BEDİÜZZAMAN’IN VİCDANİ VE SOSYAL HUKUK VURGUSU.
HANGİ YÖNTEM OLURSA GÜNÜMÜZDE ADALET SAĞLANIR?
Adalet Genetik midir?
Adil
olma eğilimi insanda biyolojik eğilim olarak vardır. Ancak nasıl adil
olunacağının öğrenilmesi gerekir. Anaokulu çocukları için uygulanan
çikolata testinde sınıf dolusu çocuğa dörder çikolata veriliyor. Bütün
çocuklar neşeli bir şekilde paylaşıp oynuyorlar. Başka bir gün 3-4-5’er
adet olarak aynı çocuklara ayrı ayrı çikolata veriliyor. Bu defa
çikolata olan çocuklar arasında kavga ve tartışmalar başlıyor.
Çocuklarda bu davranış, öğrenmeden çok biyolojik eğilim olarak
değerlendirilebilir. Benzer durum erişkinler içinde geçerlidir. Adil
paylaşımın olmaması insanda savunma duygusunu uyandırır. Savunma duygusu
tehdit kaygısını artırır ve güveni azaltır. Güvenin azaldığı yerde
düşmanlık duyguları uyanır. Böylece tartışma ve çatışmalar yaşanmaya
başlar.
Hukuk,
kanunların koruduğu menfaatler demektir. Bununla adalet yapmaya
çalışır. Ahlak ise vicdanın koruduğu menfaatlerle adalet yapmaya
çalışır. Aslında ahlak için vicdani hukuk da
denilebilir.
Modernizm ahlaka ihtiyacımız yok, ahlaklı olmak rekabeti önler ve
üretim maliyetini artırır diyerek ahlakın güncelliğini kaldırdı. Ahlaki
normların bencil çıkarlar doğrultusunda değişmesi ile iç hukuk veya
vicdan dediğimiz içimizdeki bekçinin, zihnimizdeki jürinin ölçüsü
bozuldu. Modernizm, toplumu bencil çıkarlar peşinde koşan bireylerden
oluşan bir topluluk olarak tanımlayarak adalet terazisini alt üst etmiş
oldu.
Bediüzzaman
“Saadet-i beşeriye dünyada adalet ile olabilir. Adalet ise doğrudan
doğruya Kur’an’ın gösterdiği yol ile olabilir’’ diyor. Evet iman,
kalpte, kafada daimi bir manevi yasakçı bırakıldığından fena meyelanlar
histen, nefisten çıktıkça “yasaktır” der terk eder, kaçınır” diyerek
vicdani bekçinin, zihinsel jürinin önemini vurguluyor. (Hutbe-i Şamiye
1. Zeyl (82-83)
Ayrıca
“eğer beşer çabuk aklını başına almazsa, İlahi adalet ölçülerine uygun
davranmazsa maddi manevi kıyametler başlarına kopacak, anarşilere ve
ye’cüc ve me’cüce teslim-i silah edecekler” diyerek asrın insanını
uyarıyor. Günümüzde şiddetin, intiharların, boşanmaların, uyuşturucu
kullanımının, gay ve lezbiyen akımlarının batı toplumlarında dalga dalga
yayılmasının, adalet ölçülerinin bozulmasıyla ilgili olduğu dikkatli
tespitlerle anlaşılmaktadır. ABD’de çocuk ıslah evlerinde suçlu
çocuklara “merhamet ve empati duygularını öğretmeden toplum içine
bırakmama” adli psikiyatri uygulaması olarak bilinmektedir.
Adalet Duygusuna Tesir Eden Etkenler
Adalet
duygusu zarar gördüğünde, insanların ilişkileri de zedelenir. O halde
bu duyguyu güçlendirmemiz gerekmektedir. Peki adalet duygusunu etkileyen
faktörler nelerdir? En başta kişinin ruhsal durumu, adil davranmasına
olumlu ve olumsuz anlamda tesir etmektedir. İnsandaki üç temel eğilim,
adalet duygusunda önem taşır. Bunlardan ilki, kişinin hoşlandığı şeyi
sorgulamadan hemen inanma eğiliminde olmasıdır. Bu sebeple ilgi duyduğu
nesne ya da özneye karşı tarafsız olamaz. Mesela, kendi ailesinden
birisine ya da sevdiği bir yakınına karşı kolay kolay adil olamaz.
Hâkimlerin yakınlarını yargılayamamalarının özünde de bu gerçek
yatmaktadır. İkincisi, insanın kolaya kaçma eğilimidir. Her şeyi çabucak
halletme isteği, adalet duygusuna zarar verir. Üçüncü eğilim ise,
çatışmasız, acı vermeyen çözümlerden yana olmaktır. Bu eğilimler,
kişinin karar verme süreçlerinde belirleyicidir. Mesela, eşini seven bir
kadın onun hatalarını görse de masum olduğunu düşünmekten vazgeçemez.
Bu noktada realite körlüğü yaşayabilir. Aynı şey çocuğu uyuşturucu
kullanan ebeveyn için de geçerlidir. Çocuğunun içe kapanıklığını, eve
geç gelmesini, derslerinde başarısız olmasını basit gençlik sorunları
gibi algılayan ebeveyn, acıyla yüzleşmeye hazır olmadığından sevdiği
hakkında kötü ihtimalleri düşünmek istemez. Bu durum, kabul edildiğinde
acı verecek gerçeği reddetmektir.
Zaaflar ve Adalet
Zaaflar,
adaleti etkiler ve düşünsel uyumsuzluk meydana getirir. Karar verme
mekanizmasında adaletsizlik olduğunu gören insan, onu düzeltmek için
ilkel bir sertlikle, otorite uygulayarak adaleti sağlamaya çalışır. Bu
noktada fikirler ve özgürlükler bastırıldığı için insanlar yasa dışı bir
zemine kayabilirler. Aynı şekilde ülke yönetiminde toplumun bir
kesiminin hakkını görememek de realite körlüğüdür. Gerçeği göremeyen
yöneticiler eğitilmemiş bir sertlik uyguladıklarında terörü artıran bir
etki oluştururlar. Onun için terörü önlemenin orta ve uzun vadedeki
çözümü, ayrımcılığı gidermektir. Tehditle bastırılan olaylar durulur
gibi gözükse de, insanlar ikna olmadıklarından adaletsizliğe tepki
duyarlar ve karşılıklı olarak şiddeti artıran tavırlar ortaya çıkar. Ama
haksızlığa uğrayanlar akıllı kişilerse, iyi organize olur ve
kendilerini haksızlık karşısında daha rahat savunurlar.
Adaleti Sağlama Yöntemi Ne Olmalıdır?
İnsanlar
arası ilişkilerde ve toplumda adaleti sağlamak güzeldir ama bunun nasıl
sağlandığı da çok önemlidir. Mesela, tarihteki birçok haksızlık,
‘eşitlik’ adı altında yapılmıştır. Özgürlük kavramını yücelten
sistemler, bütün özgürlükleri kısıtladıklarının farkına bile varmazlar.
Böyle olunca da adına ‘Barış Harekâtı’ denilen savaşlar yaşanır.
Bunların hepsi insanın psikolojik savunma mekanizmalarıdır. Bu ruh
halleri, yargı gücünü zayıflattığı gibi açık akılla düşünmeyi ve
muhakemeyi engeller.
Adalete Etki Eden Duygular
Adalete
etki eden en önemli duygulardan birisi, korkudur. Korku zihni felce
uğratır. Bu histen yararlanıldığında insan kendini korumaya yönelik
savunma silahları geliştirebilir. Ama mesela işyerinde çalışan ve
patronunun, işine son vermek için fırsat aradığını düşünen kişi, her gün
kovulacağı kaygısıyla yaşadığından üretken olamaz. Kısacası korku,
yargı gücünü zayıflatır ve adaleti yok eder.
Kuşatılmışlık
hali, adalete zarar veren bir diğer duygudur. Kendini çaresiz
hissetmek, insanı savunmaya ittiği için zihni işlemez hale getirir.
Akrebin hikâyesi bu konuya en güzel örnektir. Etrafında ateş olan akrep,
kuşatıldığını hissettiğinde kendisini öldürür.
Ayrıca,
çevresinin sarıldığını hisseden insan, karışındaki kişiyi yanılgıyla
okur. Bunun sonucunda yanlış yargılarla hareket eder ve hatalı
davranışlara sürüklenir. Kuşatılmışlık duygusu, bir nevi zihinsel körlük
oluşturduğundan, kişinin olayları bütüncül değerlendirmesini engeller.
Eleştirilmek ve saldırıya uğramak, elbette hiç kimsenin hoşuna gitmez.
Bu da, zihinsel süzgeci çalıştırmayı gerektirir. Duygularını çok
kullanan insanlar, en ufak eleştiriyi bile ‘haksız saldırı’ olarak
nitelendirirler. Tenkide aşırı tepki veren kişilerin bir kısmı da,
etraflarının sarıldığı düşüncesiyle yaparlar bunu. Aşırı duygusallık,
karşı tarafın niyetini görmeye de engel bir durumdur. Muhataplarını ve
onların davranışlarını tam anlamıyla kavrayamadıkları zaman, onları
kendilerine zarar verecek kişiler kategorisine taşırlar. Böyle bir
düşünce, insanın algısını bozduğu gibi adil davranmasına da mani olur.
Diktatörya Adalete Zarar Verir
Diktatörler,
kuşatma duygusunu en çok yaşayan kişilerdir. İnsanları ezmekten hiçbir
rahatsızlık duymazlar. Çünkü her türlü hareketi haksız saldırı olarak
nitelendirirler. Bu tip kişiler, ellerine güç geçtiği zaman, karşı
tarafı sorgulamaya çalışırlar. İnsanları ‘şüpheli’ kategorisinde
tutmaktan zevk alırlar. Bir ülke yönetimi düşünün ki, yasalara uyan,
askerliğini yapan, vergisini veren, hiçbir kuralı bozmayan bir insanı
‘şüpheli’ sınıfına sokar ve onu kimi haklardan mahrum eder. Bunu,
özellikle korkak ve diktatör yöneticiler yapar. ‘Her şey benim
kontrolümde olsun’ düşüncesinin hâkim olduğu püriten ahlakı benimseyen
insanlar, karşılarındakinin ruhunu bile kontrol etmek isterler. Bu ahlak
anlayışının en yaygın biçimine, Ortaçağ kiliselerinde rastlanmıştır.
İnsanlara onların iyiliği için acı çektirilmiştir. Neticede bu ahlak
anlayışı, demokrasinin doğmasına vesile olmuştur. Çünkü her ne için
olursa olsun baskı, özgürlük ve adalet duygularına ters düştüğü için
hürriyet meraklılarını yeni arayışlara iter.
Gurur Adaleti Engeller
Adaletin
ortaya çıkmasını engelleyen diğer bir duygu da gururdur. Zira gurur
insanı düşünce katılığına götürür. Gururlu kişiler, sıradan olmaktan
korktukları için hata yapmaktan aşırı derecede çekinirler. Eleştiriye
kapalı olmaları, etraflıca düşünmelerine ve sağlam bilgilerle karar
vermelerine manidir. Psikolojik bütünlüklerini korumak maksadıyla üstün
ve özel olduklarını düşünmeleri, onları devamlı olarak egolarını
beslemeye götürür. Olayları etraflıca inceleyip sağlam bilgiye
ulaşmaları, egolarını rahatsız edecek bir bilgi ile karşılaşma ihtimali
doğurduğu için yeterince objektif olamazlar.
Adalet ve İhtiyaç
Adaletin
oluşmasında ihtiyaç da çok önemlidir. Hatta halk arasında, ‘aç ayı,
fırın yıkar’ denir. İnsan muhtaç olduğunda ölçüsüz davranıp hırsızlık
bile yapabilir. Tarihte bu durumu doğrulayan örnekler mevcuttur. Mesela
Hz. Ömer devrinde ciddi kıtlık yaşandığı için hırsızlıkla ilgili cezalar
hafifletilmiştir. İnsanın büyük ihtiyaçlar içinde olması, onu yanlış
seçimlere götürür. İhtiyaç hisseden insan bunu en çabuk şekilde doyurmak
ister. Bu nedenle de zevk tuzaklarına kolayca düşebilir. Zihinsel
körlük yaşarsa tepkisel ve aceleci davranabilir.
“En büyük ihtiyacımız hoşgörü, en büyük düşmanımız önyargıdır.” Cemil Meriç
Önyargı ve Adalet
İnsanın
adil olmasını zorlaştıran bir diğer durum, önyargılı olmaktır. Peşin
hükümler, insanı eksik ve hatalı bilgilerden hareket edip genelleme
yapmaya, başkalarına karşı olumsuz tutum geliştirmeye ve düşmanca
davranmaya götürür. Zihinsel şartlanma, bilgilerin beyinde rahatça
dolaşmasını engellediği gibi, farklı verilere de kapalıdır. Bilgi edinme
konusunda yetersiz olan bu insanların karar mekanizmaları yanlış
çalışır. Mesela bazı kimselerde kıl takıntısı vardır ve kıllı kişilere
karşı antipatik davranırlar. Diyelim ki kıllı insanlardan hoşlanmayan
bir yönetici varsa, bu özellikteki bir çalışana karşı olumsuz tavır
takınabilir. Bu, bir önyargıdır. Zihinsel şartlanmanın en güzel
örneklerinden biri de, pek çok kişinin bildiği Nasrettin Hocanın ‘ye
kürküm ye’ hikâyesidir. Günümüzde hâlâ geçerliliğini koruyan bu fıkraya
göre, saygı insanî değerlere, fikre değil de, dış görünüşe
gösterilmektedir. Bu durum, insanların önyargılarına örnektir.
Diğer
taraftan dogmatik bağlılık da önyargıları besler. İdeolojik takıntıları
olan kimse, kendisi gibi düşünmeyenleri düşman kabul eder. Halbuki bir
insanın bir başka kişiyi sevmemesi onun düşmanı olduğu anlamına gelmez.
Herkes herkesi sevmek zorunda değildir. Dogmatik saplantıları olanlar,
eleştirildiklerinde, oradaki niyeti görmediklerinden kendilerini
inançlarına küfredilmiş gibi hissedebilirler. Saplantılı kişiler,
zihinsel sorgulama yapamadıklarından kritik bilgiye ulaşmakta güçlük
çekerler. İnsanın yargı gücünü zayıflatan, aklını kapatan, adalet
duygusuna zarar veren hallerin en önemlisi olan önyargı, insanı yanlış
hükme götüren etkendir.
Adalet ve Bağışlama
Adalet
duygusunun yerine oturmasında affetmek çok önemlidir. Bağışlamak,
muhatabımıza iki şey hissettirir: Bağışlayan kişide oluşan duygusal
tatmin ve bağışlanana değer verildiği duygusu. Ancak bağışlamanın
gerçekleşmesi için hatalı olan kişinin pişmanlık duyması şarttır. Aksi
halde yanlışın devamı gelebilir. Mesela, bir çocuk alışverişe gittiğinde
bedelini ödemeden bir şey alsa, onu bağışlayıp bağışlamamak dükkân
sahibinin hakkıdır. Fakat ailesi empati yapabilmesi için çocuğuna şunu
söyleyebilir: “Bu dükkân bizim olsa ve birisi gelip buradan bir şeyler
çalsa, ne hissedersin? Muhakkak kızarsın. İşte senin bunu alman sonucu
dükkân sahibi de aynı şeyi hissetti. O halde, aldığını iade etmeli ve
mal sahibinden özür dilemelisin.” İnsanî kurallar çerçevesinde, ailenin
bu tutumu karşısında dükkân sahibinin çocuğu bağışlaması gerekir. Eğer
affetmezse, çocuk bir erdem olarak bağışlamayı öğrenemez.
Diğer
taraftan, pişmanlık duymayan insana onun bu davranışını
onaylamadığımızı hissettirir ama kendi ruh sağlığımız için
affedebiliriz. Çünkü bağışlanmayan her şey, ruhumuza ve sırtımıza
yüktür. Affettiğimiz zaman, o yükü alır, bir kenara koyar ve
karşımızdakinin yeni bir yanlış daha yapmasını önlemiş oluruz. Oysa
bağışlamadığımız olay, beynimizde davetsiz düşünceler doğurur. Mesela,
sırtımızı dayadığımız bir cam düşünelim. Camın belli bir taşıma
kapasitesi vardır. Eğer insan ona gereğinden fazla yaslanırsa, cam
kırılır. İnsanın ruh dünyası da böyledir. Kendisine kötülük yapanların
kötülüklerini unutmayan kimsenin, ön belleğinde o olayın yoğun bilgisi
mevcuttur. “Bu insan neden bana böyle bir haksızlık yaptı? Bundan sonra
da ondan kötülük görecek miyim?” gibi sorularla beynini yorar. Sonuçta
depresyon ortaya çıkar. Oysa geçmişte biriktirdiğimiz bu bilgileri alıp
bilgisayarın çöp sepetine atmak, daha akıllıcadır. “Karşımdaki kişi bana
bir haksızlık yaptı, ben de üzüldüm. Zamanı gelince, ona yanlış
yaptığını göstermeliyim” demek, yani olanları unutmamak ama onunla
birlikte yaşamaktan vazgeçmek, kişinin bu yükü taşımasına yardımcı olur.
Aksi halde, insanoğlu bitmeyen zihinsel yükleri taşıyamaz. Hata yapmış
bir insanın bağışlanmak için çabalaması ve fırsat kollaması, hem kendini
rahatlatır hem de karşı tarafa yaşam dersi verir.
Semavi Dinlerde Adalet
Hıristiyanlıkta
anahtar erdem, sevgidir. Bu sebeple bazen haksızlık karşısında hakkını
aramama gibi bir durum ortaya çıkar. Kendi ihtiyacını bir başkasına
vermek, yanağına tokat atana diğer tarafını çevirmek şeklindeki yaklaşım
tarzı, Hıristiyanlığın ilk çıkışındaki duygusal ihtiyaçtı. Çünkü o
dönem baskının, şiddetin ve pagan kültürün en acımasız olduğu,
insanlığın fetret dönemiydi. Çocuklar savaş tanrıları önünde kurban
ediliyor, zulüm en şiddetli haliyle kendini gösteriyordu. Roma
İmparatorluğunun dünyada alternatifsiz, tek süper güç olduğu bu dönemde,
Hıristiyanlığın ahlak ve iyilikle ilgili öğretileri, insanları iyiye ve
güzele çekme yöntemiydi. Şiddete şiddet, kötülüğe kötülükle karşılık
vermek gibi bir yaklaşım, daha çok masumun ölmesine sebep olabilirdi.
Öte yandan o zamanın siyaset anlayışı, mağdur olanların uyum
sergilemelerini gerektiriyordu. Roma İmparatorluğu’nun dini haline gelen
Hıristiyanlığın, o devrin ihtiyaçlarına uygun olduğu, yaşanan dönemin
gereklerine uygun çareler sunduğu muhakkaktır. Yine Museviliğin
doğuşunda paraya, ihtişama çok önem veren, hile, entrika ve sahteciliğin
çok yaşandığı bir Mısır Medeniyeti ile karşılaşırız. Bu toplumun en
önemli ihtiyacı doğruluktu. Dolayısıyla, Hz. Musa, anahtar erdem olarak
bu kavramı ön plana çıkardı. İslamiyet ise ikisini birden kabullenmekle
beraber, adalet duygusuna da vurgu yaptı. Zira adalet, doğruluk ve
sevginin dengeli şekilde kullanılmasını sağlar. Kur’an’a baktığınız
zaman, sevginin karşısında merhameti, disiplinin karşısında da adaleti
görebilirsiniz. İnsanın iç dünyasındaki sevginin doğru gelişimi için
adalet şarttır.
Kanun Devleti ve Hukuk Devletinde Adalet
Adalet,
kanun devleti ile hukuk devletinde ayrı ayrı algılanır. Mesela, kanun
devletinde belli yasalar vardır ve kamu bu yasalara itirazsız uyar.
Diyelim ki, çıkarılan bir yasada “Elma yemek yasaktır” derseniz, kanun
devletinde kimse “Hayır! Ben elma yemek istiyorum” diyemez. Eğer bunu
yaparsa, kamu düzenini bozduğu gerekçesiyle hapse atılabilir. Kanun
devletinin kurallarının olması, böyle bir adaletsizliği haklı göstermeye
yetmez. Hukuk devletinde ise, insanlara hukukî kurallar baz alınarak
davranılır.
Adalet,
güçlü ile zayıf, iyi ile kötü, mazlum ile zalim arasındaki dengeyi
sağlamak bakımından çok önemlidir. Toplumsal barış için yasalarla
korunan adalet düzeni, insanın iç dünyasındaki sulh için ise, duyguların
adaleti ehemmiyet taşır. Duyguları adil bir biçimde, yerinde ve
zamanında kullanabilmek; toplumsal adaleti sağlayacak ve dolayısıyla
hukuk devletinin oluşumuna ve yaşamasına zemin hazırlayacaktır.
ADALETİ BASKICILIKLA SAĞLAMAK MÜMKÜN MÜ?
Despotizm
ve militarizm doğası gereği diyaloga kapalıdır. Var olmak için karşı
tarafı yok etmeyi ve susturmayı amaçlar. Despotizmin birinci özelliği
despotizmin, zorbalığın doktrin haline getirilmesi ve yöntem olarak
benimsenmesidir. Tarihte bütün dünyada insanlığın insani tekamülünün ilk
aşamalarında hem yöntem hem de değer olarak zorbacılık benimsenmişti.
Tek tanrılı dinlerin mücadelesine, yöneticilerin zorbalığına ilahi
standartlarla karşı gelme mücadelesi de denebilir. Fakat sonradan
İslamiyette saltanat baskısı, Hıristiyanlıkta kilise baskısı zorbalığın
el değiştirmesine neden oldu. 19. Yüzyılda dünyada özgürlük rüzgarları
esmeye başladı. Beşeriyet artık herkesin kendini özgür hissedeceği bir
yöntem bulmalıydı. Meşrutiyet, cumhuriyet, demokratik cumhuriyet,
özgürlük-adalet dengesinin geliştiği bir çizgiydi. Despotizmin diyalogu
kesmesi sonucunda insanları yalan söylemeye ve iki yüzlü davranmaya
itmesi en birinci özelliği olarak dikkat çeker. Çocuklarda var olan
savunma yalanları baskıcılık devam ederse kişilik haline dönüşür.
İletişime açık ortamlarda gücü elinde bulunduran doğru ve adil olma
kaygısı taşıyorsa ve bu güveni veriyorsa insanlar yalan söylemek zorunda
kalmazlar.
Despotizmin
ikinci özelliği hukuksuzluğu teşvik eder. Emreden devleti hizmet eden
devletten daha önce görür. Yöneticilerin keyfi davranışları ve adil
olmayan tutumları “Devletin âli menfaati için hukuk rafa kaldırılabilir”
gerekçesine dayanır. Adil olmayan yöneticiler kendi önceliklerini ve
politik gündemlerini kurumun başarısından önce tutarlar. Kayrılanların
ve dokunulmazların olduğu sistemler kast sistemleridir. Bazı mesleklerde
kast sistemi görev esnasında gereklidir. Askerlikte subaylar,
astsubaylar, erler ve siviller, hastanelerde doktorlar, hemşireler,
yöneticiler gibi statü kategorileri dokunulmazlık ve kayrılmışlık
getirmedikçe işleri kolaylaştırır. Ancak subaylar veya doktorlar görev
dışı yaşamda statü kategorilerini devam ettirirlerse “de facto”
sınırları belirler. Böylece güçlü olanın sosyal ihtiyaçları ön plana
çıkar. Sosyal ve politik ihtiyaçlar güçlü olanın önceliklerini korumayı
önemsediği için adil paylaşım bozulur. İtirazlara karşı baskıcılık daha
da artar.
Despotizmin
üçüncü sonucu kurum içi kavgayı artırmasıdır. İnsanlar “de facto”
sonucu kamplara ayrılır, yerel kahramanlar çıkar. Onun etrafında
gruplaşmalar olur. Derin farklılıkları ifade yerel kahramanları dinamik
bir gerilim oluştururlar. Dinamik gerilimi, üst yönetici politik çıkarı
için kullanabilir. Ama mağdur olanlar belli bir birikime ulaştığında
kavga çıkar, kurumun çıkarı baltalanır.
Despotizmin
dördüncü sonucu kaçınma tavrını artırmasıdır. Toplumun üretken olması
için kaçınma tutumu yerine başarı peşinde koşma tavrını göstermesi
gerekir. Kendisini güvende hisseden özgür bireyler düşünceyi
geliştirirler ve keşiflerde bulunurlar. Kaçınma davranışındaki
bireylerde savunma duygusu ön planda olduğu için entelektüel
enerjilerini korunmaya yöneltmişlerdir.
Despotizmin
beşinci sonucu politik körlük oluşturmasıdır. Bütünü göremezler ve
tehdit algılamaları bozulur. Toplumun sırlarını kaygılarını okuyamazlar.
Fildişi kulelerde yaşayan şişman, mutlu Romalılar bunun tipik bir
örneğidir. Baskıcı devletlerde yıkım aşamasında önceki şa’şaalı dönemler
aslında empatik olmayan yönetimleri gösterir.
Despotizmin
altıncı sonucu sadakatin zayıflamasıdır. Üst yönetimin baskıcılığı
yönetimlerde “havalecilik duygusu” uyandırır. Kafa yormayan, fikir
üretmeyen bireyler, yöneticiler üzerinde yılgınlık, moralsizlik,
amaçsızlık duyguları uyandırır. Yılgınlık sonucunda kurumsal sadakat ve
bağlılık zayıflar. İnanacak bir şeyleri olmayan toplumlarda depresif bir
çökkünlük ve yalnızlık yaşanır.
Despotizmin
yedinci sonucu statükoculuğu beslemesidir. Çalışırken emekli gibi
davranan yöneticileri biliriz. Bir zamanlar şirketi başarıya ulaştırmış
yöneticiler yeni kan, yeni fikir ve yeni yeteneklere kapalı iseler
yönetimin dümenine fazlasıyla sarılmayı tercih ederler. Böyle yaşlı
baskıcıların eklemlerindeki romatizma beyindeki romatizma ile paralel
gider.
Despotizmin
sekizinci sonucu tekelciliği teşvik etmesidir. Yukarıdan öğretilen
kutsallar tartışılmadığı için kendini yenilemeyen bireyler ortaya çıkar,
farklı fikirlere ve yeni fikirlere kapısını kapayan kurumlar eskimeye
başlarlar. Durmak, yıkılmadan bir önceki aşama olduğu için tekelcilik,
gelişimi yavaşlatır. Yeni çevre şartlarına uymayan dinazorların akıbeti
kendini yönetimde gösterir.
Despotizmin
dokuzuncu sonucu öğrenilmiş çaresizliği beslemesidir. Öğrenilmiş
çaresizlik bağımlılığı artırır. Bağımlılık kolaycılığa, kolaycılık
tembelliğe, tembellik de geriliğe neden olur. Tek kişilik orkestralarda
ekibiyle paylaşma ve ortak sorumluluk olmadığı için bir sonraki hareketi
düşünmeyen ve tahmin etmeyen üyeler proaktif olamazlar. Reaktif
üyelerle de iyi bir orkestra çıkmaz, gelişimi yavaşlamış orkestra yeni
beste üretemez ve yeni yorum yapamaz.
Despotizmin
onuncu sonucu mağduriyet hislerini yaşatmasıdır. Baskıcılık işbirliği
duygusunu ve birlik ruhunu zayıflatır. Nemelazım diyen bireyler
rahatından fedakarlık yapması gerektiğinde mağduriyet ve gücenme
hislerini yaşarlar. Sağlıklı yöneticilikte ilerleme uğruna fedakarlık
yapmak gerektiğinde gücenme hissi yerine akıbet hissi ön plana çıkar ve
paylaşılan bir duygu oluşur.
Despotizmin
on birinci sonucu takım ruhuna zarar verir ve barışçıl rekabeti
savaşcıl rekabete çevirir. Topluluk içi gruplaşmalar ve üst düzey
pozisyon için yarışmalar bilgileri paylaşmayı ve sonuçları takip etmeyi
engeller. Başarılı işbirliği ruhu olan bir takımda aynı amaç için benzer
hareket tarzını benimsemiş farklı insanların yardımlaşması, bilgileri
paylaşması, yapılanların sonuçları hakkında benzer kaygılarla takipçi
olmaları hedeflenir. Ama baskıcılığın baskın olduğu yönetimlerde
motivasyon ortak hedeflere değil bireysel hedeflere göre oluştuğu için
dayanıklı ilişki sınırları geliştirilemez. Ortaya çıkan çalışma modeli
iletişim halinde olması gereken kişilerde kutuplaşmaya neden olur. Kırık
hatların oluşması iletişimi koparır, konuşmayan gruplar kurumsal
enerjiyi tüketir.
Despotizmin
on ikinci sonucu da maskulen zehirlenmedir. Maganda psikozu da
denilebilir. Baskıcı kültürlerde saldırgan, rekabetçi, baskıcı, egemen
tutumlar ödüllendirilir. Bu tutumlar erkeksi tutumlardır. İşbirliği,
paylaşma, yardımlaşma gibi daha dişil değerler ihmal edilir. Erkeklerin
hakim olduğu askeri kurumlar, endüstri birimlerinde bu durum için
testosteren zehirlenmesi de denir. Cinsiyete dayalı kast sistemi sonucu
yenilik ve üretkenlik bastırılır. Yerel kahramanlar ve savaşçılar takım
ruhuna zarar verdikleri için aykırı fikirlerin ve zehirli düşüncelerin
ve sapkın grupların oluşması sonucunu doğurur. Organizmanın bölünmesi ve
yıkılması sonucuna sıklıkla rastlanır.
Despotizmin
on üçüncü sonucu da işler ters gittiğinde sistemin suçlanması ve
yıkılması sürecini tetiklemesidir. Baskıcılıkta yetkilerle birlikte
sorumluluklar da kartelleşmiştir. Tekelleşmiş ortamlarda halinden memnun
olmaya dayalı bir sistem vardır. Hata yapmamak doğru hareket
etmekten daha önemli hale gelir. Doğrular için risk almayan bireyler
pasif karşı çıkışlar ve tutumlar gösterir. Girişimde bulunma
bunları destekleme kapasitesi zayıflamış topluluklar konfor ve refaha
düşmüşlerdir. İşler yolunda gitmediğinde risk almak yerine sistemi
suçlamak genel eğilim şeklindedir. Çoğunluğun memnun olmadığı bir
sistemde dağılma sürecine girer.
Püriten Ahlak
Püriten
ahlaka sahip kişiler diğer insanlarda değersizlik, yetersizlik,
sindirilmişlik, eksiklik, suçluluk, hayal kırıklığı, hüsrana uğramışlık
gibi hisler uyandırırlar. Baskıcı, dominant, buyurgan, emredici,
hükmedici tutumları bu hissi uyandırır ve iletişimi zehirleyen bir etki
yapar. Demokrasilerin baskıcı kültür olan püriten kültüre bir tepki
olarak geliştiğini düşünürsek bu davranış biçimini iyi anlamamız
gerekir. Baskıcı olmayan kişiler vicdani iç görüye sahip kişilerdir.
Sosyal şartları fark ederler, hedeflere ulaşırken başkalarını
anlayabilirler. Anlaşmazlıkları azaltan, işbirliğini artıran, bağnazlık
ve kutuplaşmayı engelleyen demokrat kültür, adaleti yüceltir. Vicdani
adaletin olmadığı demokrat kültürde güçlüler zayıfları “de facto”
oluşturarak ezerler. Ortak vicdani değerleri olan demokrat kültürde ise
birlik içinde, birbirine değer verip paylaşan bireylerle ortak hedefler
doğrultusunda yaşam sürer.
Püritenler;
baskı, ceza, korkutma, tehdit ve sindirme gibi unsurları uygulayarak,
dünyayı doğru, adaletli, sevgi dolu yapmaya çalışırlar. Demokrasi
kültürünün Püriten ahlâka tepki olarak geliştiğini söyleyebiliriz.
Liberal yöntemleri saçma, aptalca ve vakit kaybı olarak gören bu
kültürel miras, gerçekte insanın içindeki kötücül güçlerin bir
aldatmasıyla gelişmiştir.
Püritenler
dar kafalıdırlar. Onlara göre kurallara uyanlar iyi, uymayanlar kötü
insanlardır. Her şeyi siyah beyaz kodlarında algılarlar. Gri rengi kabul
etmezler. Ahlâkî erdemleri yaşamanın, bizzat bir ödül olduğunu
düşünmezler. Her şeyi cennet ve cehennem ikilemi gibi katı ve esnek
olmayan kalıplara oturturlar. Eğer suç ve günahkârlık söz konusuysa,
kendilerini Tanrı’nın görevini yapma konumunda hissederler.
İddiacıdırlar,
çalışmayı ve başarıyı çok severler. Tedbirli davranmak tutkularıdır.
Her zaman doğru olanı yapmak isterler. Püriten kişiye göre hiçbir hata,
önemsiz değildir. Beklentileri daima yüksektir. Göğüslerine birkaç
madalya eklemek diğer bir tutkularıdır. Büyük püritenler, küçük
püritenleri madalya, makam ve rütbe ile çılgınca çalıştırır. Bu Püriten
eğer baskın kültüre mensup biri ise, diğer kültürleri yok etmekten zevk
alır. Bunların “Ya sev, ya terk et” tarzındaki şovenizmi
sloganlaştırdıkları görülür.
Silahları;
çok çalışmak, kurallara bağlılık, ayrıntılara önem vermek, hoşlanma
duygusunu ertelemek, gerekirse başka yaşama bırakmaktır.
Kişiliklerini
işleten en büyük mekanizma, yanlış bir şey yapmaktan ölesiye
korkmalarıdır. Onlara göre hiçbir hata önemsiz değildir. Her şeyi sıfır
hata ile isterler. Sadece kendileri için değil, diğer insanlar için de
hissederler. Ancak hatasız bir ortamda olduklarına inandıklarında
kendilerini güvende hissederler.
Püriten
kişi toplumdaki tatsız, can sıkıcı işleri başarı ile halleder. Bu kişi
birinci adam olursa, vay onun yanında çalışanların haline demek
gerekecektir. İkinci adam olurlarsa büyük bir boşluğu doldururlar.
Püritenlerin Kontrol Duygusu
Püritenler
eğer yönetici iseler, ancak başkalarının yaşamını kontrol ederek
kaygılarından kurtulabildikleri için, son derece yıpratıcı ve yıkıcı
olurlar. Obsesif kişiler bir insanın ne yaptığını ve nasıl yaptığını
kontrol eder, onlar da mükemmeliyetçidir. Püriten kişi ise diğer
insanların ruhunu kontrol etmek ister. Başkalarının onu sevmek gibi bir
zorunluluğu vardır. Kendisini sevmeyen insanı kolayca düşman
kategorisine atabilir.
Sorumluluk
sahibi, akıllı, çalışkan fakat katı, esnek olmayan yapıları nedeniyle
kolayca öfkelenirler. Yakınlarına hayatı dar ederler. Doğru ve ateş gibi
yakıcı eleştirileri vardır.
Kötü bir
dünyada değeri bilinmemiş, başkalarının gevşekliği yüzünden bunalmış,
hayal kırıklığı içindeki insanın ruh hali ile hep kızgın ve
gergindirler. Kontrolü kaybetme duygusu onların öfkesini çok arttırır.
Başkasını onayladıklarında veya evet dediklerinde hata yapabilecekleri
korkusu içerisindedirler. Ne yapmanız gerektiğini size söyleme istekleri
en büyük tutkularıdır.
Toplumsal Etkisi
Geçtiğimiz
yüzyıllarda doğru, iyi ve güzeli topluma kabul ettirmek için baskıcı
yaklaşımlar bir yöntem olarak benimsendi.. Ancak günümüzde insanların
iyi, doğru, güzel olması yetmiyor. Özgürlük duyguları ve iletişim
teknolojisi, insanca yaşamak arzusunu ve iyiyi iyi şekilde yaşamak
duygusunu insanlarda pekiştirdi.
İnsanlar
çoğulculuğu, farklı kültürel mirası yaşamayı ve kültürel duyarlılığı
önemsiyorlar. Toplumsal barışın sağlanması için farklı düşüncelerin
ifadesine fırsat vermek gerekmektedir. Birilerinin çıkıp “sizin
iyiliğiniz ve toplumun iyiliği için” diyerek bize ızdırap
çektiremeyecekleri bir dünyada yaşıyoruz artık.
Baskıcı Yöneticilere Nasıl Davranılmalı?
Adalet
ve güzellik, kendilerini hak edenlerden çok almasını bilenlere
verilmektedir. Hakkını aramasını bilmeyen insan, o hakka layık değildir.
Hak arama bilinci, baskıcı yöneticilere karşı en büyük çözümdür.
İnsanlar haklarını aramazlarsa, o ülkeyi yönetenlerin baskıcı olması
içgüdüsel bir gidiş olacaktır. Çünkü insan doğuştan adil ve iyi
değildir. Birilerinin duygularımızı dengelemesi ve ayna işlevi görmesi
gerekir. Bunun için demokrasilerde muhalefet ve hak arama çabası
desteklenmiştir. Hatta sivil toplum örgütlerinin hükümetlerin sadece
katılımcısı değil ortağı olması, yönetenlerin sorgulanması Habitat II
toplantılarında karar altına alınmıştır.
Püriten
ahlâk sahibi yöneticilerden hiçbir zaman tam not beklenilmeyeceğini
bilmek gerekir. Küserek sonuç alamazsınız. Sizi o zaman yetersiz olarak
algılar ve önemsememeye devam ederler. İsyan etmek de faydasızdır. Bu
defa haklıyken haksız duruma düşersiniz. Fakat incindiğinizi
söylemelisiniz. Bir kişi bile olsa doğruyu doğru şekilde söyleyen
kişiye, yönetici Püritenler saygı duyarlar.
Öfkeli
davranışlar, baskıcı ahlâktaki kişi tarafından kendisine yöneltilmiş
haksız bir saldırı ve hakaret olarak algılandığı için onlarla kararlı ve
tutarlı bir diyalog, uzlaşmacı yaklaşım daha doğru olacaktır.
Püriten
ahlâktaki kişiler, diğer insanlardan daha doğru, daha iyi ve
başarılıdırlar. Bunu kabul edip takdir edin. Ama kullandıkları yöntemin
çağdışı olduğunu, önceliklerinin yanlış olduğunu açık ve dürüstçe ifade
edin.
Kendilerini
en vatansever, en çalışkan, en disiplinli gören bir yöneticinin,
kullandığı yöntemler konusunda kendisiyle yüzleşmesini sağlamak gerekir.
İnsanların davranışlarını düzeltmek ve toplum mühendisliği için ceza
vermek ve yasaklamalar koymak korkunç bir stratejidir. İnsanlarda
cezadan kurtulma içgüdüsü vardır. İnsan köpek gibi ceza ve otoriteyle
değil, kedi gibi başının okşanmasıyla daha iyi ve kalıcı eğitilir. Merak
duygusu insanda sansürlü şeylere kolay yönelir. Görmesine izin
verilmeyeni daha çok görme arzusu duyar. Cezaya misilleme yapma, özgür
yapıdaki insanlarda olan bir güdüdür. Özellikle haksız olduğuna
inanıyorsa...
Püriten ahlâkta olan
insanlara, yanlış ve günahla mücadele biçimlerinin yanlış ve günahı
arttırdığı, psikoloji bilimi ölçekleri ile anlatılmalıdır. Ancak bu
şekilde baskıcı kültür, yerini demokrat kültüre bırakır. Tabii bu da
yavaş yavaş olacaktır. Kültürel değişim hiç aceleye gelmez.
1900’lü yıllarda “İstibdat” Tarifi
Bediüzzaman
“İstibdat tahakkümdür, muamele-i keyfiyedir, kuvvete istinat ile
cebirdir, …. zulmün temelidir, insaniyetin mahvedicisidir … Mutezile,
Cebriye, Mürcie gib dalalet fırkalarını tevlid eder…., İslamiyeti
zehirlendirendir” demektedir. Münazarat’ın 22 sahifesinde devamla siyasi
istibdadın çocuğu ve taklidin babası olarak ilmi istibdadı
sorgulamıştır. Taklitten ilmi baskıcılık, ilmi baskıcılıktan da siyasi
baskıcılığın ortaya çıkmasını savunması ilginç bir akıl yürütmedir.
Taklit
duygusu özgüven eksikliğinden oluşur. Özgüvende geri kalmışlık,
tembellik, danışma eksikliği, kavgacılık, nemelazımcılık, doğruluğun
zayıflaması, bencillik, çıkarcılık, acımasızlık, sahtecilik gibi
karanlık değerlerin yaşandığı ortamda korku artar. Korkunun arttığı
ortamda özgüven azalır. Kolay bir yol olan taklide sığınılır. Doğruların
peşinden gitmek risk almayı gerektirir. Çünkü çevre kötülüklerle
doludur. Üniversite, fikrini zorla kabul ettirmeye başlar, farklı
fikirleri konuşturmazsa bilimsel istibdat başlar. Resmi ideolojinin
sözcüsü olmak üniversiteler için en tehlikeli seçenektir. Gelişmeyi
durdurma ve bölünme ve sistemin dağılma serüvenini hızlandırır.
Önce Teşhis
“Hükümet
hekim gibidir, millet hastadır… tanımadığım bir hastalığa, görmediğim
bir hastaya gönderdiğim reçetesiz, mizansız bir ilacı kullanan şifa mı
bulur, ölür mü?” metaforunu kullanarak padişahın İstanbul’da oturarak
hastalıkları teşhis etmeden Hamidiye alayları ile sorunları çözmeye
çalışmasını doğru bulmamıştır. Meşrutiyetin teşhis ve tedavi
biçiminin daha doğru olduğunu savunmuştur. Uyanmış milliyetçilik
fikrinin adalet, insan sevgisi ve muhabbeti ile mecz olmasını, hem ilaç
değerinde olduğunu savunmuştur. (Münazarat 26)
“Bir millet cehaletle hukukunu bilmezse ehl-i hamiyeti dahi müstebit eder.”
“Meşrutiyetin
sırrı kuvvet kanundadır, şahıs hiçtir. İstibdadın esası kuvvet şahısta
olur, kanunu kendi keyfine tayin edebilir, hak kuvvetin mağlubu.”
Onların
sizi mağlup ettikleri silah ile, yani akıl ile, fikri milliyetle,
meyl-i terakki ile, temayül-ü adalet ile mağlup edebilirsiniz.”
“Meşrutiyet doğru olursa kaymakam ve reis değiller, belki ücretli hizmetkarlardır.” (Münazarat 79)
AMAÇ ADALETSE YÖNTEM NEDİR?
Asr-ı
saadette Hz. Peygamberin (as) yönetim tarifi yapmaması ve halife
bırakmaması ne anlama geliyor? İlahi hedef adalet olduğuna göre yöntem
insanlara mı bırakıldı? Bu çağın yöntemi meşrutiyet veya demokrasi
olabilir mi? Bediüzzaman’ın 100 yıl önce ısrarlı bir şekilde
meşrutiyet-i meşrua’dan, Kur’anın istibdada müsait olmadığından
bahsetmesi ve hürriyetin asıl olduğuna vurgu yapması oldukça ilginçtir.
Demokrasinin
temelini, halkın kendi geleceğini kendisinin tayin etmesi oluşturur.
Özgürlükçülük, çoğulculuk, katılımcılık genel ilkelerdir.
Adaletin
olmadığı yerde korku artar güven azalır, öç alma isteği, düşmanlık
duyguları yükselir, barış ve dostluk duyguları zayıflar. Hangi yöntem kullanılırsa günümüzde adalet sağlanır?
Ortaçağın despotizmi din adına bile olsa adaleti sağlayamıyor. İletişim
çağında korkutarak insanları yönetmek mümkün değil. Özgürlüğü tatmış
insaniyet din adına bile olsa artık susturulamaz. Münafıklığa götürecek
baskının ne kadar dinin anlaşılmasına ve yaşanmasına faydası olacak.
Korku ve baskı ile dinin ritüellerini yapan insanlar ne kadar tecrit
içinde tutulabilecekler. Çağın yöntemi açıklık, özgürlük, ikna ve inandırmaya dayalı işbirliği sağlayabilmedir.
Böylece kutuplaşma, çatışma, bağnazlık ortadan kalkar. Kendi fikrine
güvenen insanın, baskı ve tehditle sonuç almasına ihtiyaç yoktur. Kendi
değerlerine inanan insan tartışmadan korkmaz, fikrine güvenen insan zora
başvurmaz. Diyalog kapısının açık olması özgürlük ve çoğulculukla
mümkündür. Farklı düşünenlere tolerans gösteremeyenler, fikrini
savunmaktan aciz olanlardır. Her meselesi akla dayanan Kur’anı
savunanlar neden serbest tartışmadan rahatsız olsunlar. Eğer her şey
özgürce tartışıldığı halde toplumun çoğunluğu Kur’ani değerleri
benimsemiyorsa zorla benimsetmek gerekir diye Kur’ani bir hüküm var
mıdır? Tam tersi dinde zorlama yoktur.
Cumhuriyet,
egemenliğin halka ait olduğu bir hükümet biçimi. Cumhuriyet
seçkinlerden oluşan elitist aristokrat bir grubun elinde ise
aristokratik cumhuriyet; halkın egemenliğine dayalı ise demokratik bir
cumhuriyettir.
İSLAMİYET ve DEMOKRASİ ARASINDA DOKU UYUŞMAZLIĞI VAR MI?
Bediüzzaman
zamanın İslam alimleri içerisinde meşrutiyet-i meşrua olarak halkın
temsilciler aracılığı ile egemenliği elinde bulundurduğu 2. Meşrutiyeti
şiddetle savunmuştur. Cumhuriyet döneminde isim ve resimden ibaret
olmayan tam adalet, gerçek hürriyet manayı dindar reisicumhur tarifi
yapması Şualar isimli eserin 14. Şua’sında açıkça beyan edilmektedir.
Ra’d
suresi 11. ayette “bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah
onların durumunu değiştirmez.” Şura suresi 38. Ayette “Onlar
meselelerini aralarında istişare ederler” gibi ayetler ve “Nasılsanız
öyle idare edilirsiniz” hadis-i şerifi insanları zorla müslüman
yapmaktan men eder. “Dinde zorlama yoktur” ayeti doğru yorumlanırsa
İslam dininin demokratik cumhuriyet yönetimi ile doku uyuşmazlığı içinde
olmadığı tezinin Bediüzzaman tarafından savunulduğunu söylemek yanlış
olmayacaktır.
Sonuç
olarak, Bediüzzamanın adaleti kişinin iç dünyasında ilim çevrelerinde
ve insanlarla ilişkilerinde ve halkın temsilciler aracılığı ile kendini
yönetmesi tezinde hem değer olarak hem de yöntem olarak savunmuştur.
Özgürlükçülük, çoğulculuk, katılımcılık gibi temel demokratik değerleri
eserlerinde ısrarla vurgulamıştır. Günümüzde bu değerleri savunanlara
din adına kafir diyen ve kanları helaldir diyenlerin varlığı düşünülürse
Bediüzaman’ın çağımızın bir fırsatı olduğu anlaşılır.
Makale Yazarı:
Prof. Dr. Nevzat TARHAN İnsani Değerler ve Ruh Sağlığı Vakfı Başkanı- Psikiyatri Uzmanı
PROF. DR. NEVZAT TARHANMerzifon’da 1952 yılında doğdu. 1969 yılında Kuleli Askerî Lisesini, 1975 yılında İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesini bitirdi. GATA stajı, Kıbrıs ve Bursa kıt’a hizmetinden sonra 1982 yılında GATA’da psikiyatri uzmanı oldu. Erzincan ve Çorlu’da hastahane hekimliği sonunda GATA Haydarpaşa’da yardımcı doçent (1988) ve doçent (1990) oldu. Klinik direktörlüğü yaptı. Albaylığa (1993) ve profesörlüğe (1996) yükseldi. 1996-1999 yılları arasında Yüzüncü Yıl Üniversitesinde öğretim üyeliği ve Adlî Tıp Kurumunda bilirkişilik yaptı. Kendi isteğiyle emekli oldu. Hâlen Memory Center isimli nöropsikiyatri merkezinin yöneticiliğini ve İnsanî Değerler ve Ruh Sağlığı Vakfının (İDER) başkanlığını yapmaktadır.1989 yılında “stres”, 1991 yılında “psikofarmakolojide yenilikler”, 1992 yılında “saldırganlık”, 1993 yılında “serotonin” konularında Türkiye’de ilk defa uluslar arası katılımlı sempozyumlar düzenledi. Altı yıl boyunca “Psikofarmakoloji” dergisinin editörlüğünü yaptı. “Sleep and Hypnosis” dergisinin yayın kurulunda yer aldı. 1991 yılında Hollanda’da “Destructive Drives and Impulse Control” konulu uluslar arası kongrede “en iyi araştırmacı” ödülü aldı.New York Academy of Science, New York Academia Psiychiatrie Foundation, Internatıonal Psychogeriatric Association, EEG and Clinical Neuroscience Society (ECNS), International Society for Neuroimagingn Psychiatry (ISNIP) ve National Geografic Society adlı uluslar arası derneklerde aktif üyedir. Otuz biri uluslar arası olmak üzere 100’ün üzerinde yayını vardır.İngilizce ve Almanca bilmektedir. Evli ve iki çocuk babasıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder