CUMHURİYETÇİLİĞİN VE DEMOKRATLIĞIN DİNDARLIKLA ALAKASI
VAR MI?
Beşeri rejimlerin, sistemlerin, ideolojilerin başına dindar koymakla o sistemler dine uygun hâle gelmez. Dindar liberalist, dindar kapitalist, dindar sosyalist, dindar ateist, dindar komünist, dindar demokrat, dindar evrimci, dindar cumhuriyetçi, dindar faşist, dindar diktacı ifadeleri çok yanlıştır. Bu, temiz necaset, temiz idrar, temiz kan, temiz alkol demeye benzer. Başına temiz kelimesi konmakla, pislik temiz olmaz.
Bir şeyin bir şeye benzer yönlerinin bulunması yani ona bazı yönlerden benzemesi, aynısı demek değildir. Altın bakıra benzer, fakat tamamen farklıdır. Ali ikiz kardeşi Veli’ye çok benzese de, ikisi ayrıdır.
Hıristiyanlar, ateistler ve Müslümanlar, insan olarak birbirlerine çok benzeseler de, ayırt edilmesi zor olsa da, inanç yönüyle çok farklıdır. Elma, söğüt ve ceviz ağaçları, ağaç olarak birbirine benzerler. Biri meyvesizdir, ötekilerin de meyveleri farklıdır. Turunç, portakal, limon da birbirine benzer. Bunların biri ekşi, biri tatlıdır. Yani aynı değildir.
Rejimler, sistemler de birbirine benzer, ama birebir aynısı olmaz. Hatta cumhuriyet rejimleri bile birbirinden farklıdır. Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ile Libya Sosyalist Arap Cumhuriyeti farklıdır. Pakistan İslam Cumhuriyeti ile İran İslam Cumhuriyeti de farklıdır. Hiçbiri hilafet rejimi değildir. İslam cumhuriyeti demekle, İslamiyet’e uygun hale gelmez. Başına dindar da konsa, İslamiyet de konsa hilafet rejimiyle farklıdır.
Cumhuriyet rejiminin bile farklı uygulamaları, farklı çeşitleri, fraksiyonları var. O halde, ben cumhuriyetçiyim diyenin, hangi cumhuriyetçi olduğunu açıklaması gerekir. Sosyalist cumhuriyeti mi, laik cumhuriyet mi? Hangi tip cumhuriyetçi olursa olsun, adına İslam cumhuriyeti de dense, hilafet nizamından farklı olur. Yani ben dindar demokratım, dindar cumhuriyetçiyim diyenin hilafet nizamından farklı bir sistemin savunduğu anlaşılır.
Bu hususta İskilipli Muhammed Atıf Hoca diyor ki:
İdareler dörttür: Dikta, Meşrutiyet, Cumhuriyet ve Hilafet.
Hilafette,
halkın oylarıyla [yahut Hazret-i Ebu Bekir’in yaptığı gibi tayinle veya
Hazret-i Ömer'in yaptığı gibi şura ile] muayyen vasıfları bulunan kişi, devlet
başkanı olarak seçilir. Kendisi vazgeçmedikçe veya ölmedikçe veya azlini
gerektirecek bir sebep bulunmadıkça halifenin başkanlığı devam eder. [Oğlunu
halife bırakmasını istediklerinde Hazret-i Ömer, (Halifelik ağır bir yüktür.
Bir aileden bir kurban yeter. Oğlumun da kurban gitmesine razı olamam)
buyurmuştur.]
Oyla
seçilmesi Cumhuriyet’e benzer. Tayini ve azli, belli kimselerin oylarıyla
olduğu için Meşrutiyet’e; idaresi, kanunların tatbikinde gayet geniş yetkilere
haiz olduğu için diktaya benzer. Başkan, belli bir müddet için seçilmediğinden,
Cumhuriyetten bu bakımdan da farklıdır. Kısacası İslâmiyet, her üç sistemden de
farklıdır. (Medeniyet-i Şeriyye)
Atıf Hoca’nın dediği gibi hilafet, beşeri sistemlerin hepsinden farklıdır. Dindar demokrat ve dindar cumhuriyetçi olan bir kimsenin, hilafetçi olması mümkün değildir. Hilafetçi olana da, dindar diktacı veya dindar cumhuriyetçi denemez. Dindar diktacı demekle dikta rejimi meşru hâle gelmez.
Atıf Hoca’nın dediği gibi hilafet, beşeri sistemlerin hepsinden farklıdır. Dindar demokrat ve dindar cumhuriyetçi olan bir kimsenin, hilafetçi olması mümkün değildir. Hilafetçi olana da, dindar diktacı veya dindar cumhuriyetçi denemez. Dindar diktacı demekle dikta rejimi meşru hâle gelmez.
SOSYAL
ADALET NE DEMEK?
Sosyal adalet; asırlardan beri bütün rejimler ve bütün sosyal doktrinler tarafından düşünülen ve gerçekleştirilmesi arzu edilen bir husustur. Bir topluluğun düzenli, ahenkli olması ve fertler, zümreler arasında nefret ve düşmanlık bulunmaması için sosyal adaletin bulunması gerekir.
Sosyal adalet, herkesin çalışması; bilgi ve kabiliyeti ve gördüğü iş nispetinde hakkını alması; hiç kimsenin ezilip sömürülmemesi; en küçük bir iş görene de hayat hakkı tanımak demektir. Çalışan herkesin asgari bir geçim şartına erişmesi, sosyal adaletin ilk şartıdır.
Sosyal adalet, sosyal eşitlik demek değildir. Herkesin aynı gelire sahip olması adalet değil, adaletsizlik olur. Bir sınıfta, çalışan çalışmayan, bilen bilmeyen bütün öğrencilerin sınıf geçmesi de böyledir. Mutlak eşitlik, ne tabiatta, ne toplulukta, hiçbir yerde yoktur. Olması da düşünülemez. Bir fabrikadan çıkan eşya gibi, bütün vasıfları aynı olan robot gibi insan olmaz. Herkes farklı yaratılışta olduğu için işleri de farklı olur.
Hukuktaki eşitlik, aynı durum ve şartlar içinde bulunan herkesin aynı muameleye tâbi tutulması demektir. Sosyal bakımdan, hele ekonomik yönden tam bir eşitlik aramak ve istemek, hem gereksiz, hem imkânsızdır. Çünkü adalet kavramı ile bağdaştırılamaz. Mesele, mevcudu kelle hesabı, eşit şekilde paylaştırmak değil; herkesin çalışmasının karşılığını görmesi, hakkını elde edebilmesidir.
Sosyal adalet, milli gelirin en uygun şekilde taksimini sağlar; istismarı, sömürücülüğü ortadan kaldırır. Sermayenin belirli bir zümre elinde toplanmasını önler. Herkese kendi ölçüsünde hayat hakkı verir. Sınıf ve zümreleri arasında düşmanlık bulunmayan bir topluluk meydana getirir. Böyle bir toplulukta vatandaşlar, kendilerini emniyette hissederler. Sosyal adaleti en iyi, en verimli olarak sağlayan kuvvet, elbette İslam ahlakıdır. Müslümanlar birbirlerinin kardeş olduklarına inanır ve kardeş gibi birbirini severler; Müslüman olmayanların mallarına, canlarına, ırzlarına saldırmazlar.
İslam dini, insanların yardımlaşmalarını sağlar; her çeşit bölücülüğü önler. Çalışmayı, helal para kazanmayı emreder. Çalışan her insana hakkını verir. Herkesin mülkünü korur. Kimse kimsenin malına, mülküne dokunmaz. Sosyal adaleti anlayanların, İslam ahlakına saygı göstermeleri gerekir. Bugün Avrupalı, İslam ahlakına uyduğu ölçüde temiz ve sağlam işler yapıyor. Doğruluk, temizlik ve çalışmak İslam ahlakının esaslarındandır. Dinsiz bir toplum bile, İslam ahlakına uygun yaşarsa, dünyada rahat eder.
İSLAM LİBERALİZMİ OLUR MU?
Sosyal adalet; asırlardan beri bütün rejimler ve bütün sosyal doktrinler tarafından düşünülen ve gerçekleştirilmesi arzu edilen bir husustur. Bir topluluğun düzenli, ahenkli olması ve fertler, zümreler arasında nefret ve düşmanlık bulunmaması için sosyal adaletin bulunması gerekir.
Sosyal adalet, herkesin çalışması; bilgi ve kabiliyeti ve gördüğü iş nispetinde hakkını alması; hiç kimsenin ezilip sömürülmemesi; en küçük bir iş görene de hayat hakkı tanımak demektir. Çalışan herkesin asgari bir geçim şartına erişmesi, sosyal adaletin ilk şartıdır.
Sosyal adalet, sosyal eşitlik demek değildir. Herkesin aynı gelire sahip olması adalet değil, adaletsizlik olur. Bir sınıfta, çalışan çalışmayan, bilen bilmeyen bütün öğrencilerin sınıf geçmesi de böyledir. Mutlak eşitlik, ne tabiatta, ne toplulukta, hiçbir yerde yoktur. Olması da düşünülemez. Bir fabrikadan çıkan eşya gibi, bütün vasıfları aynı olan robot gibi insan olmaz. Herkes farklı yaratılışta olduğu için işleri de farklı olur.
Hukuktaki eşitlik, aynı durum ve şartlar içinde bulunan herkesin aynı muameleye tâbi tutulması demektir. Sosyal bakımdan, hele ekonomik yönden tam bir eşitlik aramak ve istemek, hem gereksiz, hem imkânsızdır. Çünkü adalet kavramı ile bağdaştırılamaz. Mesele, mevcudu kelle hesabı, eşit şekilde paylaştırmak değil; herkesin çalışmasının karşılığını görmesi, hakkını elde edebilmesidir.
Sosyal adalet, milli gelirin en uygun şekilde taksimini sağlar; istismarı, sömürücülüğü ortadan kaldırır. Sermayenin belirli bir zümre elinde toplanmasını önler. Herkese kendi ölçüsünde hayat hakkı verir. Sınıf ve zümreleri arasında düşmanlık bulunmayan bir topluluk meydana getirir. Böyle bir toplulukta vatandaşlar, kendilerini emniyette hissederler. Sosyal adaleti en iyi, en verimli olarak sağlayan kuvvet, elbette İslam ahlakıdır. Müslümanlar birbirlerinin kardeş olduklarına inanır ve kardeş gibi birbirini severler; Müslüman olmayanların mallarına, canlarına, ırzlarına saldırmazlar.
İslam dini, insanların yardımlaşmalarını sağlar; her çeşit bölücülüğü önler. Çalışmayı, helal para kazanmayı emreder. Çalışan her insana hakkını verir. Herkesin mülkünü korur. Kimse kimsenin malına, mülküne dokunmaz. Sosyal adaleti anlayanların, İslam ahlakına saygı göstermeleri gerekir. Bugün Avrupalı, İslam ahlakına uyduğu ölçüde temiz ve sağlam işler yapıyor. Doğruluk, temizlik ve çalışmak İslam ahlakının esaslarındandır. Dinsiz bir toplum bile, İslam ahlakına uygun yaşarsa, dünyada rahat eder.
İSLAM LİBERALİZMİ OLUR MU?
Kâfire de, Müslüman’a da insan dendiği gibi, İslam’ın ekonomi sistemine de arz ve talep esasına göre yürüdüğü için, liberal ekonomi deniyor. Fakat devletin iktisadi hayata dokunmamasını isteyen Adam Smith’ in liberalizminden ve diğer sistemlerden çok farklıdır.
Öşür ( Ondalık, onda bir. Mahsullerden, Kur'an-ı Kerim hükümlerince onda bir olarak alınan zekât. ), haraç,
cizye ( Devlet teminatı karşılığında fethedilen
yerlerden alınan vergi. ),
narh koymak (Aslı "Nirh" dir - Yiyecek
maddelerine belediyenin koyduğu fiyat.),
beytülmalin (İlk defa Hz. Muhammed (A.S.M.) tarafından
kurulan ve gelir kaynaklarıyla sarfiyat yerleri şer'î olarak tayin edilmiş
İslâm devletinin mâliye hazinesi. Gelir kaynakları: 1- Zekât ve sadakalar. 2-
Ganimetler. 3- Fey=Zekât ve ganimet dışında kalan ve beyt-ül male ait olan mallar.
Beyt-ül malden yapılan harcamalar şu kimseleri ihtiva eder:1- Fakirler ve
miskinler. 2- Zekât memurları. 3- Borçlular. 4- Yolda kalmış olanlar ve
garipler. 5- Azat etmek üzere köle satın alanlar. 6- Allah yolunda cihad
edenler. 7- İslâm’a ısındırmak ve yakınlaştırmak için gönlü hoş tutulması
gerekenler.)
diğer
gelirlerini toplamak ve sarf etmek, devletin elinde olduğu için, İslam
iktisadı, başıboş bir liberalizm değildir. İstihsal
(Üretme, ortaya çıkarma ) de özel teşebbüse imkân verir, milli gelirin fertlere taksiminde sosyal
adaleti gözetir. İslamiyet, kapital hâkimiyetini önlemiş, işçi ile patron
arasındaki uçurumu kaldırmak için, işçinin sermayeye ve kâra ortak olmasını
sağlamıştır. Herkes parasını, bir işletmeye yatırabilir. Fazla kâr alır. Bundan
başka, zenginlerin, fakirlere zekât vermesini emir buyurmuştur. İşte sosyal
adaletin temelini bu teşkil eder.
Zekât ile toplanan servet, Beytülmal müessesesini kurmuş, fakirliğin, açlığın önü alınmıştır. Ayrıca patron ile işçi yerine, ortaklık, şirket üyeliği meydana gelmiştir. Herkes seve seve çalışmakta, her emek sahibi, emeğinin karşılığını bulmaktadır. Hadis-i şerifte, (İşçiye, alnının teri kurumadan hakkını veriniz!) buyrulmaktadır. (İbni Mace)
Zekât, malının kırkta birini, müstahak olana vermek demektir. İslam dininde, eli, ayağı tutup da çalışabilenlerin dilenmesi haramdır. Zekât, çalışamayacak derecede hasta ve sakat olanlara ve çalışıp da, güç geçinenlere verilir. Allahü teâlâ, böyle fakirleri, milletin içinden kırkta bir olarak yaratmıştır. Bunlara zekât veren zengin bir Müslüman, hem dini ibadetini yaparak, Allahü teâlânın rızasını kazanır, hem de sosyal yardım yaparak, malını, servetini fakirlerin hak ve tecavüzlerinden korumuş olur. İslam dini, ticaret ahlakını da koyarak, sınıf mücadelesini kaldırmıştır.
Dinimizde zaruretsiz narh konmaz. İbni Abidin hazretleri buyuruyor ki: Medine’de pahalılık olunca, (Ya Resulallah, fiyatlar yükseliyor. Bize kâr haddi koyunuz!) denildi. Peygamber efendimiz, (Kâr haddi koymayın, fiyat koyan Allahü teâlâdır!) buyurdu.
Aynı kitapta, fiyatlar fahiş olarak arttığı, millete zulüm hâline geldiği zaman narh [kâr haddi] koymanın caiz olduğu bildirilmektedir.
Zekât ile toplanan servet, Beytülmal müessesesini kurmuş, fakirliğin, açlığın önü alınmıştır. Ayrıca patron ile işçi yerine, ortaklık, şirket üyeliği meydana gelmiştir. Herkes seve seve çalışmakta, her emek sahibi, emeğinin karşılığını bulmaktadır. Hadis-i şerifte, (İşçiye, alnının teri kurumadan hakkını veriniz!) buyrulmaktadır. (İbni Mace)
Zekât, malının kırkta birini, müstahak olana vermek demektir. İslam dininde, eli, ayağı tutup da çalışabilenlerin dilenmesi haramdır. Zekât, çalışamayacak derecede hasta ve sakat olanlara ve çalışıp da, güç geçinenlere verilir. Allahü teâlâ, böyle fakirleri, milletin içinden kırkta bir olarak yaratmıştır. Bunlara zekât veren zengin bir Müslüman, hem dini ibadetini yaparak, Allahü teâlânın rızasını kazanır, hem de sosyal yardım yaparak, malını, servetini fakirlerin hak ve tecavüzlerinden korumuş olur. İslam dini, ticaret ahlakını da koyarak, sınıf mücadelesini kaldırmıştır.
Dinimizde zaruretsiz narh konmaz. İbni Abidin hazretleri buyuruyor ki: Medine’de pahalılık olunca, (Ya Resulallah, fiyatlar yükseliyor. Bize kâr haddi koyunuz!) denildi. Peygamber efendimiz, (Kâr haddi koymayın, fiyat koyan Allahü teâlâdır!) buyurdu.
Aynı kitapta, fiyatlar fahiş olarak arttığı, millete zulüm hâline geldiği zaman narh [kâr haddi] koymanın caiz olduğu bildirilmektedir.
LİBERAL
EKONOMİ SİSTEMİ
Tam İlmihalde, (İslamiyet'te, ilim, ahlak, doğruluk, adalet üzerine dayanan ve tam liberal olan demokratik devletler kurulmuştur) deniyor. Liberal ekonomi, beşeri bir sistem değil midir?
Batılılar, çeşitli ekonomik sistemleri incelemişler, özel ve hür teşebbüs bulunduğu, serbest rekabete imkân verdiği için İslam'ın serbest ekonomi sistemini beğenmişler ve bunu kendilerine mal etmişlerdir. Bir de buna isim bulmuşlar, adına Liberal ekonomi demişlerdir. [Liberal, eli açık, kerim, cömert, hürriyet taraftarı, hürriyete uygun gibi manalara gelir.]
Liberal kelimesinin ifade ettiği manalar, dinimize aykırı değildir. Ama batının elinde, Adam Smith e ve faizci zihniyete göre değişik şekiller almıştır. Dinimizde
ihtikâr (Bir şeyi kıymetlensin diye saklamak. * Ist:
İnsanların veya ehlî hayvanların yiyeceklerine âit şeylerin satış kıymetleri
yükselsin diye kırk gün kadar saklamak. Böyle yapan kimseye muhtekir denir. *
Vurgunculuk, bozgunculuk.),
karaborsa,
faiz gibi şeyler yoktur. Şu halde, İslam ekonomisi, ilme, ahlaka, doğruluğa,
adalete, hürriyete dayanan bir sistemdir. Bunu günümüzde en iyi şekilde Liberal
kelimesi anlatmaktadır. Bu güzel sistemi başka bir kelime ile anlatmak
yerleşmediği için bu kelime kullanılmaktadır. Sırf kelimeden dolayı yanlış
aramak çok yanlış olur.
Batı, İslami sistemlerin hepsini kullansa, hepsine de kendine göre birer isim bulsa, biz de o isimleri alsak ne çıkar? Dinimizde bu manada kelime değil, mahiyet mühimdir. Mesela efendi kelimesi Yunancadır. Bugün Türkçeye o kadar yerleşmiş ki, en çok saygı duyduğumuz zatlar için kullanıyoruz. Mesela Peygamber efendimiz diyoruz. Batıdan gelmiş diye efendi kelimesini kullanmamak yanlış olur. Batılı, Müslümanların bulduğu birçok keşifleri, matematikteki, cebirdeki, tıptaki ve daha başka ilimlerdeki buluşları kendilerine mal etmiştir. Bunları batı bile bulsaydı, Müslümanların onlardan almalarında bir mahzur yoktu.
(Fen ve sanat müminin kaybettiği malıdır, nerede bulursa alsın!) ve (İlim Çin'de de olsa alın) hadis-i şerifleri, dünyanın en uzak yerinde, hatta kâfirlerde bile olsa ilim öğrenmeyi emretmekte, batıdan gelme diyerek fenni reddetmemek gerektiğini bildirmektedir.
Liberal ekonomi gibi, Cumhuriyet sistemleri de farklı uygulanmaktadır. Mesela Rusya'da komünizm, İngiltere'de krallık, Libya'da sosyalizm, Mısır ve Suriye gibi yerlerde ise gayrı İslami bir idare şekli olarak uygulanmaktadır. Nasıl ki, beşeri sistemlerin başına İslam kelimesini koymakla mesela "İslam Cumhuriyeti" demekle, o sistemin İslami olması mümkün değilse, liberal kelimesini de, Müslümanlar kullanmakla, dine aykırı bir şey yapmış olmazlar.
Batı, İslami sistemlerin hepsini kullansa, hepsine de kendine göre birer isim bulsa, biz de o isimleri alsak ne çıkar? Dinimizde bu manada kelime değil, mahiyet mühimdir. Mesela efendi kelimesi Yunancadır. Bugün Türkçeye o kadar yerleşmiş ki, en çok saygı duyduğumuz zatlar için kullanıyoruz. Mesela Peygamber efendimiz diyoruz. Batıdan gelmiş diye efendi kelimesini kullanmamak yanlış olur. Batılı, Müslümanların bulduğu birçok keşifleri, matematikteki, cebirdeki, tıptaki ve daha başka ilimlerdeki buluşları kendilerine mal etmiştir. Bunları batı bile bulsaydı, Müslümanların onlardan almalarında bir mahzur yoktu.
(Fen ve sanat müminin kaybettiği malıdır, nerede bulursa alsın!) ve (İlim Çin'de de olsa alın) hadis-i şerifleri, dünyanın en uzak yerinde, hatta kâfirlerde bile olsa ilim öğrenmeyi emretmekte, batıdan gelme diyerek fenni reddetmemek gerektiğini bildirmektedir.
Liberal ekonomi gibi, Cumhuriyet sistemleri de farklı uygulanmaktadır. Mesela Rusya'da komünizm, İngiltere'de krallık, Libya'da sosyalizm, Mısır ve Suriye gibi yerlerde ise gayrı İslami bir idare şekli olarak uygulanmaktadır. Nasıl ki, beşeri sistemlerin başına İslam kelimesini koymakla mesela "İslam Cumhuriyeti" demekle, o sistemin İslami olması mümkün değilse, liberal kelimesini de, Müslümanlar kullanmakla, dine aykırı bir şey yapmış olmazlar.
Şahsi
mülkiyet hakkı
Sual: Tam İlmihal’de (Hükümet, millete hizmet için yapacağı bütün masrafları, beyt-ül-mâldan karşılar. Beyt-ül-mâlın gelirleri yok ise veya az olup ihtiyacı karşılayamıyor ise, hükümet yapacağı hizmetlerin karşılığını milletten vergi olarak ister. Milletin bu vergi borçlarını devlete tam vaktinde ödemesi gerekir) deniyor. Mısırlı zat da, (Devlet şahsi mülkiyete el koyabilir. Fazlasını alıp fakirlere taksim edebilir) diyor. İkisi aynı şey değil midir?
Cevap: İkisi farklı şeylerdir. Devletin,
yapacağı hizmetler için, milletten vergi alması ayrı, zenginlerin malına el
koyup fakirlere dağıtması ayrı şeylerdir. Mısırlı sosyalist, şahsi mülkiyet
hakkını kabul etmiyor, herkes eşit olsun, hiç zengin kalmasın diyor, yani
sosyalizmi savunuyor.
Sınıf ve zümre
Sual: Hak Sözün Vesikaları kitabında, (Sosyal adalet, sınıf ve zümreleri arasında düşmanlık bulunmayan bir topluluk meydana getirir) deniyor. İslamiyet’te sınıf ve zümre mi var?
Cevap: Sınıfsız, zümresiz toplum olmaz. Her toplumda fakirler ve zenginler, işçiler ve patronlar, memurlar ve âmirler olur. İslamiyet’e uyulunca, bunlar arasında düşmanlık olmaz.
İslam dini, ticaret ahlakını getirerek, sınıf mücadelesini ortadan kaldırmıştır. Adalet karşısında, devlet başkanı da, çoban da, eşit haklara sahiptir ve eşit mesuliyetleri taşır. Haksızlık yok, kardeşlik vardır. (S. Ebediyye)
Oy kullanmak
gerekir
Sual: (Avrupa’daki seçimlerde oy kullanmak, gayrimüslim partilerin Müslümanlığa aykırı icraatlarını onaylamak olacağı için, küfürdür, şirktir) diyorlar. Müslüman ülkelerde de Müslümanlığa aykırı çok icraatlar oluyor. O zaman dünyanın herhangi bir ülkesinde oy kullanmak küfür mü oluyor?
Cevap: Hayır, oy kullanmak küfür değildir. En kötünün başa geçmemesi için, elbette zararı az olana oy vermek gerekir. Hatta kazanamayacağı bilinen faydalı olan partiye oy verince, oyların bölünmesine ve kötülerin iş başına geçmesine sebep olacaksa, daha az zararlı olanın başa geçmesi için, faydalı olana oy vermemek gerekir. Netice önemlidir. Bu inceliği iyi düşünmelidir. Ülkeye, dünyaya zarar verecek kötü kimselerin söz sahibi olmasına sebep olmak, veballi bir iştir.
Tağut
ülkesinde yaşamak
Sual: Bazı kimseler diyor ki: (Bugün
dünya tağutla idare ediliyor. Tağutların kanunlarına uyanlar, milletvekili,
belediye başkanı seçenler, seçilenler, hâkimler, savcılar, polisler ve bütün
memurlar, Avrupa, Amerika ve Asya’da işçi olarak çalışanlar müşrik olduğu gibi,
herhangi bir iş için mahkemeye başvuranlar da müşriktir. Tağutun idaresinden
pasaport alıp yurtdışına çıkanlar, hattâ hacca gidenler müşrik olur. Trafikte
kırmızı ışıkta durmak, yeşil ışıkta geçmek, tağutun adamlarıyla herhangi bir
anlaşma yapmak da şirk olur, çünkü böyle yapmak, tağutu meşrulaştırmak olur.
Onların kanunlarına uymayıp, onlara karşı gelmek lazımdır.)
Bunları söyleyenler, herhangi bir ülkede yaşadıklarına göre, kendileri müşrik olmuyorlar mı?
Bunları söyleyenler, herhangi bir ülkede yaşadıklarına göre, kendileri müşrik olmuyorlar mı?
Cevap: Böyle söylemeleri çok yanlıştır. Bu görüşler daha çok dışarıdan geliyor, Müslümanlar arasında bölücülük yaparak fitne çıkarmayı hedefliyor. Bu oyuna gelmemeli. Peygamber efendimiz ve Eshab-ı kiram, onların tağut dedikleri putçularla anlaşmalar ve alış veriş yapmadı mı?
Kâfir ülkesinde çalışmak ve kâfire ücret karşılığı hizmet etmek dinimizde yasak değildir. Gayrimüslim Avrupa’da çalışmak günah değildir. Mekke Müslümanları da Habeşistan’a hicret etmişler, orada gayrimüslimlerin işlerinde çalışmışlardı.
Yusuf Aleyhisselam, Peygamber olduğu halde, kâfir hükümet reisinden vazife istedi. Herhangi bir vazifeye bir zalimin geçmesini önlemek ve Müslümanlara hizmet etmek için, kâfir olan âmirden bile vazife istemeli. İmam, öğretmen, polis olmaya çalışmalı. Bir iyilik yapamasa da, Müslümanlara zarar gelmesini önlemek de ibadet olur. Zaruretsiz vazifeden istifa etmek de, bunun için caiz değildir. (S. Ebediyye)
İsa Aleyhisselam, kâfir hükümdara dahi itaati emretmiştir, çünkü 70–80 kişiyle Roma devletine ve bütün Yahudilere karşı cihad etmek, onlara karşı gelmek mümkün değildi. İslamiyet’te de hükümete, kanunlara karşı gelmek men edilmiştir. (Cevap Veremedi kitabı)
Müslüman olsun, kâfir olsun, âdil olsun, zalim olsun, hiçbir hükümete karşı, isyan etmek, kanunlara karşı gelmek, hiçbir zaman caiz değildir. Fitne çıkarmamalı, fitne çıkaranların arasına karışmamalı. Komünist ülkelerinde bulunan bir Müslüman’ın, İslamiyet’e uygun yaşaması, ibadetlerini yapabilmesi imkânsız olursa, zalimlere yine karşı gelmemeli, bir İslam ülkesine hicret etmeli. İslam ülkesine de hicret imkânı yoksa insan haklarına, dine, ibadete saldırmayan herhangi bir ülkeye gitmelidir. (S. Ebediyye)
Aynı zihniyetteki kişiler, (Avrupa’daki seçimlerde oy kullanmak, gayrimüslim partilerin Müslümanlığa aykırı icraatlarını onaylamak olacağı için, küfürdür, şirktir) diyorlar. Müslüman ülkelerde de Müslümanlığa aykırı çok icraatlar oluyor. O zaman dünyanın herhangi bir ülkesinde oy kullanmaya küfür demiş oluyorlar. Bu çok yanlıştır. Oy kullanmak küfür değildir. Mecelle’de, (Ehven-i şerreyn tercih olunur) buyruluyor. Yani iki zararlı şeyden birini yapmak zorunda kalanın, hafif olanını tercih etmesi gerekir. Daha kötüsünü önlemek için, ondan daha az zararlıyı tercih etmek günah olmaz. En kötünün başa geçmemesi için, elbette zararı az olana oy vermek gerekir. Hatta kazanamayacağı bilinen faydalı olan partiye oy verince, oyların bölünmesine ve kötülerin iş başına geçmesine sebep olacaksa, daha az zararlı olanın başa geçmesi için, faydalı olana oy vermemek gerekir. Netice önemlidir. Bu inceliği iyi düşünmeli. Ülkeye, dünyaya zarar verecek kötü kimselerin söz sahibi olmasına sebep olmak, veballi bir iştir.
Kanuna uymakla karşı gelmemek ayrıdır. Bir kimse kanunu beğenmiyor, ama karşı da gelmiyorsa, kanuna aykırı hareket etmiş sayılmaz. Bir de kanunun zorladığı işleri yapmak günah olmaz.
İkrah, bir insanı, istemediği bir şeyi yapması için, haksız olarak zorlamak demektir. Bu durumda, zorlanan işi yapmak zaruret olur. Hapis, dayak, nafakayı kazanmaya ve çalışmaya mani olmak gibi hususlar birer ikrahtır. Sultanın [kanunların] emirleri de ikrah demektir. (Redd-ül-muhtar, Dürer-ül-hükkam)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder