MEDİNE SÖZLEŞMESİ VE İNSAN HAKLARI EVRENSEL BEYANNAMESİNİN KARŞILAŞTIRMASI
Medine
Sözleşmesi ve İnsan Hakları Evrensel Beyanname’lerinin ortaya çıkışlarında çok
ciddi sosyolojik ve psikolojik zeminleri vardır. 622 yılında İslam
medeniyetinin kuruluşundaki zeminle 1948′de Avrupa’daki sosyolojik zemin
arasında önemli benzerlikler göze çarpmaktadır. Batının 1948 yılında geldiği
noktaya İslam medeniyeti 1326 sene önce gelmiştir diyebiliriz. Her iki
sözleşmede de birey hukuku, kültürlerin hukuku ve devlet hukuku arasında denge
kurulmaya çalışılmış ve birey, kültür grupları ve devlet yönetimi hakkındaki
sınırlar çizilmiştir. Bu tür sözleşmelerde toplumsal empatinin ve birlikte
yaşamanın bilinci görülmektedir.
Kültürel
birliktelikler olmazsa toplum birlikte yaşamayı başaramaz. İnsanlar birbirleriyle
sürekli kavga eden, savaşan, öldüren toplumlar haline gelirler. Bununla ilgili
psikososyal deney yapılmıştır. Bir adaya 50 tane ergenlik öncesi gençler
koyulur. Başka bir adaya da yine 50 tane aynı yaşlarda gençler yerleştirilir.
Her iki adadakilere de üçer aylık süre tanınır. Birinci adadakilere, 3 ay
boyunca serbest oldukları ve kendi tecrübelerini yazmaları istenir.
Buradakilere hiçbir sınır konmaz, hiçbir amaç belirlenmemiştir, aralarında bir
sözleşme yapılmadan bırakılmışlardır. İkinci adadakilerle küçük bir sözleşme
yapılır. Bir amaç belirlenir, bu amaca göre bir ateş yakılır ve sönmeden
devamlı yakılı tutulması istenir. O ateşin yakılmasıyla ilgili prensipler
verilir.
3 aylık
sürenin sonunda raporlara bakıldığında amacı ve sözleşmesi olan ikinci adadaki
gençlerde kavgaların ve tartışmaların daha az olduğu, birlikte yaşamayı daha
iyi başardıkları görülür. Birinci adadaki gençlerde ise sözleşme olmadığı ve
keyfi bırakıldıkları için aralarında kavga, tartışma ve olayların çok fazla
yaşandığı gözlemlenir. Bu deney, insanların birlikte yaşama konusunda
kendiliğinden bunu oluşturamadıklarım, insanlara bunun sunulmasının önemli
olduğunu ortaya çıkarmaktadır.
İslam
dünyası dışındaki toplumların ancak 1948 yılında İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesi oluşturabilmesi ve ayrıca bu beyannamede Medine sözleşmesinin
izlerinin görülmesi insanlığın bu tür sözleşmelere vahiyle ulaşabildiğini
göstermektedir. İnsanlık Medine sözleşmesi gibi bir anlaşmayı kendi kendine
yapamamıştır. Tek tanrılı dinlerin ortaya çıkmasıyla birlikte gelen vahiyler,
kitaplar, suhuflar vardır. Bu belgelerle yapılan sözleşmeler mevcuttur ama
insanların hepsini birleştirebilecek bir sözleşme noktasına İslam medeniyetinin
başlangıç döneminde ulaşılmıştır.
Medine
Sözleşmesi, insanlığın zihinsel olarak o seviyeye geldiğini fakat insanlığın
olgunlaşmasının çok öncesinde olması bir vahiy sözleşmesi olduğunu gösterir
-insanlık kendi olgunluğunu kısmi olarak 1948 yılında insan hakları beyannamesi
ile göstermiştir.- Bu nedenle Medine Sözleşmesine medeniyet öncesi sözleşme de
denilebilir.
Medine
Sözleşmesi Bireyi Tanımlıyor
Medine
Sözleşmesinin toplumsal empati açısından önemli unsurlarından biri, toplumun
bağlılık duygusuna vurgu yapmasıdır. Bireyin toplumla bağını tanımlamakta ve
insanın yaşadığı toplumdaki sınırlarını belirlemektedir. Kişinin, toplumun ve
devletin hukuku arasındaki sınırları belirler. Sosyal faaliyetlere iştirakle
ilgili yine sınırlamalar yapılır. Medine Sözleşmesi bireyin yatay ilişkilerinin
hukukunu geniş biçimde tanımlarken, İHEB ise bireyin devletle olan ilişkisini
tanzim etmede daha ileri seviyededir.
İnanç
Özgürlüğü Getiriyor
Medine
Sözleşmesi, Yahudi gibi diğer dini gelenekte olanları da vatandaş olarak kabul
etmekte ve inanç özgürlüğü getirmektedir. Ortaçağ’da İspanya’da engizisyon
mahkemeleri zorla Katolikleştirirken, kendi dininden olmayanları yok ederken,
Medine Sözleşmesinde başka dinden olanları da İslam devletinin vatandaşı olarak
kabul edildiğinin gösteren maddeler içermektedir. O tarihte başka dinlerden
olanlara özgürlük tanıması konusunda yazılı teminat verilmesi ve hatta bunu
güçlüyken yapabilmesi sözleşmenin çok öngörülü olduğunu göstermektedir.
Çok Hukuklu
Sistemin Temellerini Atıyor
Medine
Sözleşmesinde çok hukuklu bir sistemin temel taşları görülmektedir. Şehrin düzeniyle
ilgili bir anlaşmazlık durumunda nasıl çözüleceği, dış tehlikelere karşı nasıl
korunacağı belirlenmiştir. Farklı hukuklara teminat verilmektedir. Yahudilere
kendi içerisinde dini hukuklarını ve kendi kurallarına göre evlilik ve medeni
kurallarını düzenleme hakkı tanımaktadır. Müslümanlar da kendi kurallarına göre
medeni haklarını belirleyeceklerdir. İngiltere’nin yapmaya çalıştığını İslam
medeniyeti yüzyıllar öncesinde başarmıştır. Medine Sözleşmesi çok hukuku
öngörmesi açısından İnsan Hakları Evrensel Beyannamesini geçmiştir. Çünkü
1948′deki beyannamede çok hukuklu sistem hakkında bir önerme yoktur.
Medine
Sözleşmesi ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi farklı hukuklara ve inançlara
saygı göstermektedir. “Herkesin dini kendisine” algısıyla farklı dindeki
insanlara empati yapılmaktadır. Medine Sözleşmesinde “Benim gibi yaşayacaksın,
benim gibi düşünmeyen tehdittir” yorumlaması görülmez. İnsan Hakları
Beyannamesinde bile bu kadar açık ifade edilmemektedir.
Tek Tip
İnsana Karşı Çıkıyor
Medine
Sözleşmesi, fidye ve diyet konusunda Müslümanları ve Yahudileri kendi kuralları
içersinde serbest bırakmıştır. Yahudileri Müslümanların fidye sistemine uyma
gibi bir zorunluluk getirmemiştir. Benu ‘Afv Yahudileri kendi aralarında adet
olduğu üzere önceki şekilde kan diyetlerini ödemelerine iştirak edeceklerdi.
Onların geleneksel hukuklarına ve geleneksel birikimlerine saygı gösterildi. Bu
kural da bize Medine Sözleşmesinin tek tip hukuk ve tek tip insan oluşturma
çabasının olmadığını gösterir. Her kavmi olduğu gibi kabul etmekte ama bir kamu
düzenini oluşturmayı hedeflemektedir.
“Genel
düzeni bozmadığı sürece herkes kendi içersinde özgür hareket edebilir”
anlayışının bu sözleşmede bulunması, çağının çok ötesinde bir anlaşma ve vahiy
kaynaklı olduğuna delil olarak gösterilebilir. Mesela maddelerden birinde,
Yahudilerle ilgili zulme uğramaksızın Müslümanlara karşıt olanlarla
yardımlaşmazlarsa, yardım ve desteğe hak kazanacaklardır. Kendilerine karşıt
olanlarla bir faaliyet içersine girmezlerse, kendilerine müdahale edilmeyeceği
belirtilmektedir.
Yine başka
bir maddede “Yahudilerin dinleri kendilerine Müslümanların dinleri kendilerine”
şeklinde açıklama vardır. Bu madde de çağın çok ilerisinde bir yaklaşımdır.
Kendinden olmayanı düşman ve tehdit olarak gören ve yok etmeye çalışan tek tip
insan yetiştiren kültür, 20. yüzyılın ideolojisidir. Günümüzde Amerika ve Batı
kendi kültürünü, popüler kültürü dünyanın hâkimi yapmaya çalışmaktadır. Medine
sözleşmesinde böyle bir maddenin bir irade dışında imzalanıp deklare edilmesi,
Ortaçağ’da Avrupa’nın hiç yapamadığı, günümüzde ise tam olarak
içselleştiremediği, benimseyemediği bir kuraldır.
20. yüzyılda
Tek Tip Kişilik
Hangtinton’un
kültürler savaşı teorisine göre batı medeniyeti üstün ırk, diğerleri ise
değişip batıya benzemesi gereken ötekiler olarak kabul edilir. Beyaz Anglo
Sakson Protestan (WASP) ırk özne olmuş, dünya da özne olmayı terk edip nesne
olmuştur. Aynı durum ülkemiz için de geçerlidir. Cumhuriyetin başında kendi
kültürel benliğini bırakan Türk milleti özne olmaktan vazgeçerek batıya nesne
olan ve onu taklit eden kültür haline geldi. Devletin resmî ideolojisi, “batı
kültürüne benzemek modernliktir; benzememek gericiliktir” tarzında sunuldu.
Tarihsel
egosunu batıya teslim eden, kendi iddiası olmayan, sadece batıyı taklit eden
bir kimlik oluşmuş. Fakat bu kimlik halkla doku uyuşmazlığı yaşadığı için
toplum kabul etmemiştir. Ama bunun sonucunda da kendi eski kültürünü
koruyamamış, batılı da olamamıştır. Anadolu’da mevcut kültürün yasaklanması,
batı kültürünün yayılmaya çalışılması fakat bunun kabul edilmemesi sonucunda
arabesk kültür ortaya çıkmıştır. Osmanlı döneminde olmadığı kadar halk, Arap
müziğini dinlemeye başladı. Bir tarafı doğu diğer tarafı batı olan karışık bir
kimlik ortaya çıktı. Bu durum kültür politikalarında devrim olmayacağını
gösterdi.
Benzer bir
durum Çin’de de yaşandı. Mao kültürel bir devrimle seküler bir konfüçyüzmi (neo
konfüçyizm) uygulamak istedi fakat başarılı olamadı. Çünkü çok güçlü ve oturmuş
bir medeniyetleri vardı. Halk havza şeklinde medeniyetlerini devam ettirmiştir.
Kendi medeniyetlerinin disiplini ile kapitalizmin ekonomik artılarını
birleştirerek dünya ekonomisinde ciddi şekilde küresel bir özne oluşturdu.
Kendi
kültürlerini koruyarak batının ekonomik kurallarını alıp kullanan Çin’in başarısını
biz ülke olarak gösteremedik. Günümüzde hâlâ kıyafet tartışmaları nedeniyle
entelektüel enerjimiz bu konulara harcandığı için ekonomik üretimimiz zarar
görmektedir. Türkiye’yi küresel güç, üniversiteleri bilimsel merkez haline
getirme yerine jandarmalık yapıp öğrencilerin kılık kıyafetleriyle
uğraşılmaktadır. Ülkenin bunu aşamamasında kültürel olarak tercihlerini yanlış
kullanmasının rolü vardır. Bu durum da Türkiye’deki resmî ideolojinin tek ulus,
tek tip insan kavramı olduğunu göstermektedir. İnsan Haklan Evrensel
Beyannamesine göre devletin resmî ideolojisi yoktur.
Devlet
ideolojiler arasında dengeyi sağlayıcıdır. Bütün insanların tek bir ideolojiye
uyma zorunluluğu, Ortaçağ yaklaşımıdır. Ülkemizde geçerli olan anayasa, resmî
ideolojisi olan darbe anayasasıdır. Kurulu düzenden çıkarı olanlar, toplumun
büyük çoğunluğuna empati yapamadıkları için Türkiye’nin çağdaşlaşmasına karşı
çıkarak bu anayasanın değiştirilmesini onaylamıyorlar. Aynı zamanda batıya da
empati yapamadıkları için Avrupa Birliği’ne girmeyi Sevr olarak algılıyorlar.
Avrupa Birliği’nin kültürel, siyasi ve toplum yönetimiyle ilgili standartları
vardır. Türkiye’deki azınlık, birliğin bu temel değişmez kurallarına ve
birliğin amacına empati yapamıyor. Hem girmek istiyorlar hem de değişmek istemiyorlar.
Bu durum da ya algılama kusuru veya niyet bozukluğu olarak açıklanabilir.
Köleliğe
Karşı Çıkıyor
Medine
Sözleşmesi “Himaye altındaki kimse, bizzat himaye eden kimse gibidir. Ne
zulmedilir ne de kendisi zulmedebilir” maddesiyle köleliğin değişmesini
sağlamıştır. Köle alınan kimsenin veya himayesi altında bulunan grubun kendisi
gibi kabul edilmesi, yediğinden yedirerek, giydiğinden giydirerek köleliği
yavaş yavaş eritmeyi planlamıştır. 13 asır önce gündeme getirilmesine rağmen
Amerika’da zenciler, Avrupa’da Yahudiler, Almanya’da Türkler 2. sınıf olarak
ötekileştirilmiştir. Bu madde ötekileştirmeye karşı çıkarak herkesi kendin gibi
görme anlayışını getirmiş ve ırkçılığa karşı çıkmıştır. Irkçılığı sorgulatan ve
ona karşı tavır aldıran bir maddedir.
Medine
Sözleşmesinin bir başka maddesinde “Himaye verme hakkına sahip olanların
dışında hiç kimse himaye veremez” denilmektedir. Bu maddeye göre hiç kimse
patron gibi herkesin hamiliğine cüret edemez. Himaye vermenin hukuku
belirlenmiştir. İnsanların bir cemaat, grup oluşturarak bir şeyler yapılmasını
pek onaylamayan bir maddedir. Böylece menfaate dayalı hukuk oluşturulmasının ve
himayenin suiistimali önlenmiş olmaktadır. İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesinde de yayınlandığı yıldan itibaren köleliğe karşı çıkılmış ve köle
ticareti yasaklanmıştır. Fakat Amerika’da yakın zamana kadar zencilere ikinci
sınıf insan muamelesi yapılmıştır.
Savaş
Hukukunu Belirtiyor
Günümüzde
bütün dünyada savaşlar hukuksuz yapılırken, asırlar öncesinde Medine Sözleşmesi
savaş hukukunu belirledi. Hangi savaşta, kimlerin masrafları nasıl
karşılayacağı, savaş açanlara nasıl davranılacağı ile ilgili ilkeler sözleşmede
yazıldı. Savaş esirlerine nasıl davranılacağı, güvenliği gibi konulara açıklık
getirilmiştir. Bu maddeleriyle Medine sözleşmesine “Toplumsal Empati
Sözleşmesi” de denilebilir. İnsan Haklan Evrensel Beyannamesi onun modern
versiyonudur. Medine Sözleşmesinde zalimlik yapılamaz deniyorsa, İHEB’de
işkence yapılamaz denir.
Yasalar
Önünde Adil Yargılanma Hakkı Veriyor
Sözleşmede yaşama
özgürlüğü ve kişi güvenliği hakkı vardır. Herkesin yasalar önünde eşit olması
ve kimseye imtiyazlı davranılmaması vurgulanmıştır. Birçok sahabenin
Yahudilerle eşit ve aynı anda sorgulandığını gösteren rivayetler vardır. Her
iki sözleşmede de (Medine Sözleşmesi ve İHEB) hiç kimseye keyfi
davranılamayacağı belirtilir. “Ben yaptım oldu; hukuk da neymiş; emir demiri
keser” gibi yaklaşımlar her iki sözleşmenin de ilkelerine aykırıdır. Adil
yargılanma sırasında padişahın oğlunun veya kızının diğer insanlardan hiçbir
farkı yoktur. Hukuksuzluk yaptıysa aynı cezalar onlara da uygulanır.
Herhangi bir
davada yalancı şahitlik yapılmasını istemek, resmi bir kurumda işinin bir an
önce halledilmesi için torpil kullanmak, trafikte öne geçmek gibi
yanlışlıkların hata olduğu bilinerek yapılabilir ama bunların doğru olduğunu
savunmak çok daha yanlıştır. Hukuksuzluk ilkelliktir ve her iki sözleşme de
insanlığın ilkellikten çıktığını göstermektedir. Medeni toplumlarla ilkel
toplumları birbirinden ayıran en önemli özellik hukuka saygıdır. Bu birey,
toplum, sosyal hukuk gibi bütün hukuk dallarını kapsar. Hukuka saygı da insana
değer vermek anlamına gelir.
Zulme Karşı
Çıkıyor, Yardımlaşma Teşvik Ediliyor
Medine
Sözleşmesi’nin “Hiç kimse müttefiklerine karşı bir cürüm işleyemez. Zulmedilene
mutlaka yardım edilecektir” maddesi toplumsal empati anlayışım öne
çıkarmaktadır. Bir kimse dövüldüğünde, bir evlat annesini babasını dövdüğünde
çevredekilerin duyarsız kalmayıp yardım etmesi gerektiği teşvik edilmektedir.
Zulmedilene yardım, zulmü önlemeye yönelik bir tavırdır. Haksızlığa uğrayana
yardım etme devlete bırakılmıştır. Ayrıca sosyal yardımlaşma desteklenmiştir.
Sözleşmede, “Yahudi Yahudi’ye, Müslüman Müslüman’a yardım edecek” denmiyor.
Dil, din,
ırk ayrımı yapılmadan zulmedilene yardım edilecek deniyor. Mesela birisi
komşusuna zulmederse, öbür komşu zulmedilene yardım edecektir. Komşuluk hukuku
ve yardımlaşma desteklenmektedir. Medine Sözleşmesi’nde yardımlaşma vurgusu çok
yapılırken İHEB’de bu vurguya rastlanmıyor. Çünkü batı yardımlaşmanın önemini
yeni keşfetti. Amerika’da suç işleyen çocuklara ıslah evlerinde yapılan empati
eğitiminde işkence gören insanların görüntüleri seyrettirilerek bu kişilerden
birinin yakınlarının olması halinde neler hissedecekleri sorularak empati öğretilir.
Bu eğitimden sonra topluma bırakılırlar. Batı bu eğitimlerin bilimsel olarak
yararlarını anladıktan sonra zulme karşı çıktı ve yardımlaşmanın önemini
anladı.
Diyalog
Teşvik Ediliyor
“Makul”
kelimesi Medine Sözleşmesi’nde sıkça kullanılmıştır. Bu kelime empati üretir ve
uzlaşma çağrısı yapar. Makul, “akla yakın” manası taşımaktadır. Makul bir yerde
birleşmek demek, her hangi bir konuda iki tarafın veya daha çok tarafın birer
adım atması ve bir yerde uzlaşmasıdır. Makul olmayanda ise “illa benim dediğime
tâbi olunacak” manası vardır. Makul kelimesinin çok kullanılması uzlaşmanın
teşvik edildiğini gösterir.
Medine
Sözleşmesi farklı düşünce yapısındaki, farklı kültürlerdeki, farklı gelenekteki
insanların makul bir şekilde bir araya gelmesini yani toplumdaki yatay
ilişkileri teşvik etmektedir. Klasik devletçilikte, toplumda yatay ilişkinin
tersine dikey ilişki, emir-komuta ilişkisi söz konusudur. Yukarıdaki otorite
doğruları bilir ve ona itaat edilir. Otoriteye tabi olan da rahat eder. İHEB’de
ise uzlaşma ile ilgili bir maddeye rastlanmamaktadır.
Muhalefete
Hak Tanıyor
Medine’de
İslam dininden olup da aykırı davranan kimseler bulunmaktaydı. Medine
münafıkları denilen bu kişiler ikili oynayarak Müslümanları zor durumda
bırakıyorlardı. Mesela savaşa gidileceği zaman söz verip de son anda yüzlerce
kişinin savaştan çekilmesine sebep oluyorlardı. Bazı Müslümanlar bunları
öldürmek istediler. Fakat buna izin verilmedi. Böyle davranan insanlarla
mücadelenin, onları yok etmek olmadığı, onlarla diyaloga girerek açık açık
konuşulduğunda gerçeğin zaman içersinde anlaşılacağı savunuldu. Çünkü onların
da sevenleri ve sempatizanları vardı ve haksız saldırı gibi algılanabilirdi.
Medine’deki
uygulama bu tarz ikili oynayan, nifak psikolojisindeki insanlara karşı nasıl
davranılacağı konusunda ipuçları veriyordu. Bu kişilere mütecaviz, saldırgan
olmadıkça dokunulmaması gerektiği savunuldu çünkü her toplumda farklı düşünen,
muhalif kişiler olacaktı. Münafıkları öldürmek, sürgüne göndermek,
düşüncelerini değiştirmeye zorlamak İslam dininde izin verilmedi. Onun yerine
bu insanlarla empati kurmaya çalışıldı. Neden bu kimseler yanlışlıklar
yapıyorlar, kendi çıkarlarını toplumun çıkarlarından üstün tutuyorlar diye
psikolojileri anlaşılmaya çalışıldı.
Münafığın
tanımına bakıldığı zaman, kendi egosunu daha çok kutsallaşman ve seven,
başkalarının çıkarları ile kendi çıkarı arasında tercih yaptığı zaman kendi
egosunu tercih eden olduğu görülür. Bu kişilerin yapay çekicilikleri vardır.
Bunların etrafında iyi niyetli olan kişiler vardır, onların bu münafıkları
zamanla tanıyarak görmeleri gerekir. Bu da biraz bedel ödenmesini gerektirir.
Hz.
Peygamber o zamana kadar yapılmamış ve çağlar öncesi bir tavırla muhalefetin
olduğunu kabul edip, onlara karşı nasıl bir davranış alınması gerektiğinin yollarını
göstermiştir. İnsanların tartıştığı zaman kılıcı çekip hemen sonuç aldığı, kız
çocuklarının diri diri gömüldüğü, çocukların tanrılara kurban edildiği, diğer
bir ifade ile pagan kültürünün bütün kurallarının yaşandığı bir kültürde
kendine muhalefet edeni yok etmek yerine onun mizacına, düşüncelerine saygı
duymak ve kararlarına müdahale etmemek üstün bir siyaset örneğidir.
Mesela savaş
kararı alındığında bir grup kimsenin savaşa gitmekten vazgeçmesi siyasi
muhalefettir. Hz. Peygamber bu muhalefeti yok etmek yerine onların tercihi
olarak gördü ve karışmadı. Bir müddet sonra münafıklar yalnızlaştılar ve
Resulullah’ın haklılığı ortaya çıktı. Böylece muhalefetle mücadelenin bir
hukuku olduğu ve ona göre mücadelenin yapılması gerektiği anlaşıldı. Hz. Peygamber’in
Yahudilere ve münafıklara olan bu tavrı liberalist bir yaklaşımdır. Münafıklara
özgürlük tanımış, serbest düşünce ortamının oluşmasını sağlamış ve zaman içinde
hatalarının ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Hudeybiye
Anlaşması
628 yılında
Hz. Peygamber Kabe’yi ziyaret etmek için bin dört yüz kişi ile birlikte
Mekke’ye hareket etti. Hudeybiye mevkiine geldiğinde, Mekkelilere haber
gönderdi ve Kabe’yi ziyaret etmek istediklerini belirtti. Mekke’ye
Müslümanların girmesini istemeyen müşrikler karşı çıktılar. Bunun üzerine Hz.
Peygamber, kesinlikle savaşmak için gelmediklerini, amaçlarının sadece Kabe’yi
ziyaret olduğunu, isterlerse bir anlaşma yapabileceklerini söyledi. Mekkeli
müşrikler de savaşmaya yanaşmadıkları için Hudeybiye Anlaşması imzalandı.
Bu anlaşmanın
maddelerinden biri “Mekke’ den birisi Müslüman olarak Medine’ye sığındığı zaman
iade edilecek; fakat Medine’den Mekke’ ye sığınanlar iade edilmeyecekti.” Bu
madde sahabelerin itirazına sebep oldu. Müslümanlar için zayıflık işareti
olarak kabul edildi. Mekke’de bu sözleşmeyi imzalayanların oğulları Müslüman
olup Medine’ye geliyordu. Sözleşme gereği üzülerek de olsa geri iade
ediliyordu. Fakat daha sonra bu gençlerin sayısı arttı. Mekke’den kaçan fakat
Medine’ye kabul edilmeyen Müslümanlar Mekke-Şam kervan yolu üzerindeki İs
mevkiinde üslendiler.
Kısa zamanda
sayıları üç yüze ulaşan Müslümanlar, müşriklere karşı gerilla savaşı yürütmeye
başladılar. Kureyş’in kervanlarına saldırıyor, ellerine düşen Mekkeli
müşrikleri öldürüyorlardı. Mekkeliler kendilerinden olmayan Medinelilerin de
içine almadıkları bu gruptan gördükleri zarar karşısında Medinelilerden ilgili
maddenin anlaşmadan çıkarılması için başvurdular. Bunun üzerine Hz. Peygamber
isteklerini kabul ederek Müslümanları Medine’ye çağırdı. Bu anlaşma, kendi
çıkarına bile olmasa güçlü olanın dediğinin olmadığını, hukukun dediğinin
olduğunu gösterdi. 13 asır önce hukuka saygının en güzel örneği yaşandı. Hukuka
saygı, toplumsal empatinin bir parçasıdır.
Hukuk
Vicdani Sorumluluğu da İçermeli
Batı da ise özellikle
yasaların kutsallaştırılmasını Almanya’da görüyoruz. Çok çalışkanlık, kurallara
bağlılık, zevkleri erteleme gibi püriten ahlak gösteren Almanların bu özelliği
ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra çabuk toparlanmalarının sebebi olmuştur. Fakat
bu tür toplumlarda içsellik olmadığı için kurallar bozulduğunda kaos çıkar.
Çünkü iç hukuk dediğimiz, vicdani sorumluluk yani yaratıcıya karşı bir
sorumluluk yoktur.
Kural öyle
olduğu için sorgulamadan itaat eder. İslam hukuku kuralları kutsallaştırmadan
vicdani boyutu ön plana çıkararak yardımlaşmayı vurgular. Gazetecilikte verilen
bir örnek vardır. Kaza geçirmiş bir yaralı kıvranırken gazetecinin görevi onun
fotoğrafını çekip haber yapmaktır, yardım etmek değildir. Kuralcı bir gazeteci
görevini yapar, inisiyatif kullanıp yardımda bulunmaz. İşte bu örnekte olduğu
gibi İslam hukukunun birinci görevi insani boyuttur ve vicdani sorumluluktur.
Bu sebepten dolayı bu hukuk sistemi diğerlerinden daha ileridir.
Medine
Sözleşmesi toplumsal empati açısından vizyonu daha büyük bir sosyal
sözleşmedir. Bireyler arasındaki yatay ilişkinin hukuki tanımlamasına daha çok
vurgu yapılmıştır. İHEB ise bireyin devletle olan ilişkisini tanzim etme
açısından daha yüksek bir toplumsal sözleşmedir.
web adresinden
alınmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder