat Gürpınar, Anayasa Uzlaşma Belgesi Önerisi: Yeni
bir Medine Vesikası Taslağı, Bilgi ve Hikmet, Kış-1994, Sayı: 5, s. 33-37;
Kadir Abdi i mam oğlu, Modern Anayasa Hukuku Açısından Medine Vesikası, Bilgi
ve Hikmet, Kış-1994, sayı: 5, s. 38-45, Faik Bulut, Allah Devletinde Demokrasi,
İstanbul, 1993; Hüseyin Algül, Asr-ı Saadette idari Hayat, Bilgi ve Hikmet,
Kış-1994, sayı: 5, s. 61-67; Kadir Canatan, Toplum Tasarımları ve Birlikte
Yaşama Felsefesi, Bilgi ve Hikmet, Kış 1994, sayı: 5, s. 98-108; Ali Coşkun,
Sosyal Çözülme, Sosyal Bütünleşme ve Din, Bilgi ve Hikmet, Kış-1994, sayı:5, s.
109-121.
ASR-I SAADET, MEDİNE VESİKASI, ALİ
BULAÇ, WELLHAUSEN, PROF. MUHAMMED HAMİDULLAH, SİTE DEVLETİ, MEDİNE, YESRİB
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder