Türkiye, İslam ve Liberalizm...
“Ey
İnsanlar! Gerçekten, biz sizi bir erkek ve dişiden yarattık ve birbirinizle
tanışmanız için sizi halklar ve kabileler kıldık. Hiç şüphesiz, Allah katında
en üstün olanınız, takvaca en ileri olanınızdır. Hiç şüphe yok ki Allah,
yaptıklarınızdan haberdardır.”
Hucurat
Suresi 13. ayetinde bütün insanlığa evrensel mesajlar verilmektedir. “Ey
insanlar! Hepinizin aslı birdir” diyen ilahi bir evrensel eşitlik
manifestosudur adeta bu ayet. " Hepiniz bir anne ve babanın
çocuklarısınız, kiminiz temiz ve pak bir maddeden, kiminiz ise pis ve adi bir
maddeden yaratılmadınız, hepinizin özü birdir" mesajını veren ayet,
kendini üstün ırk zannedip diğerlerini aşağılayan tüm anlayışları
reddetmektedir. Ayete göre insanların farklı ırklar, milletler, kabileler
şeklinde yaratılmalarının tek sebebi, cemiyetler kurarak birbirleriyle tanışıp,
yardımlaşabilmeleri içindir. Üstünlük farklılıklarda değil, vicdani ve ahlaki
bir ilkede tecessüm etmektedir ki o da kutsal ifadeyle “takva” duygusudur.
Yaratılış bakımından tüm insanların eşit olduğunun Kur’an diliyle tüm insanlığa
anlatıldığı bir ilahi öğretidir bu ayet. İnsanlar, aynı Yaratıcının fıtri
olarak aynı şekilde tasarladığı eşit varlıklar olduklarından, aynı hakikat
farklı zaman ve zeminlerde başka insanların kalplerinde de belirmiştir.
Hıristiyan bir düşünür olan John Locke’un 17.yy’da kendi toplumu için aradığı
eşitlik ve özgürlük talebi, ilahi hakikatin özdeşliğinden dolayı, Müslüman
dünyanın da yabancısı olmadığı ortak temeller içerir. John Locke, insanların
rasyonel olarak özgür ve eşit olmalarının temelini tabii hukukta bulur. Tabii
hukuk, John Locke’da Tanrı’nın iradesine karşılık gelir. Tanrı insanları doğal
olarak özgür ve eşit yaratmıştır. İslam hukukunun da temel ilkelerinden biri
“eşyada aslolan ibahadır” kuralıdır. Yani varlıklar doğal hallerinde bağımsız
ve özgürdürler. Bu özgürlüğü İslam hukuku, bireylerin akıl, can, mal, din ve
ırz gibi temel haklarına bir tehdit oluştuğunda sınırlar.
John Locke’ un özgürlük anlayışında, her bir kişinin tabii kanunu ihlal etmemek
koşuluyla kendi kanununu kendi koyma, hayat yolunu dilediği gibi seçme hakkı
vardır. Bu özgürlük, bireye başkalarının hayatına, bedenine ve mülkiyetine
zarar vermemeyi emreden tabii kanunla birleşmiş ve sınırlandırılmış bir
özgürlüktür. Tabii hukuk, Locke için köklerini insanın mahiyetinden alan ve
değişmeyen ezeli ve ebedi normları içerir. Bu aynı zamanda ahlakın da
normlarıdır. İnsan, Tanrı’nın iradesinin yansıması olan tabii kanuna uygun ve
onu aklen keşfedebilecek şekilde yaratıldığı için bütün insanlar özgür ve eşittir.
John Locke doğa durumunda bir özgürlük hali olmasına rağmen insanların
anlaşmazlıklarında hakemlik yapacak meşru bir otoritenin olmayışından dolayı,
bu doğa durumunun terk edildiğini söyler. Bundan dolayı, bireyler, kendilerini
ve kendilerine ait şeyleri garanti altına almak amacıyla birbirleriyle sözleşme
yaparak toplumu ve sivil siyasi yönetimi oluştururlar. Buradan çıkan sonuca
göre, devletin varlık nedeni, bireyi ve bireye ait şeyleri korumaktır.
Buradan İslam tarihinde devletin oluşumuna göz atacak olursak, ilk siyasi
örgütlenme ve anayasa denemesine Hz. Peygamberin hazırlamış olduğu “ Medine
Anayasası” örneğinde rastlanmaktadır. Hz. Peygamberin Medine toplumunda asayişi
sağlamasından önce, sürekli birbiriyle savaşan kabileleri ve hayat, mülkiyet ve
hürriyet haklarının devamlı tehdit altında olduğu bir yapıyı görüyoruz.
Hz. Peygamberden önce hukuksuz bir toplum olan Arap-bedevi yapılanmasının,
Peygamberin kurduğu “Medine Site Devleti”ne dönmesiyle, insanlar hukuki,
anayasal bir güvenceye kavuşmuşlardır. 7.yy toplumu içinde yapılan bu
düzenlemeyle insanlar, her türlü tecavüzü önlemeyi ve tecavüzde bulunanlara
karşı çıkmayı taahhüt etmişlerdir. Ayrıca Müslüman ve Yahudi toplumlarına sahip
oldukları din ve vicdan özgürlüğü açıkça ifade edilmiştir. Medine’de ilk defa
insanlar bu metinle bir siyasi yapı meydana getirmişlerdir. John Locke’ un
sözleşme aracılığıyla insanların doğa durumunda koruyamadıkları güvenliklerini
garanti altına aldıkları düşüncesinin pratik örneğini Hz. Muhammed (S.A.V.)’ın
Müslümanlardan aldığı "biat" ile sağladığı siyasi düzende gördüğümüzü
söyleyebiliriz.
John
Locke' un birey ve devlet arasındaki ilişkinin sınırlarını çizerken oluşturduğu
“hoşgörü” argümanının temelinde tabii hukuk ve sözleşme anlayışları vardır.
Bireyler sözleşme aracılığıyla haklarını devlete teslim ettikleri için, devletin
varlık nedeni bireyi ve bireye ait şeyleri korumaktır. İslam toplumları için
aranılan liberalizmin temellendirilmesine de John Locke’ un argümanlarından
hareketle ilk İslam devletinin sözleşmeye dayalı kuruluşunu ve İslam
hukukundaki özgürlük ve eşitlik genel çerçevesini ele alarak ilerlemek mümkün
olabilir.
Yönetimin, yönetilenin rızasına dayanması gerektiği şeklindeki liberal ilkenin,
en başından itibaren hoşgörünün tezahürüne imkan veren bir zihniyet yapısı
olarak John Locke tarafından “ Hoşgörü Üzerine Bir Mektup” isimli eserde
çizildiğini görebiliyoruz. Liberalizm John Locke’ da her şeyden önce tam bir
din ve vicdan özgürlüğü talebi ve hoşgörü vaadiyle kendini belli eder. John
Locke, hoşgörü mektubunda “hakiki dinin bütün hayatı ve gücü, aklın samimi ve
tam olarak ikna edilmesine bağlıdır” der. Aklen ve kalben ikna edilmemiş
bir insanın sahip olduğu imanın, iğrenç bir münafıklığa yol açacağından
bahseder Locke.
Kur’an’da “Dinde zorlama yoktur” ayetiyle birlikte Peygambere “Sen onların
üzerinde bir bekçi değilsin” öğretisinin verilmesi ve Hucurat Suresinde “Allah
size imanı sevdirdi, onu kalplerinize süslü ve çekici kıldı, küfrü ve fıskı
size çirkin gösterdi” buyruğu imanın bir kalp ve vicdan işi olduğunu söylüyor
ve insanların inançlarının başında bekçi gibi durmanın işe yaramayacağı, imanın
ancak Allah vergisi bir sevgi işi olduğu anlatılıyor. John Locke’ da bu gerçeği
kendi dini içinden bakarak şöyle ifade ediyor: “İsa’nın kilisesinin başkalarına
zulmedip, ateş ve kılıç ile onlara kendi imanını ve doktrinini benimsemeye
zorlaması gerektiğini Yeni Ahit’in hiçbir kitabında bulamadım.”
Hucurat Suresi 14. ayetinde ise kalplere yerleşmeyen imanın makbul olmadığı
şöyle anlatılıyor: “Bedeviler dedi ki: “iman ettik.” De ki: “Siz iman
etmediniz, “İslam olduk” deyin. İman henüz kalplerinize girmiş değil” . Sonsuz
hayatta insana fayda sağlamayacak bu “sahte” imanın oluşmasını dünyada
engellemenin en temel vazife olduğuna inanan Locke, bunun kalp ve vicdan
üzerinde cebr kullanmamakla mümkün olacağına inandığı için, cebr gücünü elinde
bulunduran sivil-siyasi otoritenin din işlerinden elini çekmesini bir
zorunluluk olarak görür. Locke, bireyin özgürlüklerini garanti altına alacak
ayrımları Mektup’ta net bir şekilde belirtir. Buna göre devlet sadece sivil
çıkarları ve barışı korumakla görevli olacağından, kişilerin inançlarına
kesinlikle karışmayacaktır.
John Locke’ un inancın doğasından giderek ulaştığı sonuçlar modern-liberal
demokrasilerin şekillenmesinde büyük rol oynamıştır. İslam inancının doğası
üzerinden bir temellendirme yapmanın mümkün olduğunu bu makalede dar bir
alanda da olsa göstermeye çalıştım. Müslüman toplumların özelde de Türkiye’deki
Müslümanların liberal demokrasiyi, barış içinde yaşamanın garantisi olarak
kabullenebilmeleri kendi inançları içinden yapılacak bir temellendirmeyle
mümkün olabilir.
Türkiye Cumhuriyetinde de "kemalizm" ideolojisi laikliği sadece
devlet için değil vatandaş için de gerekli görmüş, kamusal alanda dinin
görünürlüğünü kendine tehdit olarak değerlendirmiştir. Liberalizmin en temel
ilkelerinden olan “ifade özgürlüğü” de ideoloji tarafından hep bir tehdit
olarak görülmüştür. Bizim kuşağın gördüğü tek darbe olan 28 Şubat darbesi, bu
özgürlükle beraber, din ve vicdan özgürlüğüne de indirilmiş büyük bir darbeydi.
Toplum bu darbeyi büyük acılar geçirerek yaşadığı gibi halen de sürecin izleri
sürmektedir.
Mustafa Akyol, 16 Nisan 2012 tarihli yazısında 28 Şubat darbesini
“İslamofobik darbe” olarak tanımlarken şu tespitleri yapıyor:"
İslamofobi medyada ne kadar yankılanırsa yankılansın, Amerikan
Müslümanlarının dini hayatına müdahale edecek bir baskı üretemez. Çünkü ABD
anayasası ve kanunları, din özgürlüğünü sıkı sıkıya koruyor. “Başörtüsü yasağı”
gibi bir uygulamanın Amerika’da düşünülmesi bile zor.” Bu Amerikalılar
tarafından düşünülmesi bile zor durumu bizler bu ülkede fiilen ve acımasızca
yaşamış insanlar olarak özgürlüğün kıymetini daha iyi idrak etmiş durumdayız.
Bu tecrübelerden sonra “ Siyasal İslam” fikrine sahip olanların da Allah
adına, devlet eliyle insanları zorla dindar yapmanın ne derece İslami ve ahlaki
temele sahip olduğunu düşünmeleri gerekmektedir Bu tecrübeler gösteriyor ki
birilerinin dindar yaşamak isteyenlere “kemalizm” adına baskı yapmalarıyla,
dindarların “Allah” adına baskı yapmaları arasında insan ruhunun tahribatı
açısından yapısal bir fark bulunmamaktadır. Zorla dindarlık ve zorla dinsizlik,
karakteri bozulmuş, ruhu ezilmiş ve isyanlar içinde insanlar üretmekten başka
bir işe yaramadığını bugün insanlık acı tecrübelerle öğrenmiş durumda. Bu
yüzden bizim gibi katı laikçiliği benimseyen ya da İslam’ın liberal yorumunun
yapılamayacağına inanan toplumların, liberal demokrasi yönünde ikna
edilmelerinin barış adına herkesin ihtiyaç duyduğu bir şey olduğuna inanıyorum.
İnsanların görüş, kanaat ve düşüncelerini başlarına kötü bir şey gelmesi ya da
getirtilmesi korkusunu taşımadan serbestçe ifade edebilmeleri demek olan ifade
özgürlüğünün kıymetini toplumca idrak edemezsek ve gelecek nesilleri
bu zihniyete göre hazırlamazsak “güvercin tedirginliği” içinde kendini
ifade etmeye çalışan insanların vebalini üzerimizden atamayız.
Şule Seda
Tezer,
Kaynaklar:
1) Hoşgörü üzerine bir
mektup, John Locke
2) Demokratik Toplumda
İfade Özgürlüğü. Özgürlükçü Bir Perspektif, Mustafa Erdoğan
3) Çoğulculuk, Mustafa
Erdoğan
4) İfade özgürlüğü nedir
ve Niçin gereklidir, Atilla Yayla
5) Liberal demokrasinin
temelleri, Bican Şahin
6) Liberalizm ve
Türkiye’de Liberal Eğilimler, Mustafa Erdoğan
7) Liberalizme Yeniden
bakış: Tarihi ve Felsefi Temelleri, Mustafa Erdoğan
8) İslamofobik darbe 28
Şubat, Mustafa Akyol
9) Hucurat Suresi
Tefsiri (ders notları), Yakup Çiçek
10) İslam Hukuku Ders Notları, Bilal
Aybakan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder