MEDİNE VESİKASI HAKKINDA GENEL BİLGİLER - ALİ BULAÇ
Değerli
bilimadamı, araştırmacı ve yazar Ahmet İnsel’in Birikim dergisinin geçen
sayısında (Mayıs-1992, Sayı:37) yayımladığı “Totalitarizm, Medine Vesikası ve
Özgürlük” adlı yazısında beni bazı görüşlerim dolayısıyla eleştirip tartışmaya
davet etmesi büyük bir incelik. Yaklaşık üç yıldır üzerinde yoğun olarak çalıştığım
“Medine Vesikası” ve bu vesikadan hareketle geliştirmeye çaba harcadığım bazı
görüşlerimin böylesine değerli ve seçkin bir insanda karşılık bulması beni
biraz daha cesaretlendirdi
Elbette
eskilerin deyimiyle “İltifat marifete tabidir/müşterisiz metâ zâyidir.”
Esasında son iki yılda, ülkemizin seçkin bilimadamları ve toplumsal
sözcülerinin katıldığı çeşitli açık oturum ve panellerde test edici mahiyette
sınırlı ve ihtiyatlı bir yaklaşımla bu konuyu gündeme getirdim ve şunu gözledim
ki, bu türden düşünce ve yaklaşımlar hemen kabul görmese bile, en azından
üzerinde durulmaya değer bulunuyor. Bu da, bu konuda daha çok çalışmam için
sevindirici ve yüreklendirici bir vesile oldu. Ancak itiraf edeyim ki, âlicenab
dostum sayın İnsel’in yazı ve eleştirisi çok daha katkı sağlayıcı ve önemlidir.
Kuşkusuz
Sayın İnsel’in de değindiği gibi bu, bir “tefsir tarzı”dır. Ben tarihsel
kırılmaya uğradığımız Abbasiler’in ortazamanlarına kadar hayli verimli bir
kültürün oluşmasına yolaçan dinamik düşünce geleneğine hiç de yabancı olmayan
bu tarz tefsir (düşünme yöntemiy) ile, hem kırılma sonrasının zihin
donukluğunu, hem de bize kendini rafine yöntemlerle, ama zorla benimseten
moderniteyi aşabileceğimizi düşünüyorum.
Bu açıdan
bakıldığında, sayın İnsel’in beni ve başkalarını çağırdığı tartışmanın verimli
sonuçlara yolaçacağından ya da hiç değilse birbirimizi daha iyi anlamamıza
katkı sağlayacağından şüphe edilemez. Belki de Kur’an’ın “tearuf” dediği
(Hucurat, 13) ve bugün kültürel antropolojinin işaret ettiği alanlar üzerinde
birikimlerimizi üstüste koyup çok daha sağlıklı ve yararlı kavramsal modellere
ulaşabiliriz. Bana göre geçmişte Müslümanların Şam bölgesi Hıristiyanlarıyla
veya Babil ve Mezopotamya’nın ateist ve deistleriyle giriştikleri yoğun
teolojik, felsefi ve düşünsel tartışmalar olmasaydı, ne Kelam ilmi
gelişebilirdi ne de Farabi ve İbn-i Sina gibi parlak zekaları yetiştirmiş
Meşşai felsefe teşekkül ederdi. Entellektüel, kültürel ve toplumsal kriz ve
belirsizliklerin ortaya çıktığı zamanlar ve mekanlar, -ki bence çağımız böyle
bir süreçten geçiyor-, yepyeni ufuklara işaret eden büyük düşünce ve
kültürlerin oluşumunu gerçekleştiren bereketli dölyataklarıdır. Belki de
geleceğin yüzyılı bu türden doğumlara tanık olacaktır.
Ancak sayın
İnsel’in eleştiri ve sorularına cevap vermeden önce, konunun iyi anlaşılması
lazım. Hareket noktamız Medine Vesikası olduğuna göre, bu Vesika hakkında bazı
somut bilgileri vermek bir zorunluluk olsa gerek. Bu, tartışmaya katılmayı arzu
eden başkalarına da yardımcı olur, kanısındayım.
Bu
düşünceden yola çıkarak, bu sayıda Medine Vesikası’nın imzalandığı sosyal
ortam, bu ortamın kendine özgü maddi, siyasi, kültürel ve dönemsel
(konjonktürel) yapısı hakkında genel bilgiler vermeyi gerekli gördüm.
Arkasından Vesika’nın metnini de olduğu gibi yayınlamak yararlı olacaktı
kuşkusuz. Ben de öyle yaptım.
Bu sayıda
Vesika ile ilgili vermeye çalışacağım bilgiler genel ve tasviri mahiyette
olacaktır. Önümüzdeki sayılarda hem sayın İnsel’in sorularına, hem de sözkonusu
Vesika’nın kurucu ilkelerinden hareketle ne türden siyasal ve toplumsal bir
projenin öngörülebileceği konularına daha geniş olarak değinme fırsatını
bulacağımı umuyorum.
Başka
değerli yazarlarımız da tartışmaya katılırsa varacağımız sonuç çok daha
sağlıklı ve anlamlı olabilir. Bu sonuç kuşkusuz nihai ve mutlak olmaz; ama ya
görüşlerimizi teyid eder (doğrular) ya çürütür (yanlışlar) veya bir kısmını
doğrulayıp bir kısmını yanlışlar. Benim açımdan her üç durum da bir kazançtır.
Çünkü herkes gibi ben de arıyorum. Belki de bu durumu paradoksal bir biçimde en
iyi sufiler formüle etmişlerdir? “Hakikat aranmakla bulunmaz; ama bulanlar
arayanlardır.”
TARİHSEL VE
SOSYAL ÇEVRE VESİKA’NIN TARİHİ DEĞERİ
Medine
Vesikası’nı Batı bilim çevrelerine tanıtan Alman oryantalist Wellhausen
olmuştur. Muhtemelen Wellhausen’ın Skizzen und Vorarbeiten adlı kitabının
1899’da yayımlanmasından sonra, yine Alman Grimme, italyan Caetani, Buhl,
Wensick, Korehl, Ranke, Müller ve Guillaume adlı yazar ve araştırıcıların
dikkati çekilmiş, Vesika ile ilgili yayınlarda hissedilir bir artış olmuştur.1
Ancak Vesika’nın İslam dünyasında aktüel hale gelmesini Prof. Muhammed
Hamidullah’a borçluyuz.2 Arapların “kütüphane köstebeği” adını verdikleri
Hamidullah’ın Türkiye, Ortadoğu, Asya ve Avrupa kütüphanelerini kapsayan çok yönlü
araştırmaları3 Vesika ve bu Vesika’nın imzalandığı tarihsel ve sosyal çevre ile
ilgili geniş bilgilere sahip olmamızı sağlamıştır. Vesika ile başka
bilimadamlarının da ilgilendiğini tesbit ediyoruz.4
Wellhausen
ve Hamidullah’ın bilim çevrelerine tanıttıkları Medine Vesikası’nı ilk defa
kaydeden Muhammed İbn İshak’tır (öl. h.151).
Hadis usulünde geçerli “isnad” yöntemini kullanmayan İbn İshak’tan İbn
Seyyid en-Nas ve İbn Kesir, Vesika’yı ondan alıp kitaplarına dercettiklerini
söylemektedirler.5 Buna rağmen Beyhaki, Vesika’nın 1-23 maddelerini içeren ve
daha çok Muhacirlerle Ensar arasındaki ilişkileri düzenleyen bölümün isnadını
vermiştir.6 İbn Seyyid en-Nas, Vesika’yı İbn Ebi Heyseme’nin bir isnad’la
kitabına aldığını söylüyor. Ancak İbn Heyseme’nin (öl.279) isnadını
öğrenebilecek imkanımız yok, çünkü nakillerden hayli değerli olduğunu
sandığımız tarihinin sadece üçüncü bölümü bize ulaşmış olup yazık ki diğer
bölümleri kaybolmuştur.
Wellhausen
ve diğerlerinin Vesika’yı İbn Hişam’dan aldıklarında kuşku yok. Gerçekten İbn
İshak’ın daha geniş bir açılımı olan İbn Hişam (öl.213) “Siret” adlı ünlü
kitabında Vesika’yı tam metin olarak verir.7 Dikkat çekici bir diğer nokta şu ki, Vesika, Ebu Ubeyd’in “Kitabu’l-Emval”
adlı kitabında İbn Ebi Heyseme’den aktarılan isnad’tan farklı bir isnad’la ve
tam metin olarak geçiyor.8 Umeri’nin verdiği bilgiye göre, Züheyr kanalıyla İbn
Zenceveyh’in (öl.247) “Kitabu’l-Emval”inde de yeralıyor.9
Görülüyorki
m.8,9 ve 10. yüzyılların kaynaklarında yeralan Vesika’nın tarihi değerinden
şüphe etmek için ciddi bir sebep yok.10
Caetani, bu
konuda hiçbir sorun olmadığını büyük bir açıklıkla söyler. Çünkü ona göre,
gerek ifade tarzı, gerek içeriği o mahiyettedir ki, arasına özel maksatlı bir
fikir ilave edilecek veya tahrifat yapılacak olsaydı, bunun küçük bir eseri
bile hemen meydana çıkardı. Caetani, bu Vesika’nın ne Hadisçilerin ne de İbn
İshak’ın değerini ve anlamını bilmediklerini öne sürer. Ona göre, eğer
bozulmadan günümüze kadar otantik şekliyle gelebilmişse nedeni budur.11
Yine de Ebu
Ubeyd ile İbn İshak’ı temel alan İbn Hişam’ın, aynı Vesikayı farklı yollardan
rivat etmeleri büyük bir önem taşımakla birlikte,12 Prof. Yusuf Aş’ın değindiği
gibi, Hadis ve Fıkıh kaynaklarında tam metin olarak yeralmaması üzerinde
durulması gereken bir konudur. Ancak kanaatimce bu husus büyük bir sorun teşkil
etmez. Çünkü belli başlı Hadis kitaplarında Enes b.Malik’in evinde (ve
karşılıklı görüşmeler sonucunda) böyle bir sözleşme/antlaşma imzalandığına dair
elimizde güvenilir bir rivayet vardır. Şöyle ki: “Asım’dan. Enes b.Malik’e
Hz.Peygamber’in ‘İslam’da yeminli antlaşma (hılf) yoktur’ buyurduğunu duyurmuş
olayım, dedim. Enes bana:
-Peygamber
benim Medine’deki evimde Kureyş ile Ensar arasında sözleşme imzaladı’ cevabını
verdi.13
Nitekim biz
Medine’deki dinî-hukuki topluluklar arasındaki görüşmelerin Enes b. Malik’in
evinde ve Hz.Muhammed (s.a.)in başkanlığında yürütülüp sözkonusu Vesika’nın bu
görüşmeler sonucunda kaleme alındığını biliyoruz. Kaldı ki Vesika’nın bütün
kurucu ilkeleri ile kabile ve mekan isimleri dışında ancak genel hukuk
seviyesinde hak ve sorumluluklarıyla ilgili hükümlerinin referansı olacak çok
sayıda ayet ve hadis tesbit etmek mümkündür. Ben, çalışmam süresince Vesika’nın
ilgili kurucu ilke ve hükümlerinin Kur’an ve Hadis kaynaklarında karşılıklarını
tesbit edebildim. Vesika’nın tarihi değeriyle ilgili son olarak şunu söylemek
gerekir. Eski ve yeni müelliflerin büyük çoğunluğu, Vesika’nın Hicretin ilk
yılında, yani m. 622’de imzalandığını kabul eder. İbn Hişam ve Ebu Ubeyd’in
eserlerinde düz ve yekpare bir metin iken, Wellhausen onu 47 maddeye ayırmış,
daha sonraları Hamidullah, kimi maddeleri kendi içlerinde bölerek bu sayıyı
52’ye çıkarmıştır.
SOSYAL ÇEVRE
Bilindiği
gibi 610 yılında ilk defa Mekke’de yeni dinî tebliğ etmeye ve kendine taraftar
toplamaya çalışan Hz.Muhammed, yakın çevresinden birkaç kişi dışında ilk
yıllarda genel kabul görmemiş, zamanla bu dine girenlerin sayısı arttıkça bu
sefer de çeşitli engellemeler ve ağır baskılarla karşılaşmıştı. 13 yıllık Mekke
hayatında taraftar sayısını fazla arttıramıyan Peygamber ve Müslümanlar için
Mekke dışına bir yere gitmek, özgür ve güvenilir bir ortam bulmaktan başka
seçenek kalmayınca, önce Habeşistan’a (iki defa), sonra da Medine’ye hicret
etmek zorunda kaldılar.
Mekke, Arap
yarımadasının ticari ve siyasi faaliyetlerinin yürütüldüğü önemli bir yerleşim
merkeziydi. Öteden beri dinî bir merkez durumundaki Kâ'be ile büyük ve köklü
Arap kabilelerinin Mekke’de oluşu, bu şehri fazlasıyla önemli kılıyordu. Mekke
bu özelliğine binaen siyasi ve idari açıdan da iyi örgütlenmiş, siyasi ve idari
bürokratik merkeziyetçiliği yanında özgür kabilelerden müteşekkil bir
konfederasyon görünümündeydi.
Mekke gibi
yarımadanın diğer yerleşim merkezlerinde de Arap geleneğinin baskın karakteri
kabile ruhudur. Bu durum, yarımadanın iki büyük merkezinde de hemen hemen
aynıydı. Mekke ve Taif’in birliği güçlü kabileler tarafından sağlanıyordu.Ancak
Medine bu anlamda böyle bir birlikten yoksundu. Çünkü Mekke’de Kureyş, Taif’te
Sakif kabilesi siyasi birliği sağlarken, Medine’de başta Evs ve Hazreç ile bu
iki Arap kabilesinin müttefikleri Yahudi kabileler (Beni Kaynuka, Beni Nadir ve
Beni Kurayza) arasındaki bitmez tükenmez savaş ve çekişmeler, siyasi birliğin
sağlanmasına bir türlü imkan vermiyordu. Wellhausen’a göre, işte Peygamber,
böylesine muztarip ve fakat siyasi birliğe muhtaç bir kabileler topluluğu olan
Medine’de din ve hukuk temelinde yepyeni ve o günkü Araplar arasında hayli
garip bir siyasi birlik kurmaya muvaffak oldu.14 Araştırıcılar, ittifakla Mekke
ile Medine arasındaki sosyal, siyasal ve ekonomik yapısal farkın Müslümanların
Medine’de tutunmasına ve burda yepyeni bir siyasal birliğin kurulmasına geniş
ölçüde yardımcı olduğuna kanidirler.15
Merkezî bir
siyasi otoritenin olmayışı sosyal hayat ve savunma alanında da kendini
gösteriyordu. Ortak savunmanın olmadığı Medine’de her kabile kendine ait
müstahkem bir hisar inşa etmişti. Her bir kabilenin ortak savunma masrafları
-Yahudilere özgü olmak üzere- bir halk sandığı tarafından karşılanıyordu. Arap
kabileleri ise “kan diyetleri”nin karşılanması amacıyla bir tür sosyal sigorta
kurmuşlardı. Yahudilerin elinde Tevrat olmakla birlikte, kimsenin ve bütün
kabileler arasındaki ilişkileri düzenleyen yazılı bir hukuk yoktu. İhtilaflar
çoğunlukla örfi teamüller esas alınarak ve hakemler tarafından çözülürdü. Ne
var ki, hakemlerin kararını destekleyecek somut hukuki müeyyidelerin olmayışı
ile çoğunlukla güçlülerin kararları tanımayışları adaletsizliklerin sürüp
gitmesine yolaçıyordu.
Eğitim
Seviyesi ve okuma-yazma oranının hayli düşük olduğu Medine’de Yahudiler, İbrani
alfabesiyle Arapça konuşup yazıyorlar, dinî ibadetlerini ve çocuklarına
verdikleri öğretimi “Beytü’l-Medaris” denen yerde yapıyorlardı. Araplar ise bu
sınırlı imkandan da yoksundular ve esasında kitapları olmadığı için Yahudiler
karşısında ezik duygular içindeydiler.
Medine’yi
oluşturan iki etnik ve dinî grup, yani Araplar ile Yahudiler iki ayrı ve
homojen topluluk durumunda değildiler. İlginçtir, Araplar ve Yahudiler arasında
çatışma olduğu gibi Arap kabileleri kendi aralarında ve Yahudi kabileleri de
kendi aralarında savaşıp duruyorlardı. İbn Hişam’ın verdiği bilgilere göre,
Yahudi Kaynuka oğullarının çoğunluğu, Arap olan Hazreçliler'in müttefiki,
Nadiroğulları ve Kurayza oğullarının
çoğunluğu da Arap kabilesi Evsliler’in müttefiki idiler.16 Bu kargaşa ve
çatışma şehrin mimarisini etkilemişti. Bazı kaynaklar 59 hisardan sözederken,
Semhudi sadece Yahudi olan 20 ayrı kabile ismi sayar.
Ancak asıl
büyük savaşlar iki Arap kabilesi Evs ve Hazreç arasında sürüyordu. Tarihçiler,
“Buas” adını verdikleri bu şiddetli savaşların 120 yıl sürdüğünü kaydederler.
Evs şehrin güneyinde, Hazreç kuzeyinde ikamet ediyordu. İbn Neccar, Araplar’ın
13 hisarından sözeder. Aslında Benu Kayle ortak kökende birleşen, fakat sonra
bölünen bu iki kabile arasındaki şiddetli savaşlar bütün Medine ve çevresini de
tam bir kaosun içine düşürmüş, güvenliği ortadan kaldırmış ve tabii herkeste
genel bir bıkkınlık duygusu uyandırmıştı.
Hicret’e tekaddüm
eden günlerde, Medineliler, merkezî bir otoritenin bu çatışmalara bir son
vereceğini düşünmeye başladılar ve hatta Abdullah ibn Ubeyy’i başlarına kral
yapmak istediler. Medineliler, Bizans ve Sasanilerle yakın temas halinde
olduklarından, muhtemelen katı bir monarşinin her türlü kaosun önüne
geçebileceği fikrini buralardan almış olabilirler. Ne var ki, Abdullah İbn
Ubeyy, zaaf sahibi, muhteris ve dar görüşlü bir insandı ve en önemlisi kendisi
de bir Medineli idi. Medine’deki derin iç çelişkiler, onun güç ve yeteneklerini
fazlasıyla aşıyordu.17
Medine’nin
merkezî bir siyasi otoriteden yoksun olması ile sürüp giden şiddetli savaşlar,
Peygamber’in buraya gelişini kolaylaştırmıştı. Nitekim, sonraları Hz. Ayşe
şunları söyleyecekti: “Yevm-u Buas (Evs ve Hazreç arasındaki savaş), Allah’ın
elçisi Muhammed’e bir armağanıydı. Resulüllah geldiğinde (Medine ahalisi)
gruplara bölünmüş, ileri gelenleri öldürülmüş veya yaralanmışlardı. Allah,
onların İslam’a girmesiyle Elçisi’ne lütufta bulunmuş oldu.”18
VESİKAYA
TARAF DİN VE HUKUK TOPLULUKLARI
Medine’ye
gelir gelmez Peygamber’in ilk yaptığı işlerden biri, yeni gelen muhacirleri
yerleştirmek, onların ve ailelerinin gündelik (rutin) ihtiyaçlarının
karşılanması için gerekli tedbirleri almak oldu. Bu amaçla Medineli Müslümanlar
(Ensar) ile Mekkeli Müslümanlar (Muhacirler) arasında sosyal ve ekonomik bir
dayanışma ve yardımlaşma ilişkisini tesis etti. Buna “mu-âhât=kardeşleşme” adı
verildi. Hicret’in ilk günlerinde bu kardeşleşme organizasyonuna 45’i Ensar’dan,
45’i Muhacirler'den olmak üzere 90 kişi katıldı. Kaynaklarımız bu ilk
teşebbüste birbiriyle kardeş olmayan tek bir muhacirin kalmadığını yazar.19
Öyle ki
kardeşleşme, aralarında kan, akrabalık ve kabilevi bağ olmadığı halde onları
birbirine mirasçı bile kıldı. Deyim yerindeyse komünal bir hayat biçimi
geliştirildi. Hicret’in 5. ayında kardeşleşmeye katılan ailelerin sayısı 186’a
çıkmıştı.20 Gelen her bir aileyi, Medineli bir aile yanına alıyor, zirai ve
ticari hayatına, ev geçimine ortak kılıyordu. Hatta kimi Medineliler, eğer arzu
ediyorlarsa birden fazla evli oldukları eşlerini boşayıp bekar Muhacirler’e
nikahlayabileceklerini teklif ettiler.
Bir ara
Ensar, sahip oldukları hurmalıklarını da Muhacirler’le bölüşmek istedi. Ancak
durumun düzelme yönünde bir gelişme gösterdiğini gözleyen Peygamber, bunun
yerine zirai ortaklık yapmalarını teklif etti ve “Sulama işini Muhacirler
üzerine alsın, sonra aranızda ürünü bölüşün” dedi.21 Yine de Ensar, Muhacirleri
birer ev sahibi yapmak için arsa, arazi ve hurmalıklarının fazlasını onlara
hibe ettiler.
Kaynaklar,
bu kardeşleşmenin sürdüğünü, ancak miras hükmünün kimine göre Bedir’den sonra
(Enfal, 75), kimine göre de h.3. yıl Şevval ayında yani Uhud savaşından sonra
son bulduğunu yazar.
Hicret’le
birlikte ve bu gelişmelerden sonra Medine’de üç ana toplumsal blok ortaya
çıkmış oldu: Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrik Araplar.
Müslüman
blok, Mekkeli Muhacirler ve Medineli Evs ve Hazreç’li Ensar’dan müteşekkildi.
Bu türden toplumsal yapılanma bütün Arap yarımadasının kadim geleneğine
yabancıydı. Çünkü geleneksel kabile hayatında, toplumsal örgütlenme kan ve
akrabalık bağına dayalı iken, ilk defa Medine’de coğrafî, etnik ve kültürel
kökeni tamamen birbirinden farklı insanlar bir araya gelerek kendilerini ayrı
bir sosyal blok (camia) olarak tanımlıyorlardı. Sonraları buna Romalı Süheyl,
İranlı Selman, Kürt Gavan vb. eklenecekti. Nitekim Medine Vesikası’nın 2.
maddesi bu sosyal bloku din ve hukuk temelinde “diğer insanlardan ayrı bir
ümmet” olarak zikredecektir.
Ancak
kuşkusuz Medine, Müslümanlardan ibaret değildi. Onun kadim sakinleri Yahudiler
ve Müslümanlığı kabul etmemiş Araplar da vardı. İşte Hz. Muhammed (s.a.)in
önünde bütün bu sosyal blokları anlaştırıp birleştirmek ve bir arada yaşamanın
formülünü bulmak gibi önemli bir sorun vardı.22 Peki, bunu nasıl yapacaktı?
Öyle
anlaşılıyor ki, Hz.Muhammed, Medine’nin sosyal, dinî ve demografik yapısını
ortaya çıkarmakla işe başladı. Ve bu amaçla, o günkü gelenekler için hayli
yabancı olan bir teşebbüse girişerek nüfus sayımı yaptırdı. Medine Vesikası
gibi bu ilk nüfus sayımının yapılması ve şehir sakinlerinin tek tek (erkek,
kadın, çocuk, yaşlı) bir deftere yazılmasına da ilk defa rastlanıyor, diyebilir
miyiz? Her neyse, bu teşebbüsün Araplar için “yeni ve garib” olduğunda kuşku
yok. Huzeyfe’den gelen bir nakle göre: “Allah’ın Elçisi bize:
- ‘Din
olarak İslam’ı seçen ve Müslüman olan kimselerin isimlerini (tek tek) yazıp
getiriniz” dedi. Biz de ona 1500 kişinin ismini yazıp getirdik.”23
Nüfus sayımı
sonucunda Medine’de 10 bin kişinin yaşadığı, bunlardan 1.500’ünün Müslüman,
4.000’nin Yahudi ve 4.500’ünün Müşrik Arap olduğu anlaşılmıştı. Peygamber,
ikinci bir adım attı, Medine’nin doğal şehir sınırlarını tayin etti ve dört bir
köşeye birer işaret koyarak bir “Site-Devlet”in toprağını belirlemiş oldu ki,
bu sınırlar içinde kalan bölge Vesika’nın 39. maddesinde “Yesrib (Medine)
vâdisi içindeki alan (cevf), korunmuş (haram)” olarak yeralacaktır.
Tabiatıyla
Müslümanlar bu teşebbüsten memnundular, Yahudiler de bu sosyal ve siyasal
organizasyondan memnun görünüyorlardı; ancak Medineli Müşrikler (Putatapanlar),
huzursuzdular, geleceklerini tehdit altında görüyorlardı.24 Bunun nedenini
anlamak zor değildi; çünkü Peygamber ve arkadaşları Mekkeli Müşriklerin
tahammülsüz baskılarına dayanamıyarak hicret etmek zorunda kalmışlardı. Onun
diğer Müşriklerle arasının iyi olacağı düşünülemezdi. Kaldı ki, hicretin hemen
ardından, Mekke’den Kureyş’in Müslümanların peşini bırakmayacağı ve yakın bir
gelecekte Medine üzerine bir sefer düzenleyeceği yolunda haberler gelmeye
başlamıştı. Böyle bir çatışma ortamında Medineli müşriklerin durumu ne
olacaktı? Kureyş, onlara “Niçin Muhammed’i kabul ettiniz?” diye çıkışmaz veya
muhtemel bir karşılaşmadan önce Müslümanlarla aralarında bir çatışma çıkmaz
mıydı? Ortada fiili bir durum vardı. Böyle bir konjonktürde nasıl birarada
yaşanacaktı?
Hz.
Muhammed, bir yandan hicret eden Mekkelilerin yerleştirilmesi ve yeni çevreye
intibaklarıyla uğraşırken, diğer yandan Yahudi ve Müşrik Araplar’a güven
vermeye çalışıyor, niyetinin Medine üzerinde mutlak bir egemenlik kurmak
olmayıp yeni dinî cemaatinin güven içinde yaşamasını ve dinlerini yayma
imkanlarını sağlamak olduğunu söylüyordu. Esasında daha Mekke’de inen vahylerde
geçerli bir politika olarak “Sizin dininiz size, benim dinim bana” (Kafirun, 6)
ilkesi benimsenmişti. Ancak Kureyş, bu çok dinli çoğulcu projeyi reddedip
Peygambere dini tebliğinde engeller çıkarmış, Müslüman olmak isteyenlere ağır
baskılar ve işkenceler uygulamıştı.
Dolayısıyla
Peygamberin izlediği stratejide hiçbir değişiklik yapmak gerekmezdi. Bu durumda
Medine’deki hayatı, Mekke’de inen vahyin toplumsal, hukuki ve kurumsal düzeyde
bir açılımı, Mekke’deki vizyonun Medine pratiğine taşınması olacaktı; nitekim
öyle oldu. Yani dinî ve hukuki özerklik
temelinde çoğulcu bir toplumsal projeyi hayata geçirerek, herkese ve her
topluluğa bir arada yaşamanın mümkün yollarını göstermek. Elbette dinî tebliğ
devam edecekti; ama hiç kimse zor ve baskı altına alınarak başka bir dine
girmeye mecbur edilmeyecek, din değiştirenler Mekke’de olduğu gibi herhangi bir
engelle karşılaşmıyacaktı.
Medine’ye
gelişten sonra önce Medineli Ensar ile Mekke’den gelen Muhacir ailelerin
başkanlarının (Nakib) katıldığı büyük bir meclis toplandı ve muhtemelen
yukarıda sözünü ettiğimiz kardeşleşmenin
hukukî temelini oluşturan hükümler görüşüldü. İşte Medine Vesikası’nın
ilk 23 maddesi, bu toplantıda tesbit edilmiş olup yeni Müslüman blokun sosyal
ve hukukî ilişkilerini yazılı hükümlere bağlamaktadır.
Bu iş
tamamlandıktan sonra, Hz.Muhammed (s.a.), Müslüman blokun liderleriyle olduğu
kadar, Müslüman olmayan Medineli diğer sosyal blok temsilcileriyle de durumu
istişare etti. Hepsi Enes’in evinde toplanarak yeni bir “Şehir-Devlet” yapısını
ortaya çıkaran temel ilkeler üzerinde anlaştılar. Bu yeni “devletin anayasası”
yazılı bir biçimde tesbit edilip vazedildi ki bu metin şu anda elimizde bulunan
Vesika’dır.
Şimdi
konunun daha iyi anlaşılması için Vesika’nın hükümlerine yakından bakalım:
MEDİNE VESİKASI
Bismillâhirrahmânirrahîm.
1) Bu kitap
(yazı), Peygamber Muhammed tarafından Kureyşli ve Yesribli mü’minler ve
Müslümanlar ve bunlara tabi olanlarla yine onlara sonradan iltihak etmiş
olanlar ve onlarla beraber cihad edenler için (olmak üzere tanzim edilmiştir).
2) İşte
bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet (câmi’a) teşkil ederler.
3)
Kureyş’den olan Muhâcirler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile kan
diyetlerini ödemeye iştirak ederler ve onlar harp esirlerinin fidyei necâtını
mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre
ödemeye iştirak edeceklerdir.
4) Benû
‘Avf’lar kendi aralarında âdet olduğu vechile, evvelki şekiller altında kan
diyetlerini ödemeye iştirak edeceklerdir ve (Müslümanların teşkil ettiği) her
zümre (tâife), harp esirlerinin fidyei necâtını mü’minler arasındaki iyi ve
mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
5) Benû
Hârisler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile evvelki, şekiller altında kan
diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını,
mü’minler arasında iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre
tediyeye iştirak edeceklerdir.
6) Benû
Sâide’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan
diyetlerini ödemeye ve her zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler
arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye
iştirak edeceklerdir.
7) Benû Cuşem’ler,
kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini
ödemeye ve her zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler arasındaki
iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye iştirak
edeceklerdir.
8) Benû’n-Neccâr’lar
kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini
ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını, mü’minler
arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre tediyeye
iştirak edeceklerdir.
9) Benû ‘Amr
İbn ‘Avf’lar, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında
kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını,
mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre
tediyeye iştirak edeceklerdir.
10)
Benû’n-Nebît’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller
altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei
necâtını, mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet
umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
11)
Benû’l-Evs’ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında
kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre, harp esirlerinin fidyei necâtını,
mü’minler arasındaki iyi ve mâkul bilinen esaslara ve adâlet umdelerine göre
tediyeye iştirak edeceklerdir...
12)
Mü’minler kendi aralarında ağır malî mes’uliyetler altında bulunan hiç kimseyi
(bu halde) bırakmayacaklar, fidyei necât veya kan diyeti gibi borçlarını iyi ve
mâkul bilinen esaslara göre vereceklerdir.
12/B) Hiçbir
mü’min diğer bir mü’minin mevlâsına (kendisi ile akdî kardeşlik râbıtası
kurulmuş kimse) mümâna’at edemez (Diğer bir okunuşa göre: Hiçbir mü’min diğer
bir mü’minin mevlâsı ile, onun aleyhine olmak üzere bir anlaşma
yapamayacaktır.)
13) Takvâ sahibi
mü’minler, kendi aralarında mütecâvize ve haksız bir fiil îkaını tasarlayan
yahut bir cürüm yahut bir hakka tecavüz veyahut da mü’minler arasında bir
karışıklık çıkarma kasdını taşıyan kimseye karşı olacaklar ve bu kimse onlardan
birinin evlâdı bile olsa, hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır.
14) Hiçbir
mü’min bir kâfir için, bir mü’mini öldüremez ve bir mü’min aleyhine hiçbir
kâfire yardım edemez.
15) Allah’ın
zimmeti (himâye ve temînatı) bir tekdir; (müminlerin en ehemmiyetsizlerinden
birinin tanıdığı himâye) onların hepsi için hüküm ifade eder. Zîra mü’minler,
diğer insanlardan ayrı olarak birbirlerinin mevlâsı (kardeşi) durumundadırlar.
16)
Yahudilerden bize tâbi olanlar, zulme uğramaksızın ve onlara muârız olanlarla
yardımlaşılmaksızın, yardım ve müzâheretimize hak kazanacaklardır.
17) Sulh,
mü’minler arasında bir tekdir. Hiçbir mü’min Allah yolunda girişilen bir
harpde, diğer mü’minleri hâriç tutarak, bir sulh anlaşması akdedemez; bu sulh,
ancak onlar (mü’minler) arasında umumiyyet ve adâlet esasları üzere
yapılacaktır.
18) Bizimle
beraber harbe iştirak eden bütün (askerî) birlikler, birbirleriyle münâvebe
edeceklerdir.
19)
Mü’minler, birbirlerinin Allah yolunda (uğrunda) akan kanlarının intikamını
alacaklardır.
20) Takvâ
sahibi mü’minler, en iyi ve en doğru yol üzerinde bulunurlar.
20/B) Hiçbir
müşrik, bir Kureyşlinin mal ve canını himâyesi altına alamaz ve hiçbir mü’mine
bu hususta engel olamaz (yani Kureyşliye hücûm etmesine mani olamaz).
21) Herhangi
bir kimsenin, bir mü’minin ölümüne sebep olduğu katî delillerle sâbit olur da
maktûlün velîsi (hakkını müdafaa eden) rızâ göstermezse, kısas hükümlerine tabî
olur; bu halde bütün mü‘minler ona karşı olurlar. Ancak bunlara, sadece (bu kaidenin)
tatbiki için hareket etmek helâl (doğru) olur.
22) Bu
sahîfe (yazı)nın muhteviyatını kabul eden, Allah’a ve Ahiret Günü’ne inanan bir
mü’minin bir kaatile yardım etmesi ve ona sığınacak bir yer temin etmesi helâl
(doğru) değildir; ona yardım eden veya sığınacak bir yer gösteren Kıyâmet Günü
Allah’ın lânet ve gazabına uğrayacaktır ki o zaman artık kendisinden ne bir
para tediyesi ve ne de bir tavîz alınacaktır.
23) Üzerinde
ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şey, Allah’a ve Muhammed’e götürülecektir.
24)
Yahudiler, mü’minler gibi, muharebe devam ettiği müddetçe (kendi harp)
masraflarını karşılamak mecburiyetindedirler.
25) Benû
‘Avf Yahudileri, mü’minlerle birlikte [İbn Hişâm’da bu, “ma’a” (= ile) olarak,
Ebû Ubeyd’de ise “min” (= den) olarak zikredilir] bir ümmet (: câmi’a) teşkil
ederler. Yahudilerin dinleri kendilerine, mü’minlerin dinleri kendilerinedir.
Buna gerek mevlâları ve gerekse bizzat kendileri dahildirler.
25/B) Yalnız
kim ki haksız bir fiil irtikâb eder veya bir cürüm îkâ eder, o sadece kendine
ve âile efradına zarar (vermiş) olacaktır.
26)
Benû’n-Neccâr Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib
olacaklardır.
27)
Benû’l-Hâris Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib
olacaklardır.
28) Benû
Sâ’ide Yahudileri de Benû ‘avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib
olacaklardır.
29) Benû
Cuşem Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahip
olacaklardır.
30)
Benû’l-Evs Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahip
olacaklardır.
31) Benû Sa’lebe
Yahudileri de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır.
Yalnız kim ki haksız bir fiil irtikâb eder veya bir cürüm îka eder, o sadece
kendini ve aile efradını zarardîde etmiş olacaktır.
32) Cefne
(âilesi) Sa’lebenin bir kolu (batn) dur; bu bakımdan Sa’lebe’ler gibi mülâhaza
olunacaklardır.
33)
Benû’ş-Şuteybe de Benû ‘Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır.
(Kaidelere) muhakkak riayet edilecek, bunlara aykırı hareket olmayacaktır.
34)
Sa’lebe’nin mevlâları, bizzat Sa’lebeler gibi mülâhaza olunacaklardır.
35)
Yahudilere sığınmış olan kimseler (Bitâne), bizzat Yahudiler gibi mülâhaza
olunacaklardır.
36)
Bunlar’dan (Yahudiler) hiçbir kimse (Müslümanlarla birlikte bir askerî sefere),
Muhammed’in müsaadesi olmadan çıkamayacaktır.
36/B) Bir
yaralamanın intikamını almak yasak edilemeyecektir. Muhakkak ki bir kimse bir
adam öldürecek olursa neticede kendini ve âile efradını mes’ûliyet altına
sokar; aksi halde haksızlık olacaktır (yani bu kaideye riâyet etmeyen bir kimse
haksız vaziyette olacaktır). Allah bu yazıya en iyi riâyet edenlerle
beraberdir.
37) (Bir
harp vukuunda) Yahudilerin masrafları kendi üzerine ve Müslümanların masrafları
kendi üzerinedir. Muhakkak ki bu sahîfede (yazıda) gösterilen kimselere harp
açanlara karşı, onlar kendi aralarında yardımlaşacaklardır. Onlar arasında
hayırhahlık ve iyi davranış bulunacaktır. (Kaidelere) muhakkak riayet edilecek,
bunlara aykırı hareketler olmayacaktır.
37/B) Hiçbir
kimse müttefikine karşı bir cürüm îka edemez: Muhakkak ki zulmedilene yardım
edilecektir.
38)
Yahudiler Müslümanlarla birlikte, beraberce harp ettikleri müddetçe masrafda
bulunacaklardır.
39) Bu
sahîfenin (yazının) gösterdiği kimse lehine Yesrib vâdisi dahili (cevf), harâm
(mukaddes) bir yerdir.
40) Himâye
altındaki kimse (cârr), bizzat himaye eden kimse gibidir; ne zulmedilir ve ne
de (kendisi) cürüm îka edecektir.
41) Himâye
verme hakkına sahip kimselerin izni müstesnâ, bir himâye hakkı verilemez.
42) Bu
sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler arasında zuhurundan korkulan bütün
öldürme yahut münâzaa vak’alarının Allah’a ve Resûlullah Muhammed’e
götürülmeleri gerekir. Allah bu sahîfeye (yazıya) en kuvvetli ve en iyi riâyet
edenlerle beraberdir.
43) Ne
Kureyşliler ve ne de onlara yardım edecek olanlar, himâye altına
alınmayacaklardır.
44) Onlar (=
Müslümanlar ve Yahudiler) arasında, Yesrib’e hücum edecek kimselere karşı
yardımlaşma yapılacaktır.
45) Şayet
onlar (Yahudiler), (Müslümanlar tarafından) bir sulh akdetmeye veya bir sulh
akdine iştirake davet olunurlarsa, bunu doğrudan doğruya akdedecekler veya ona
iştirak edeceklerdir. Şayet onlar (Yahudiler), (Müslümanlara) aynı şeyleri
teklif edecek olurlarsa, mü’-minlere karşı aynı haklara sahip olacaklardır; din
mevzuunda girişilen harp vak’aları müstesnâdır.
45/B) Her
bir zümre, kendilerine ait mıntıkadan (gerek müdafaa ve gerekse sâir ihtiyaçlar
hususunda) mes’uldür.
46) Bu
sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler için ihdas edilen şartlar, aynı şekilde
Evs Yahudilerine, yani onların mevlâlarına ve bizzat kendi şahıslarına, bu
sahîfede (yazıda) gösterilen kimseler tarafından sıkı ve tam bir muhafazakârlık
ile tatbik olunur. (Kaidelere) muhakkak riâyet edilecek, bunlara aykırı hareket
olmayacaktır. Ve haksız şekilde kazanç temin edenler, sadece kendi nefsine
zarar vermiş olurlar. Allah bu sahîfede (yazıda) gösterilen maddelere en doğru
ve en mükemmel riâyet edenlerle beraberdir.
47) Bu kitap
(yazı), bir haksız fiil îka eden veya cürüm işleyen (ile cezâ) arasına engel
olarak giremez. Kim ki bir harbe çıkar, emniyette olur veya kim ki Medine’de
kalırsa yine emniyet içindedir; haksız bir fiil ve cürüm îkaı halleri
müstesnâdır. Allah ve Resûlullah Muhammed himayelerini, (bu sahîfeyi) tam bir
sadakat ve dikkat içinde muhafaza eden kimseler üzerinde tutacaklardır.*
HÜKÜMLERE
İÇKİN KURUCU İLKELER
Hamidullah’a
göre, “bu anayasa, ilk İslam Devletinin Anayasası olmasından başka, aynı
zamanda yeryüzünde bir devletin vazettiği ilk yazılı anayasa olma özellik” ve
ayrıcalığına da sahiptir.25 İtalyan tarihçi Caetani, “anayasa” tabirini
kullanmadan “vesika” der ve şunları ekler: “Bu vesika Muhammed Peygamber’in
kitabıdır ki, bunu yazan (veya yazdıran) Muhammed’in kendisinden başkası
değildir. Diğerleri, yani Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrikler buna
katılmışlardır.”26 Caetani’nin bu sözlerinden, Peygamber’in kendi başına
hazırladığı bir metni diğerlerine dikte ettirdiği veya bir emr-i vaki durumu
yaratıp onlara onaylattığı sonucunu çıkarmamak lazım. Enes’ten ve diğer
kanallardan gelen bilgiler, Vesika’nın karşılıklı görüşmeler sonucunda ve bir
toplumsal mutabakat ürünü şeklinde ortaya çıktığını göstermektedir.
Doğrusu da
budur. Çünkü Mekke’den ve gece yarısı gizlice çıkıp Medine’ye göç etmiş,
üstelik bütün taraftarları genel şehir nüfusunun yüzde 15’ni geçmeyen bir
insanın, tamamen kendi istek ve arzularına ya da gelecekteki çıkar hesaplarına
hizmet edecek bir sözleşme metnini, kendisinden sayıca ve silahça daha güçlü
kimselere kabul ettirmesi düşünülemez. Bu hiç de akla yatkın görünmüyor.
Hz.
Muhammed’in karşılıklı görüşmeler sonucunda ve oydaşma esasına dayalı
hazırladığı bu toplumsal sözleşmenin kabulünü sağlayan esaslı faktörlerden
biri, 120 yıldır savaş ve düşmanlıklarla yorgun ve bitkin düşen Medine’nin
bizzat içinde bulunduğu kaotik ve güvensiz durumdur. Medine adeta kendine bir
kurtarıcı beklemektedir. Kendi başına ve varolan sosyal güçlerle barış ve
istikrar sağlayacak siyasal ve toplumsal bir formül bulamıyor. Medine
savaşlarla iktisadi bakımdan sürekli gerilerken, yine de yeni çatışmalara gebe
bir görünümdedir. İşte tam da böyle kritik bir dönemde yabancı kökenli biri
çıkıp bütün gruplara birlikte ve ortak yaşamanın yollarını gösteriyor, herkesi
hukuk temelinde, “neysen osun” ilkesine göre varolmaya çağırıyor.
Vesika'da
yaralama, öldürme, kan diyetleri, fidye-i necat vb. terim ve maddelerin sıkça
yer alması, uzun yıllar iç savaşlarla sarsılmış ve bitkin düşmüş bir toplumun
normal konjonktürünü yansıtır. O günün ivedi sorunu, çatışmalara bir son
verilmesi ve taraflar arasında adalet ve hakkaniyet esaslarına uygun bir arada
yaşamanın formülünün bulunmasıydı. Bu yönüyle Vesika, oldukça dönemsel bir
nitelik taşır. Ancak onun dönemselliği ve altına imza atan insanların sayısının
azlığı, kurucu ilkeleri yönünden önemsizdir.
İkinci
önemli nokta, böyle bir proje sayesinde kimsenin kimse üzerinde baskı kurmaya
kalkışmadan başkalarını doğal bir realite kabul etmesi ve onun yaşama ve
düşünme biçimine saygı göstermesinin yasallaşması ve hukukun teminatı altına
alınmasıdır.
Gözönünde
tutulması gereken bir nokta da şudur: Medine Vesikası, bütün sosyal bloklar
açısından “hakimiyet” değil “katılım” temelinde bir toplumsal projeyi öngörür.
Vesika’nın çizdiği proje çerçevesinde Müslümanlar, özgür insanlar olarak Allah
ve Hz. Muhammed’in gösterdiği istikamette ve güven içinde yaşayacak ve dinlerini
tebliğ edeceklerdir. Aynı haklar Yahudiler ve diğerleri için de geçerlidir.
Burada
Vesika’dan çıkarabileceğimiz ilk kurucu ilkenin altını çiziyoruz:
Doğru, adil,
hukuka saygılı ve insanlar arasında gerçek barış ve istikrarı amaçlayan ideal
bir projenin, farklı gruplar (dinî, hukuki, felsefi, siyasi vs.) arasında bir
sözleşme temelinde ortaya çıkması gerekir. Sözleşmenin hazırlanması esnasında
sosyal blokların kendileri veya temsilcileri hazır bulunmalı, özgür bir ortamda
ve karşılıklı görüşme ve tartışmalarla sözleşmenin hükümleri (temel yasalar)
tesbit edilmelidir.27
Toplumsal
hayata katılan gruplar heterojen olduklarından, her bir madde bir örtüşme
noktasını teşkil etmeli ve oydaşma yoluyla tesbit edilmelidir. Her örtüşme
maddesi sözleşmenin bir hükmünü oluşturur ve anlaşmazlık konusu her madde de
grupların kendilerine terkedilir. Örtüşme sözleşme alanına, farklılık özerk
alana aittir. Bu, birlik içinde zengin farklılık, yani sahici çoğulculuktur.
İkinci
kurucu ilke hakimiyet’in değil, katılım’ın hareket noktası seçilmesidir. Çünkü
totaliter ve üniter bir siyasal yapıda farklılıklar kabul edilemez. Medine
Vesikası, Müslüman ve Yahudileri kabile kabile (tek tek) zikreder. Müşriklere
de ayrı bir maddede değinir. (Md. 20/B). Muhacirler, Ensar, Benu Avf, Benu
Harisler, Benu Saide, Benu Cuşem, Benu’n-Neccar, Benu Amr İbn Avuflar, Benu
Nebît ve Benu’l-Evs... (Md.1-11). Yine Yahudiler’den Benu Avf, Benu’n-Neccar,
Benu’l-Haris, Benu Saide, Benu Cuşem, Benu’l-Evs, Benu Sa’lebe, Cefne, Benu
Şuteybe (Md.25-33) kabilelerini ve onların mevlalarını ayrı ayrı zikreder.
Mevla, kan
ve akrabalık bağı olmaksızın bir kabileye bağlı veya onunla anlaşmalı olan
kabile, aşiret veya topluluktur. Bu demek oluyor ki, ismiyle ve imzasıyla
sözleşmeye taraf olan her bir sosyal blok, kendisine bağlı diğer toplulukları
da temsil etmekte ve aynı hak ve sorumlulukları onlara da tanımaktadır. Ancak
20/B maddesi müşriklerle ilgili özel hükümler getiriyor ve 43. md. ile
destekleniyor. Bu da Medineli Müşrikler’in Mekkeli Müşrikler’le her türlü
siyasi ve askeri ilişki kurmalarına engel teşkil etmek içindir. Esasında
Medineli Müşrikler de Mekkelilerle ittifak kurma arzusunu taşımıyorlar, hatta
başlarına bir tehlike gelir diye çekiniyorlardı. Ama onlar da, diğerleri gibi
39. md.de belirtilen Site’nin alanı içinde her türlü hak ve özgürlüklere sahip
olmak istiyorlardı, Vesika bu hakkı talebi de hukuki bir teminat altına
almaktadır. Nitekim, Mekkelilerle girişilen Bedir ve Uhud savaşlarından sonra
da, Vesika’ya taraf Müşrikler’in Medine’de yaşamaya devam ettiklerini ve
Müslümanlarla aralarında çatışmaya dönüşecek ciddî sorunlar çıkmadığını
biliyoruz.
Kabilelerin
bir bir zikredilmesi, toplumda varolan dinî ve etnik toplulukların kimliklerini
tanımak ve belgelemek içindir. Muhtemelen, kabile liderleri bunu özellikle
talep etmişlerdir.
Bundan şu
sonuç çıkar: Her bir dinî ve etnik grup kültürel ve hukuki tam özerkliğe
sahiptir. Yani din, yasama, yargı, eğitim, ticaret, kültür, sanat, gündelik hayatın
düzenlenmesi vb. alanlarda herkes ne ise öyle olacak ve kendini tanımladığı
hukukî ve kültürel standartlar içinde ifade edecektir. Sözkonusu dinî ve hukuki
özerkliğin teminatı, “Yahudilerin dinleri kendilerine, mü’minlerin dinleri
kendilerinedir. Buna gerek mevlaları ve gerekse kendileri dahildirler” diyen
25. maddedir.
42. Madde’de
zuhurundan korkulan ihtilafların Hz. Muhammed’e götürülmesini öngören hüküm,
gerek Kur’an’dan gerekse Hadis ve Siyer kaynaklarından anlaşıldığı kadarıyla,
Yahudi ve Müşrikler tarafından teklif edilmiştir. Daha önce de değindiğimiz
nedenlerle, Medine’deki kaotik durum, kabileler arasındaki karşılıklı güveni
sarsmıştı. Bu madde ile, gruplar, kendi
aralarında çıkan ihtilafları çözemedikleri zaman, davayı bir “üst yargı makamı”na
götürmek üzere kendi aralarında anlaşıyorlar. Bu üst yargı makamı da doğrudan
güvenilir, tarafsız ve Medine dışından gelmiş Hz. Muhammed’dir. Kur’an,
Peygamber’e eğer isterse onların davalarına bakabileceği yetkisini veriyordu.
(Maide, 42). Bunun üzerine Peygamber de, kendisine başvurdukları her seferinde
onları muhayyer bıraktı ve önce şunu sordu: “- Size neye göre hüküm vermemi
istersiniz, Kur’an’a göre mi, yoksa Tevrat’a göre mi?”
Bu
düzenlemede Peygamber, bir “Hakim” değil, bir “Hakem” konumundaydı. Eklemek
lazım ki, gayr-ı müslimlerin davalarına bakma veya onları kendi mahkemeleri ve
hukuklarıyla başbaşa bırakma teamülü o günden beri Zımmî hukukun bir parçası
olmuş, bu uygulama Osmanlılar’ın son dönemlerine kadar sürmüştür.
Burada bir
kurucu ilke daha ortaya çıkmaktadır: Çoğulcu bir toplumda tek değil, birçok
hukuk sistemi aynı anda geçerli olabilir. Ve tabii eğer bloklar arasında
çatışan hukuklar dolayısıyla ihtilaflar doğarsa -ki doğar- bu durumda ya
tarihte görüldüğü gibi, bu türden davalara yetki alanları genişletilmiş Mezalim
Mahkemeleri bakar veya bütün hukuk topluluklarının hukuk temsilcilerinden
oluşmuş üst mahkemelerin kurulması cihetine gidilir. Bana göre, çatışan hukuk
sistemleri karşısında mağduru hukuk seçmede özgür bırakmak en iyi çözümdür;
İslam hukuku açısından bu mümkündür.
Vesika’nın
23. maddesi Peygamber’i Müslüman sosyal blok üzerinde mutlak hakim kılar. Bu
doğal bir durumdar; çünkü Müslümanlar ona biat etmekle, zaten ona bağlanmayı
daha başında kabul etmişlerdir. Bu, aynı zamanda ibadeti, dinî ve hukuku
birbirinden ayırmayan İslami temel varsayıma uygun bir tutumdur. Bu maddelerin
kurucu ilkesi, İslamiyet’in sadece Müslümanları bağlayan bir din olduğu
gerçeğinin altını çizer.
İslami
modelin totaliter olduğunu öne sürenler, bu gerçeğin yeterince farkında
değiller. Çünkü eğer insanlar, özgür bir din tercih etme haklarına sahip ise,
hukuk ve sosyal hayat biçimlerinin de din ve düşüncelerine uygun olması bir
zorunluluktur. Bu durumda İslam dini ve hukuku, Müslümanları bağlar,
diğerlerini kapsayıp bağlamaz ve gayr-ı müslimlerden bu hukuka göre
davranmaları istenmez. Öyle ki Hz. Ömer, başını örten gayr-ı müslim bir
cariyenin bu davranışından memnun olmamış ve başörtüsünün İslamiyet’i bir bütün
kabul edenler için amir bir hüküm olduğunu belirtmiştir.
Vesika ise,
objektif hükümleriyle bütün dinî ve sosyal blokların üstündedir. Yani,
Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrikler onun genel çerçevesi dışına çıkamazlar. Bu
anlamda karşılıklı anlaşma sonucunda ortaya çıkmış Vesika, Kur’an, Tevrat ve
yerleşik örfün üstündedir.
4. ve 11.
maddeler sosyal blokların özerkliğini teyid eder. Buna göre, kabileler, eskiden
olduğu gibi (adet olduğu vechile) kan diyetlerini ödeyecekler, savaş esirleri
için fidye verecekler. Kendi aralarında mali mükellefiyetlere katlanacak ve
bunlar ortaklaşa tesbit edilecektir ( Md. 3, 12 ve 37.) Ancak eskiden olduğu
gibi, kan ve akrabalık bağına dayalı kabile asabiyetiyle suçlular korunmayacak,
biri suç işlediği zaman kabilesinin fertleri ondan sorumlu tutulmayacak, kısaca
suç ve ceza bireyselleşecektir (Md. 22 ve 31/B). Bu bile başlı başına bir
devrimdi. Suçlu ve canilerin korunmadığı -ki bunlar hangi bloktan olursa
olsunlar farketmez- bu yeni yapıda adalet ve güvenliğin sağlanması ortak ve
sosyal bir sorumluluk mevkiine çıkartılıyor, taraflar birbirlerine karşı -aynı
blokun bireyleri- sorumlu tutuluyor. (Md. 12, 13, 21). Buna bağlı olarak 12/B
maddesi, kişilerin, başka kişilerin mevlaları ile ve onlardan ayrı olarak
anlaşma yapma imkanlarını tanıyor. Kanımca bu madde ve başka hükümler, vize
verme hakkını devletten alıp, doğrudan bireylere ve gruplara veriyor.
Vesika’nın
diğer hükümlerini de kısaca şöyle özetlemek mümkün: 39. Madde ile “ülke ve
korunmuş sınır” kavramı getirilmiş olup, bu o günün şartlarında yeni bir şeydi.
Kan ve akrabalık bağına dayalı kabile yapısı aşılıyor, insanlar bloklar halinde
(veya hukuk toplulukları şeklinde) daha üst bir siyasi birlik etrafında
toplanıyor ve Medine’de yaşayan aşiret ve kabileler arasındaki her türlü
çatışma ve hukuk ihlali yasaklanıyor. Vesika’da geçen “haram” terimi korunmuş
sınır demektir ve bir siyasi birliğin toprak bütünlüğüne atıf anlamına gelir.
Bu siyasi birliğin Vesika’daki karşılığı “ümmet”tir (Md. 2 ve 25). Bu anlamda
“ümmet”, içinde Müslümanlar, Yahudiler ve müşriklerin de yeraldığı siyasi
birlik demektir. Bu birlik, dinî, kültürel ve hukuki özerklik temelinde ırk,
dil, din, mezhep ve etnik köken farkını gözetmeyen bir toplumsal projedir (Md.
1,2, 16 ve 25.)
İnsanlar ve
topluluklar arasındaki ilişkilerde temel ahlakî esaslar ve herkesin karşı
çıkamıyacağı evrensel yüce idealler geçerlidir (Md. 47). Ancak bunların geçerli
olabilmesi için toplumsal ilişkilerin bütününü düzenleyen yazılı bir hukuk
metninin esas alınması gerekir. Bundan dolayı Vesika, kendini “Kitap” (Md. 1,36
ve 47) veya “Sahife” (Md. 22, 39, 42, 46 vs.) diye takdim etmektedir ki, o
günün geleneksel kültüründe bu her iki terim bağlayıcılık ifade eder. Sözgelimi
Kur’an da kendini “kitap” olarak tanımlar, geçmiş
Peygamberlere
çeşitli kitap ve sahifelerin indirildiğini söyler. 28
Vesika,
herkesi bağlayan hukukun üstünlüğüne tam riayeti öngörürken (Md. 37 ve 37/B),
savaş, tek tek birey ve kabilelerden alınıp merkezî hükümete intikal
ettiriliyor (Md. 17, 18). Savaş, merkezî yönetimin ortak kararıyla alınacaktır.
Savaşın en önemli sebeplerinden biri dışarıdan gelecek bir saldırıya karşı
ortaklaşa mukavemet etmek üzere yapılır. Böyle bir savunma savaşında anlaşmaya
taraf olan gruplar mali ve askerî ortak sorumluluklar yüklenirler, hep birlikte
savaşırlar. (Md. 15, 18, 19 ve 24). Ancak din adına yapılacak savaşlarda ortak
sorumluluk yoktur. (Md. 45). Buna göre eğer Müslümanlar, kendi dinleri için ve
başkalarıyla -o da Medine dışında olmak üzere- savaşacak olurlarsa, Yahudiler
ve Medineli Müşrikler onlara katılmak zorunda değildirler. Bu madde gereğince
Bedir ve Uhud Savaşı Medine dışında bir yerde cereyan etmiştir.
Toplumsal
hayatta adaletin tevzii, adlı işlerin yürütülmesi ve yargı için gerekli
tedbirler alınacak ve bu yetkiler merkezî otoriteye devredilip fertlerin takdir
ve inisyatifine terkedilmeyecektir; bu da ortak sorumluluklar arasında yer alan
önemli bir husustur (Md. 13).
Vesika,
yargı ve savunma ya da savaş ilanı gibi hususları merkezî otoriteye (devlet?)
devrederken, başta yasama olmak üzere, kültür, bilim, sanat, ekonomi, eğitim,
sağlık vb. hizmetleri sivil topluma bırakıyor. Peygamber’den gelen başka
rivayetler, yönetimin ancak vergi, yargı ve savunma türünden alanlarla sınırlı
olduğunu, bunların dışında kalan diğer alanların sivil topluma ait olduğunu
anlıyoruz.
Medine
Vesikası’nın genel hükümlerinden başka sonuçlar da çıkartılabilir. Ama yeri
burası değildir. Vesika’nın bizim için önemli tarafı, 622 yılında yazılı bir
belge olarak üç ayrı dinî ve sosyal blok arasında karşılıklı görüşme ve anlaşma
sonucu kaleme alınması ve uygulamaya konulmuş olmasıdır..
Ben kişisel
olarak, Vesika’nın hükümlerinden hareketle birtakım soyutlama ve genellemeler
yaparak bugün için referans olacak bazı kurucu ilkeler elde edilebileceğini
düşünüyor ve bu kurucu ilkelerin son tahlilde çoğulcu bir toplumsal projeye
dayanak olabileceğine inanıyorum. Kur’an, Hadis kaynakları ve Müslümanların
özel ve yöresel-tarihsel deneylerinden ayrı düşünüldüğünde İslam hukuku da bu
projeyi teyid eden ve geliştiren zengin hükümler taşımaktadır. Yıllardır süren
Arap-İsrail savaşı, şimdi yeni başgösteren Azeri-Ermeni çatışmaları, Lübnan’ın
bölünmüş dinî yapısı, Balkanlardaki etnik durum, Kürt sorunu vb. sayısız
çatışma ve savaş sebebinin varolduğu bölgemizde bütün dinî, etnik ve siyasî
grupları sözleşme temelinde birarada yaşatacak ortak, gönüllü ve katılıma
dayalı çoğulcu projelere ihtiyacımız var.
Kuşkusuz
Hegelyen bir bakış açısından bu Vesika'ya baktığımızda doğru sonuçlar çıkaramayız.
Çünkü Hegel'e borçlu olduğumuz modern (türedi) paradigma, çevre faktörlerini
belirleyici bir konuma çıkartır ve hatta insanı bile çevresinin bir ürünü
sayar. Vesika'nın hükümlerinde o günkü Arap toplumunun kendine özgü şartları
veya varolan objeler dünyası etkileyici olmuştur; ancak belirleyici olan o
çevre şartları değil, özgür, adil, katılımcı ve çoğulcu bir toplum biçimi
geliştirme arzusudur. Bundan dolayı hükümlere içkin kurucu ilkeleri araştırıp
bulmak önemlidir. Belki bize de bu kurucu ilkeler yol gösterecektir.
Sanıyorum
Batılı demokrasiler bugün yaşadığımız sorunlar karşısında yetersiz kalıyor. Bu
bölgenin ve yeryüzünün sakinleri olan bizler ise,geleceğimizi teh-dit eden bu
sorunlar ve haber verdikleri tehlikeler karşısında gözümüzü alternatif
kaynaklara çevirmek zorundayız.
(*) Metin Prof. Dr. Salih Tuğ tarafından çevrilmiştir. Bkz. Hamidullah,
İslam Peygamberi, (5. bsk. İstanbul, 1991), I, 206-210.
1 Wellhausen, J., Skizzen und vorarberten, Berlin, 1899, IV, 76 vd.;
Caetani, L, Annali Milano, 1903 (İslam Tarihi, çev. Hüseyin Cahit İstanbul,
1924, I, 126 vd.); Wensinck, A.J., Muhammed en de Joden te Medina, Leyden,
1908, s.78 vd; Buhl, F., Das Leben Muhammeds, Leipzing, 1930, Majid Khadduri,
War and Peace in the Law of Islam, Baltimore, 1955, s.206 vd., Müller, A., Der
İslam in Morgen und Abendland, I, 95,; Ranke, Weltgeschichte, V, 75; Grimme,
Muhammed I, 75vd. Ayrıca bkz. Hamidullah, 1,202; Tuğ, 31.
2 Hamidullah, M., el-Vesaiku’s-Siyasiyye, Kahire, 1956, Vesika No:1; Le
Prophe’te de l’Islam, Paris, 1959, I, 133 vd. [Türkçe çev. Prof. S.Tuğ, İslam
Peygamberi, 5. bsk., İstanbul, 1990, I, 200 vd.); İslam Hukuku Etüdleri, çev.
S.Tuğ, İstanbul, 1974, s.37 vd.
3 Türkçe ve Osmanlıca dahil olmak üzere 10 civarında dil bilen ve şimdi
Paris’te yaşayan Pakistan asıllı Prof. Dr. Muhammed Hamidullah’ın çeşitli
dillerde 40’a yakın eseri ve 700 kadar makalesi yayımlanmıştır. Şimdiden
klasikleşmiş olan iki ciltlik ünlü eseri İslam Peygamberi 20 yıllık titiz bir
çalışmanın mahsulü olup Türkçe baskısı Arapça, Fransızca vd. dillerdeki
baskılardan daha geniş ve önemlidir. Batılı bilim çevrelerinde Türkçe baskı
esas alınır. Hamidullah’ın 1924-1980 yılları arasında Fransızca, Almanca,
İngilizce, Türkçe, Malay-endonez, Portekizce, Japonca, Boşnakça, Tamul dili, Arapça,
Farsça ve Urduca dillerinde yayıMlanan eserleri için bkz. Prof. Dr. Salih
Tuğ’un İslam Peygamberi çevirisi, II, 1159 vd.
4 Bkz. Prof. Dr.Salih Tuğ, İslam Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İstanbul,
1969, s.30 vd. Arap bilim çevrelerinde Vesika’ya ilişkin yayınlar için bkz.
E.Ziya Umeri, Medine Toplumu çev. N.Yıldız, İstanbul, 1938, s.78 vd.
5 İbn Seyyid en- Nas, Uyunu’l-Eser, I, 197; İbn Kesir, el- Bidaye
ve’n-Nihaye, Kahire, 1351, III, 224; Umeri, 78-79.
6 el Beyhaki (öl. 458), es-Sünenü’l-Kübra, Haydarabad, 1344, VIII, 106
(Kitabu’d-Diyat blm.); Umeri, 79.
7 İbn Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (Mektebetü’l-Külliyat el-Ezheriyye
yayını) Mısır, ty. II, 106.
8 Ebu Ubeyd, Kitabu’l-Emval, Mısır, ty.
Prag.No: 519 (Türkçe çev. C.Saylık, İstanbul, 1981, s.235 vd.)
9 Humeyd İbn Zenceveyh, Kitabu’l-Emval, Parag. No: 750; Umeri, 79.
10 Vesika’nın tarihi değerinden Arap müelliflerden Yusuf Aş, şüphe içinde
olduğunu kaydeder. Aş, bu görüşünü Wellhausen’ın “Arap Devleti ve Sukütu”
kitabının çevirisinde 9 nolu haşiyede belirtiyor. (Umeri, 79). Ancak gerek
Batılı oryantalistler gerekse Müslüman müellifler, Vesika’nın tarihi değerinden
şüphe etmemektedirler. Prof. Aş’ın şüphelerine yolaçan gerekçeler üzerinde
Vesika ile ilgili yayımlanacak kitabımda uzun uzadıya durulacaktır.
11 Caetani, A.g.e. III, 118-119.
12 İbn Hişam ile Ebu Ubeyd’in rivayetleri arasındaki tek fark 25. maddede
Benû Avf Yahudileriyle ilgili ifadede “ma’a=ile” - “min=den” arasındaki
farktır. Bu fark Wellhausen’dan beri sözkonusu maddede tercihli olarak
verilmektedir ki, her iki okunuşta da anlam değişmemektedir.
13 Buhari, Kefale, 2; Müslim, Fedailu’s-Sahabe, 204; Ebu Davud, Feraiz, 17.
14 Wellhausen, Arap Devleti ve Sukutu, çev. F.Işıltan, Ankara, 1963, s.2
15 Her iki merkezin yapısal özellikleri ve birbirleriyle mukayesesi için
bkz. W.Montogomery Watt, Muhammet at Mecca, Oxford, 1953 (Hz. Muhammed
Mekke’de, çev. M.R.Ayas-A.Yüksel, Ankara, 1986) ve aynı yazar, Muhammad at
Medina, Oxford, 1953.
16 Hamidullah, I, 177-199
17 Dr. S.Ahmed el-Ali, ed-Devletu fi Ahdi’r-Resul, Irak, 1988, I, 24.
18 Buhari, 5/44; İbn Hişam, I, 183
19 İbn Sa’d (öl. 230), Tabakat, Leyden, 1904-12, I, böl. 2
20 Hamidullah. I, 181
21 Buhari, 3/67; M.Asım Köksal, İslam Tarihi, İstanbul, 1981, I, 95
22 A.Himmet Berki-Osman Keskioğlu, Hatemü’l-Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı,
7. Bsk. Ankara, 1978, s.204; S.M. Ahmed Nedvî-S.S.Ansarî, Asr-ı Saadet, çev.
A.Genceli, İstanbul, 1985, I, 64
23 Buhari, 56/181, No:1; M.Tayyib Okiç, İslamiyette İlk Nüfus Sayımı,
A.Ü.İlahiyat Faklt. Dergisi, Ankara, 1958-9. VII, 11 vd.
24 S.M. Ahmed Nedvi- S.S.Ansarî, I,
64
25 Hamidullah, I, 189
26 Caetani, III, 112
27 Burada “sözleşme” ile ilgili sayın İnsel’in bir eleştirisine
değinebilirim. İnsel, benim Medine Vesikası’nı temel alarak geliştirmeye
çalıştığım görüşlerimi özetlerken şu ifadeyi kullanır: “Görüldüğü gibi... (bu)
siyasal tablo, ilk elde ve şaşırtıcı bir şekilde Rousseavari bir toplum
sözleşmesi üzerine kurulu çoğul toplum tahayyülü olarak kendini ifade ediyor.”
Hemen devamında Sayın İnsel “Marx’ın komünist toplumda oluşacağını öngördüğü
devletle büyük benzerlikler gösterdiği de söylenebilir” demektedir. (Ahmet
İnsel, “Ali Bulaç’ın Çoğulcu Ümmet Tasarımı Üzerine: Totalitarizm, Medine
Vesikası ve Özgürlük”, Birikim Dergisi, Mayıs-1992, sayı: 37, s.30) Burada
benim mi, yoksa Ahmet İnsel’in mi analoji yaptığını üçüncü şahıslara ve tabii
okurlara bırakıyorum. Ancak, başından beri ve zikrettiğim kaynakların
tanıklığıyla Karl Marx ve J.J. Rousseau’dan yüzyıllar önce üç ayrı din ve hukuk
topluluğu arasında böyle bir sözleşme imzalandığı açıktır. Bu demektir ki, hem Rousseau’nun toplumsal
örgütlenmenin ilk şeklini sözleşmeye dayandırması, hem de Marx’ın tarihin
başında ve finalinde çoğulcu bir toplumsal örgütlenmeyi öngörmesi yeni bir şey değildir. Belki Rousseau, Marx
vd. mükemmel bir toplum için ütopya kurdular; ben ütopyaları küçümsemiyorum ve
varolana karşı bir muhalefet şekli olarak görüyorum. Sözünü ettiğimi Vesika ise
bir ütopya veya bir kurgu değil, tarihsel bir gerçektir. Dolayısıyla bu durum,
yapacağımız analojilerde dikkate alınmalıdır.
Bu konu İnsel’den önce başkalarının da dikkatinden kaçmamış. Sözgelimi,
M.Ziyauddin er-Rayyıs, İslam siyasi felsefesinin temelini oluşturan “Biat” ile
Rousseau’nun toplumsal sözleşmesi arasındaki benzerliği vurguladıktan sonra
şöyle der: “Şu var ki J.J. Rousseau’nun ‘Sosyal Sözleşmesi’ bir sanı olmasına
karşılık, Akabe’de iki kez gerçekleşen “biat”ler tarihsel bir gerçek, birer
gerçek sosyal sözleşme örnekleridir. Bu olaylarda sözleşme, yüce bir risaleti gerçekleştirmek
amacıyla insanların özgür istekleri ve olgun bilinçleri sonucu oluşmuştur.”
(M.Ziyauddin er Rayyıs, İslam’da Siyasi Düşünce Tarihi, çev. A.Sarıkaya,
İstanbul, 1990, s.48).
Konuyu yakından bilen Hamidullah da, Akabe biatları ile Medine Vesikası’nı
kendine özgü bir “toplumsal sözleşme” olarak niteler. Ve der ki: “Devletin
teşekkülünde toplumsal sözleşme niteliğini ilk ileri sürenlerden İngiliz Hobbes
,Locke ve Fransız Rousseau gibi müellifler, eserlerinde bu teorilerine dayanak
teşkil edecek somut ve belirli tarihi örnekler vermemektedirler. Eğer onlar,
böyle bir sözleşmenin daha önce, yani İlk İslami dönemlerde imzalandığını
bilselerdi, teorilerine acaba ne gibi bir şekil verirlerdi?” (Hamidullah, İslam
Hukuku Etüdleri, s.28-29)
Son olarak Fransız A. Sanboury’nin konuyla ilgili görüşlerini aktaralım.
(Bkz. A.Sanboury, Le Califat, Paris, 1926, s.94) Sonboury, İslam’daki siyasi
akd’in yapısını inceledikten sonra, bunun kesinkes bir akid (sözleşme) olduğu
sonucuna varır ve şöyle der (P.5, 17 ve 19): “J.J. Rousseau’nun kuramı ondan
yıllar önce, İslam bilginlerince öz olarak biliniyordu. Rousseau’nun kuramında
yönetici, aradaki bir sözleşme gereği ve halka naib olarak otoriteyi alır ve
kullanır. Ancak Rousseau’nun kuramı yüzyıllar önce Müslümanlar tarafından
biliniyor, hatta Rousseau’ya göre Müslümanlar bir de fazla ögeye sahip
bulunuyorlardı.” (er-Rayyıs, 276-277).
Bütün bunlar neyi gösterir? İnsanlığın -bazı alanlarda- ortak bir kültür
mirasında örtüştüğünü ve bazan “akıl için yolun bir” olduğunu. Rousseau, eğer
“toplumsal sözleşme” kavramını kullanmışsa, bizim Rousseau kullandı diye, hem
biçim hem de içerik olarak sözleşme temelinde teşekkül etmiş bulunan İslam’daki
siyasal model’den vazgeçmemizi gerektirmez. Nitekim, Kur’an, Hadis, Kelam ve
Fıkıh kitaplarında başta siyasal rejim olmak üzere, her türlü toplumsal
(ticari, medeni vs...) ilişkiyi düzenleyen anlaşma ve sözleşmeler “Misak, Biat,
Ahid, Akid” vb. terimlerle ifade edilmiş ve
bu terimler üzerinde bütün bir fıkıh (hukuk) külliyatı kurulmuştur.
Bütün bu terimlerin Türkçe uygun karşılıkları sözleşme, anlaşma, mukavele,
belge imzalama, taahhüdle bulunma ve bağlılıktır. İslam hukukunda temel haklar
iki kategoride ele alınır. Bunlarden ilki doğuştan sahip olduğumuz haklar,
diğeri sözleşme ile elde ettiğimiz haklardır. Devlet, yönetim vb. siyasal
iktidarla ilişkilerimizin bütününü tayin eden temel haklar, özgürlükler ve
vecibeler, karşılıklı rıza (icab ve kabul)ya dayalı yönetilenler ile yönetenler
arasında imzalanan sözleşme hükümlerine göre teşekkül eder. Bu anlamda İslam'da
yönetim, meşruiyetini sözleşmeden alır.
28 Bkz. En’am, 154; İsra, 2; Necm,
36; A’la, 19 vs...
http://www.birikimdergisi.com/birikim/dergiyazi.aspx?did=1&dsid=38&dyid=1307
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder