İslam Devletinin İlk Anayasası:
Medine Vesikası
The First
Constitution of Islamic State: Medinah Document
Prof. Dr. Musa
K. YILMAZ
Harran
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.
İslam
Tarihinde İlk Yazılı Anayasa:
Hz.
Peygamber (s.a.v), Medine’ye varır varmaz ilk olarak yaptığı işlerden biri,
Medine ve çevresinde yaşayan ve birbirine düşman olan unsurlardan, barış içinde
yaşayan, düzenli bir cemaat oluşturmak olmuştu. Deyim yerindeyse, Resulüllah
(s.a.v) bu çalışmasıyla, kendisinin başkanı olduğu bir şehir devletini kurmak
istemişti. Bu amacını gerçekleştirmek için Hz. Peygamber (s.a.v) Enes b.
Malik’in evinde,1 Müslümanların hak ve sorumluluklarını, ayrıca
başta Yahudiler olmak üzere Medine’de yaşayan herkesin hak ve sorumluluklarını
ihtiva eden bir anayasa, aynı zamanda sözleşme niteliğinde olan bir beyanname
yayınlamıştı. Hz. Peygamber’in (s.a.v) Medine’ye teşrifinden oldukça rahatsız
olan Yahudiler, insanî açıdan en ufak detayı bile ihmal etmeyen ve karşı çıkılması
imkânsız böyle bir olumlu hareket karşısında çaresiz kaldılar. Bu yüzden bazı
Yahudi kabilelerinin katılımı geç olmuş olsa bile, Yahudiler genellikle
sözleşmeyi memnunlukla kabul etmek zorunda kaldılar. İbnu Hişam’ın Siyer’inde
aynen yazılı bulunan bu vesika Hz. Peygamber’in gerçek büyüklüğünü ve bütün
dönemlere hâkim olan dehasını açıkça göstermektedir.2
Medine
vesikasına dikkatle baktığımız zaman Hz. Muhammed’in (s.a.v) Allah’ın kendisine
öğrettiği siyaset ile insanlığın temel sorunlarını çözecek esasları ve insanî
değerleri asla göz ardı etmeyen bir anayasa hazırladığını görüyoruz. Bu yüzden
denilebilir ki, Allah’ın elçisi Hz. Muhammed (s.a.v) aynı zamanda insanlığa
hizmeti ve güvenliği esas alan bir devlet kurmayı başaran ve sosyal bir toplum
meydana getiren benzersiz ve güçlü bir devlet adamıydı. Vicdan özgürlüğünü esas
alan ve dünyanın ilk anayasalarından biri sayılan bu ilk metinde Resulüllah
(s.a.v) şöyle buyurdu:
“Bismillahırrahmanirrahim,
Resulüllah Muhammed tarafından verilen bu antlaşmayla Kureyş ve Yesrib
Müslümanları ile onlarla müşterek bir davada olup herhangi bir köke mensup olan
insanların tümü bir tek ümmet olmuştur.” Bu girişten sonra birçok kavim ve
kabile tarafından verilecek diyetlerle Müslümanların kendi aralarında yerine
getirecekleri özel görevler açıklanmıştır.
Devletin iç
idaresine ait bir kaç satırdan sonra bu olağanüstü vesikanın bir yerinde şöyle
denilmiştir: “Bu antlaşmayı kabul edenler arasında vaki olabilecek bütün
anlaşmazlıklar Allah’a ve O’nun Resulü’ne takdim edilecektir.” Bu madde
anayasanın en önemli maddelerinden birisidir. Çünkü bu madde, tüm yetki ve
sorumluluğun Allah’ın elçisinde olduğunu açıkça ifade eder. Bu anayasa ile
Arapların terörle karışık geleneklerine kesin bir darbe indirilmişti. Araplar o
güne kadar bir zarar veya felakete maruz kalanların intikamını alma işini
kabile ya da ailenin gücüne bırakmışlardı. Hz. Peygamber (s.a.v) bu vesikayı
yayınlamakla ümmetin en büyük hâkimi durumuna geldiği gibi, ilk kez sorunları
hukukla çözülen bir devletin başkanı da olmuştu.
A- Vesikada
Yer Alan Kavramlar:
1-Müslümanlar:
“Müslüman”
ifadesinden, Mekke’den hicret eden Muhacirler ile onlara kucak açan ve onlara
yardım eden Medineli Ensar anlaşılmaktadır. Bu iki grup hiç şüphesiz İslam’ın
rükünleriydi. Bunların Hz. Peygamber’e (s.a.v) bağlılıkları sonsuzdu.
Muhacirler, evlerini ve yurtlarını terk etmişler, bütün Arap geleneklerine
aykırı bir şekilde dinleri uğruna akrabalık bağlarını çiğnemiş olan bu değerli
insanlar tüm zahmet ve meşakkatlere göğüs gererek sırf Allah rızası için her
türlü tehditlere karşı koymuşlardı. Medine-i Münevvere’deki Müslümanlar da bu
din kardeşlerine kucak açmışlar, onların fakirlerine mal-mülk vererek diğer
ihtiyaçlarını da temin etmişlerdi. Bu Müslümanlara “Ensar” denmiştir. İslam’ın
kurduğu din kardeşliği bir takım çekememezliklerin ortaya çıkmasına engel
olduğu gibi Allah ve Resulü uğrunda en büyük fedakârlığı seçmek konusunda
Muhacirler ile Ensar arasında bir fazilet yarışının doğmasına da vesile
olmuştu. Erkek ve kadın Müslümanların bu yeni uyanış yolunda gösterdikleri
büyük arzu ve kaynaşma, hayatlarını feda edebilecek kadar duydukları heyecan,
dünyada benzeri görülmemiş bir olaydı.
2- Medineli
Araplar:
Medine’deki
ikinci grup henüz Müslüman olmamış putperest Araplardı. Medine’de, Evs ve Hazrec
olmak üzere başlıca iki Arap kabilesi vardı. Bu iki kabilenin de kolları ve
şubeleri vardı. Evs ile Hazrec, Harise b. S’alebe’nin iki oğlu olup anneleri
Kayle bint Cefne’den dolayı Araplar arasında bunlara “Beni Kayle” de
denilmektedir. Kahtanî’lerden olup asıl vatanları Yemen’dir. Seylü’l-‘Arim
denilen sel felaketinden sonra kuzeye gelmişler. Daha sonra Evs ile Hazrec’in
babaları olan S’alebe Yesrib’e yerleşti (M. 492). Burada bir müddet Yahudilere
bağlı olarak yaşayıp onların baskısına maruz kaldılar. Daha sonraları
Gassanilerin desteğiyle Yahudilere karşı bağımsızlıklarını kazandılar. Fakat
yine de Yahudiler Evs ve Hazrec kabilelerini birbirine düşürmeyi başardılar.3
Bu yüzden cahiliye döneminde aralarında çok savaşlar çıkmıştır. Ancak Hz.
Peygamber’in (s.a.v) Medine’ye teşrifinden itibaren bu iki kabile arasındaki
ihtilaf da sona ermişti. Ne var ki, bu iki kabilenin tümü Müslüman olmuş
değildi. Hatta Evs ve Hazrec’ten Yahudi olanlar bile vardı.
3-Yahudiler:
Üçüncü grubu
oluşturan Yahudiler de Medine’nin sakinleri arasında yer alıyorlardı. Aslında
Yahudiler Müslümanlar için büyük bir tehlike unsuru sayılıyordu. Zira
Yahudilerin Mekkeli Kureyş kabilesi ile sıkı ticaret ilişkileri vardı. Ayrıca
İslam dinine düşman olan herkesle kolayca ittifak edebiliyorlardı. Bunlar
önceleri Hz. Peygamber’in (s.a.v.) vaazlarını hoşgörü ile karşılamışlardı.
Fakat “Beklenen Mesih” olarak görmek istedikleri Hz. Peygamber’i sonunda
“Beklenen Mesih” olarak kabul etmemişlerdi. Yahudiler, Hz. Peygamber’i (s.a.v)
hayalci ve uydurmacı bir vaiz sanarak ona iltifat etmek istememişlerdi. Hatta
kolay yutulacak bir lokma diye eski düşmanları olan Evs ve Hazrec’in başına
geçen Hz. Muhammed’le (s.a.v) işbirliği yapabileceklerini düşünerek Arabistan’ı
fethetmek ve yeni bir Yahudi devletini kurmak için büyük bir ümide
kapılmışlardı. Onlar bu ümitle Medine halkının Hz. Peygamber için
tertipledikleri karşılama törenlerine katılmışlardı. Yahudiler bir müddet Hz.
Peygamber’e (s.a.v.) karşı bir barış çizgisi takip etmişlerdi. Fakat bir ay
geçmeden, kendilerine gönderilen peygamberi çarmıha geren eski isyancı
ruhlarıyla hareket ederek açık saldırılar ve gizli su-i kastler tertip etmeye
başladılar.
4-
Sahife-Kitab:
Medine
Vesikasının 1. maddesinde yer alan ifade,4 yasanın kendi kendisini
“Kitab” şeklinde tanıttığını göstermektedir. İfade şöyle: “Bu kitap (yazı)
Peygamber Muhammed tarafından Kureyşli ve Yesribli müminler ve Müslümanlar ve
bunlara tabi olanlarla, yine onlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla
beraber cihad edenler için (olmak üzere tanzim edilmiştir).” Bundan başka
vesikanın ileriki maddelerinde yasa, sekiz yerde kendisini “Sahife” olarak da
tanımlamaktadır.
5- Ümmet:
Anayasanın
1. maddesi, düzenli bir İslam topluluğunu meydana getirmeye yönelik ifadeler
taşımaktadır. Bu toplumun, Muhacirler, Ensar ve bir savaş durumunda
Müslümanlarla birlikte saldırgana karşı koymayı kabul eden gayri Müslimlerden
meydana geleceğinin işaretini vermektedir. Anayasada ayrıca bu vasıfları
taşıyan bir topluluk, diğer insanlardan ayrı özelliklere sahip olduğu için 2.
maddede, “İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet (camia) teşkil ederler”
şeklinde, “Ümmet” gibi daha seçkin bir kavramla ifade edilmiştir.
B- İçerik:
Medine
vesikası 47 madde gibi kısa sayılacak bir metin olmakla beraber içerik bakımından
toplumun her türlü ihtiyacına temas eden ve bütün sorunları çözme istidadında
olan bir sözleşmedir. Ana konuları itibariyle metinde şu konular ağırlık
kazanmıştır:
1-Adalet:
Medine
Anayasasının birçok maddesinde herkese eşit bir şekilde adalet götürülmesi
açıkça öngörülmektedir. Aslında Medine Anayasası, adaletle hükmetme ve adlî
işlerin idaresi konusunda gerçek bir inkılâp yapmıştır, denilebilir. Çünkü
adaletle hükmetme konusunda yetkiler tamamen şahıslardan alınmış ve merkezî
otoriteye bırakılmıştır. Hatta kendi kabilesi, ailesi yahut akrabası bile olsa,
her suçlunun cezalandırılması ve her mağdurun merkezî otorite tarafından
gözetilmesi esasa bağlanmıştır. Vesikanın 13. maddesinde: “Takva sahibi
müminler kendi aralarında saldırgana ve haksız bir fiil yapmayı tasarlayan, bir
cürüm, bir haksız tecavüz yahut müminler arasında bir karışıklık çıkarmayı
düşünen kimseye karşı olacaklar ve bu kimse müminlerden birinin evladı bile
olsa hepsinin elleri onun aleyhinde kalkacaktır” denilmektedir. Bu maddeye göre
bütün müminler suç işleyen bir kimseye karşı merkezî otoriteye yardım etmekle
mükelleftirler.
Denilebilir
ki, Yahudileri bu topluluğa girmeye ikna eden tek şey, adaletin dağıtılması
konusunda herkesin eşit muamele görecek olmasıdır. Vesikanın 16. maddesi bu
konuda açıktır: “Yahudilerden bize tabi olanlar, zulme uğramaksızın ve onlara
muarız olanlarla yardımlaşmaksızın yardım ve muzaheretimize hak
kazanacaklardır.” Vesikanın 22. maddesi, “Allah’a ve ahiret gününe inanan bir
müminin bir katili himaye edip ona eman vermesi helal değildir” şeklinde
özetlenebilir. Buna göre suçluyu himaye etmek otoritenin nazarında suç
sayıldığı gibi, ahirette de cezası büyük olan bir günahtır.
Vesikanın
23. maddesinde, kim olursa olsun, aralarında ihtilaf çıkanların başvuracakları
tek merciin Allah olduğu, en yüksek hakemin de Allah’ın Resulü olduğu açıkça
ifade edilmiştir. Böylece vesika, herkes için ihtilaflı olayları çözme
makamının, şahsiyetler değil merkezî otorite olduğunu vurgulamaktadır.
Otoritenin kabile reislerinden alınıp bir merkeze tevdi edilmesi, adalet
duygusunun toplumda meydana getireceği rahatlama bakımından çok önemlidir.
2- Suçun
Şahsiliği:
Medine
Anayasasının birçok maddesinde suçun şahsiliği prensibine kuvvetli bir şekilde
vurgu yapılmıştır. 25/B maddesinde: “Kim ki haksız bir fiil irtikâp eder veya
bir cürüm işlerse o sadece kendisine ve aile efradına zarar vermiş olacaktır”
denilmektedir. Burada “…ve ailesine” kaydı, diyetin ödenmesi halinde ailenin
buna katkı sağlamakla yükümlü olduğuna yönelik bir uyarıdır. Yoksa katil olan
bir kimsenin ailesinin de cinayetle yargılanacağı anlamında değildir. Vesikanın
diğer bazı maddelerinde bu anlam desteklenmiştir. Nitekim 36/B maddesinde, “Bir
yaralamanın intikamını almak yasak edilmeyecektir. Muhakkak ki bir kimse bir
adam öldürecek olursa neticede kendisini ve aile efradını mesuliyet altına
sokar. Aksi halde haksızlık olacaktır. (Yani bu kurala uymayan bir kimse haksız
olacaktır). Allah bu yazıya en iyi şekilde riayet edenlerle beraberdir”
denilmektedir. Bu prensip, “Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir. Hiçbir
günahkâr başkasının günahını yüklenmez”5 ayetinin hükmü ile
paralellik arz etmektedir.
3- Sigorta:
Vesikada yer
alan birçok madde (3–12) harpte esir düşenlerin hürriyetlerine kavuşturulmaları
için kurtuluş akçesi (fidye-i necat) vermek, öldürme veya yaralama gibi
hallerde kısas yerine kan bedelini (diyet) ödeyebilmek için bir sosyal sigorta
kurumunu öngörmektedir. 12. maddede açıkça şöyle denilmektedir: “Müminler kendi
aralarında ağır mali mesuliyetler altında bulunan hiç kimseyi bu halde
bırakamayacaklar; fidye-i necat veya kan bedeli (diyet) gibi borçların iyi ve
makul olan esaslara göre vereceklerdir.” Yeni oluşturulan sosyal yapıda sadece
Müslümanların kendi aralarında birbirilerine yardım etmeleri değil, her kabile
diğer kabilelerin yardımına koşan ve onların mali ağırlıklarını paylaşan dinamik
bir statüye kavuşturulmuştur.
4-
Vatandaşlık ve Savunma:
İslam
anayasası, “Ümmet” veya “Müslüman Vatandaşlığı” mefhumunu öne çıkarmış, din,
dil, ırk ve renk farkı gözetmeksizin bu belgeye imza koyan herkesi eşit
vatandaş statüsünde kabul etmiştir. Vesikanın 20/B maddesinde şöyle
denilmiştir: “Hiçbir (Medineli) müşrik bir Kureyşlinin mal ve canını himayesi
altına alamaz ve hiçbir mümine bu hususta engel olamaz (Yani Kureyşliye
saldırmasına engel olamaz)”. Bilindiği gibi Müslümanlar Mekkeli müşriklerle (Kureyş
Kabilesi) savaş halindeydiler. Bu durumda Medine’deki müşrik vatandaşlar
Mekkeli müşrikleri himaye edip onlara yardım edemezlerdi.
Birlikte
savaşa katılacak olan vatandaşların savaş giderleriyle ilgili hükümler de ihmal
edilmemiştir. 24. maddede, “Yahudiler müminler gibi savaş devam ettiği sürece
savaş masraflarını kendileri karşılamak mecburiyetindedirler” denilmektedir.
Çünkü yapılan saldırı, aynı statüdeki vatandaşlık haklarına sahip olan
Müslümanları ve Yahudileri eşit derecede etkilemektedir. Saldırgan taraf, her
iki grubun vatanına saldırıda bulunmuştur. Dolayısıyla ne Müslümanlar Yahudiler
için, ne de Yahudiler Müslümanlar için savaşmaktadır. O halde herkes kendi
savaş giderlerini karşılamak zorundadır.
44. maddede
“Müslümanlar ve Yahudiler arasında, Yesribe saldıracak kimselere karşı
yardımlaşma yapılacaktır” denilmektedir. Çünkü eşit şekilde vatandaş oldukları
bir ülkeye bir düşman saldırısı olmuş ise, bu durumda vatandaşlar arasında
yardımlaşmanın olması kaçınılmazdır. 45. maddede vatandaşlık mefhumu daha
önemli bir netlik kazanıyor: “Yahudiler, Müslümanlar tarafından bir barış
anlaşması yapmaya davet edilirlerse iştirak edeceklerdir. Yahudiler de
Müslümanlara karşı aynı haklara sahip olacaklardır. Ancak din hususunda yapılan
savaşlar müstesnadır.” Bu madde her hususta eşit haklara sahip bir vatandaşlık
profilini çizmektedir.
Beni Nadir,
Beni Kurayza ve Beni Kaynuka adlı Yahudi kabileleri, Medine civarında
oturdukları halde ilk etapta, hicretin birinci yılında imzalanan bu antlaşmayı
kabul etmemişlerdi. Hatta Ebu Davud’un Süneninde yer alan bir rivayete göre6
bu anlaşma, Bedir savaşından sonra, yani hicretin ikinci yılında
gerçekleşmiştir. Gerçekten de Mekkeli müşrikler Bedir’de hiç beklemedikleri bir
yenilgiye uğrayınca bu yenilginin intikamını almak üzere yeni bir savaşın
hazırlıklarına başladılar. Yahudilerin önemli bir şairi olana K’ab b. Eşref de
onlara yardım etmek üzere Mekke’ye gitmişti. Hatta K’ab b. Eşref Medine’nin
üzerine saldırdıkları takdirde kendilerine yardım edeceği sözünü de vermişti.
Fakat K’ab bir grup Müslüman’ın kılıcıyla öldürüldü. K’ab’ın ölümü üzerine
Yahudiler korkuya kapılarak Müslümanlarla bir savunma anlaşmasına
yanaşmışlardı.7 Buradan yola çıkılarak Medine sözleşmesinin Bedir Savaşı’ndan
sonra yapılmış olabileceği ifade edilmiştir.
Esasen
Anayasanın Yahudilerle ilgili maddeleri, bir savunma savaşı esnasında
Yahudilerin yapmakla mükellef oldukları görevleri sıralamaktadır. Ancak
Müslümanların, sadece dışarıdan gelecek bir saldırıdan değil, aynı zamanda
Yahudilerin böyle bir saldırgana karşı besleyecekleri yakınlık ve sempatiden de
endişe edilmekteydi. Bu yüzden İslam anayasası vatan savunması ve iç emniyet
konularında barış anlaşmasının bölünmez bir bütünlük arz ettiğini, hiçbir müminin
diğer müminleri hariç tutarak bir barış anlaşması imzalayamayacağını 17. madde
ile teminat altına almıştır.8 Buna paralel olarak, savaşa katılan
bütün birliklerin sıra ile hizmete koşacakları ve askerlik hizmetinin tam bir
eşitlik altında herkes için mecburi olduğu (madde, 18) açıkça ifade edilmiştir.
Diğer taraftan, müminlerin birbirilerinin Allah yolunda akan kanlarının
intikamını almakla mükellef oldukları hususu anayasa ile güvence altına
alınmıştır. (Madde, 19)
Anayasanın
muhtelif maddelerinde, tüm vatandaşlara sorumluluk bilincini yüklemek ve onları
güvenlikten sorumlu tutmak amacıyla vurgular yapılmıştır. 45/B maddesinde ise
bu konu açık olarak: “Her bir zümre kendilerine ait mıntıkadan (gerek savunma
gerek sair ihtiyaçlar hususunda) sorumludur” şeklinde belirtilmiştir.
Kısacası
Yesrib şehri hicret-i Nebeviyeden sonra büyük bir stratejik önem kazanmıştı.
Medine, gerek Mekkelilerin Suriye’ye giden ticaret yolu üzerinde oluşu gerek
kuzeydeki Hayber bölgesinin Yemen’e giden ticaret yolunun üzerinde olması
hasebiyle askeri ve ekonomik öneme de sahipti. Yesribli yerli Müslümanların
daha önce Akabe bey’atlerinde Hz. Peygamber’le (s.a.v) yaptıkları anlaşmaya
göre, bütün dünyaya karşı savaşa yol açsa bile Muhacirleri korumaya söz
vermişlerdi. Bu anayasa ile Müslümanlar kadar olmasa da, Medine’de yaşayan
gayri Müslimler de savunma konusunda benzer sorumluluklar altına
sokulmuşlardır.
5-Medine
Şehir Devletinin Sınırları:
Bilindiği
gibi Medine ahalisi geniş bir ova üzerinde ve gelişi güzel bir şekilde yerleşmiş
bulunuyordu. Yahudi kabilelerin ekserisi kent dışında ve belli bölgelerde bir
arada yaşıyorlardı. Yine de Müslümanlarla müşrikler ve Yahudiler yan yana ve iç
içe yaşamaktaydılar. Yani bir Arap mahallesinde Yahudi, bir Yahudi mahallesinde
de Müslüman Arap yaşıyordu. Yahudiler Medine Sözleşmesiyle İslam topluluğuna
katılınca artık ülkenin sınırlarına işaretler koymanın zamanı gelmişti. Anayasa
metninde İslam ülkesi ile ilgili ifade Cevfü’l-Medine” (Medine’nin içi)
şeklindedir. 39. maddede, “Bu sahifenin gösterdiği kimseler lehine Yesrib
vadisi (cevfi) haram (mukaddes) bir yerdir” denilmektedir. Bu maddenin işaret
ettiği mana, çeşitli kabilelerin ikamet ettiği Medine ovası yahut vadisinin
tamamıdır.
O zamanki
İslam ülkesinin sınırları ile ilgili olarak kaynaklarda daha detaylı bilgiler
de bulunmaktadır. Nitekim Resulüllah’ın (s.a.v) Medineli sahabilerinden birisi
olan Cuşem b. Harise kabilesinden Raf’i b. Hadic’in şöyle dediği rivayet
edilmektedir: “Mervan b. el-Hakem bir hutbe irad etti. Hutbesinde Mekke’yi,
Mekke ahalisini ve Mekke’nin haramlığını zikretti de Medine’yi, Medine
ahalisini ve Medine’nin haram olduğundan söz etmedi. Bunun üzerine Raf’i b.
Hadic Mervan’a: ‘Bana ne oluyor ki, senden Mekke’yi, Mekke ahalisini ve
Mekke’nin haram oluşunu işitiyorum da Fakat Medine’yi, Medine ahalisini ve
Medine’nin haram olduğunu zikretmiyorsun? Hâlbuki Resulüllah (s.a.v) onun iki
kara taşlığı arasındaki bölgeyi haram kılmıştır. Bu husus, Havlan’da tabaklanan
bir deri parçası üzerinde yazılmış olarak yanımızda mevcuttur. Şayet istersen
onu sana okurum.’ 9
Medineli bir
sahabi olan Raf’i b. Hadic’in Medine’nin de Mekke gibi haram bir bölge olduğu
konusuna önem verdiği anlaşılmaktadır. Buhari’de yaralan bir başka habere göre
Resulüllah (s.a.v) K’ab b. Malik’i, kurulmuş bulunan Medine Şehir devletinin
ülke sınırlarını göstermek üzere çeşitli yerlere sınır taşları dikmek için
görevlendirmiştir. Tarih yazarı el-Matarî K’ab b. Malik’in anlatımını şöyle
nakleder: “Resulüllah (s.a.v) beni Medine’nin haram hudutlarını göstermek üzere
yüksek yerlere bir takım işaretler dikmek için görevlendirdi. Ben bu işaretleri
Zatü’l-Ceyş, Müşeyrib, Mahid tepeleri ile Hufeyya, el-‘Uşeyre ve Teym
yükseklikleri üzerine diktim.”10 Bu hadisten anlaşıldığına göre
Resulüllah (s.a.v) Medine harem bölgesinin sınırlarını doğu, batı, kuzey ve
güney istikametlerinde taşlarla belirlemiştir.
6-Din
Özgürlüğü ve Takva:
Anayasanın
25. Maddesinde “Yahudilerin dinleri kendilerine, Müslümanların dinleri de
kendilerinedir” denilerek modern anlamdaki din özgürlüğü dile getirilmiştir.
Denilebilir ki, bu madde gayri müslimlerin bir muhakeme serbestiyetine sahip
olacaklarını, yani Yahudilerin Tevrat’a göre muhakeme edileceklerini
öngörmektedir. Bu muhakeme sonucunda bile eğer ihtilaf devam edecek olursa
Resulüllah’a (s.a.v.) başvurulacağı açıktır. Çünkü 42. madde, üzerinde ihtilaf
edilen bir hukuki davanın çözümü hususunda Allah’a (Kur’an’a) ve Peygamber’e
müracaat edileceğini açıkça belirtmiştir. 11
Birçok
maddede ise “takva”ya vurgu yapılarak Allah korkusunun toplum hayatındaki
yerine işaret edilmiştir. 20. maddede, “Takva sahibi müminler, en iyi ve en
doğru yol üzerinde bulunurlar” denilerek adeta takva yasanın en temel maddesi
olarak kabul edilmiştir. Yine 13. maddede özetle şöyle denilmiştir: “Takva
sahibi müminler, kendi evlatları bile olsa suçlulara karşı olacaklar ve
suçluları asla korumayacaklardır.” Bu ifadeler takvanın, adalet duygusunun
temeli olduğunun en açık delilidir. Yine 36/B maddesinde “Allah bu yazıya en
iyi riayet edenlerle beraberdir” denilerek kanunlara itaatin, takvanın en üst
derecelerinden biri olduğuna işaret edilmiştir.
7-
Müslümanlara Yönelik Maddeler:
Anayasanın
birçok maddesi, malî konularda birbirilerine yardım etmekle mükellef bulunan
müminlere hitap ediyor. Muhacirlerle ilgili olan 3. maddede şöyle
denilmektedir: “Kureyş’ten olan Muhacirler, kendi aralarında adet olduğu
şekilde kan diyetlerini ödemeye iştirak ederler.” Yine 12. maddede,
“Müminler kendi aralarında ağır malî sorumluluklar altında bulunan hiç kimseyi
bu halde bırakmazlar” denilmektedir. Bu maddenin devamı sayılan 12/B ve 13.
maddelerinde de müminlerin malî problemlerinin çözümü yoluna gidilmiştir.
14. maddede,
hiçbir müminin, bir kâfir için mümin öldürecek kadar küfür ehline taraftar
olamayacağına vurgu yapmaktadır. Bu madde, müminlerin kiminle hangi düzeyde
dostluk kuracaklarını göstermesi bakımından önemlidir. 15. maddede ise
“Müminlerin diğer insanlardan ayrı olarak birbirinin mevlası (dostu, sahibi)
durumunda” oldukları ifade edilmiştir. Bu madde, “Sadece müminler kardeştirler.
O halde ihtilafa düşen kardeşlerinizin arasını düzeltin”12 ayetinin ifade
ettiği hükme uygundur. Bu ayet, dünyanın neresinde olursa olsun bütün
müminlerin kardeş olduğunu ve gerçek kardeşliğin ancak müminler arasında
olabileceğini ifade ediyor.
Yine 17.
maddede “Barışın tek ve bölünmez olduğu, hiçbir müminin, bir grup mümini hariç
tutarak kimse ile barış anlaşmasını yapamayacağı” anlatılmıştır. Buna göre
hiçbir mümin, mümin kardeşlerinin zararına olacak şekilde gayri müslimlerle bir
ittifak içine giremez. 22. maddede ise, “Allah’a ve ahiret gününe inanan bir
müminin bir suçluyu koruyamayacağı” ifade edilmiştir. Bu madde, adalet
duygusunu zayıflatacağı ve kamu vicdanını sarsacağı gerekçesiyle suçluyu
korumayı kesin olarak yasaklamıştır.
8- Yürürlük
Maddeleri:
Anayasa
metninin sonunda iki tane yürürlük maddesi yer almaktadır. 46. maddede, “Bu
sahifede gösterilen kimseler için ihdas edilen şartlar aynı şekilde Evs
Yahudilerine, yani onların Mevlalarına, bu sahifede gösterilen kimseler
tarafından sıkı ve tam bir muhafazakârlık ile tatbik olunur. Haksız şekilde
kazanç temin edenler sadece kendi nefsine zarar vermiş olurlar. Allah bu
sahifede gösterilen maddelere en doğru ve en mükemmel riayet edenlerle
beraberdir.” Bu madde özellikle sözleşmenin geçerliliğine ve yazılı naslara
uymanın erdemliğine işaret etmektedir.
47. madde
şöyledir: “Bu kitap, bir haksız fiil veya cürüm işleyen (ile ceza) arasına
giremez. Kim ki bir savaşa çıkar veya kim ki Medine’de kalırsa yine emniyet
içindedir. Haksız bir fiil veya cürüm işlenmesi halleri müstesnadır. Allah ve
Onun Resulü Muhammed himayelerini, (bu sahifeyi) tam bir sadakat ve dikkat
içinde muhafaza eden kimseler üzerinde tutacaklardır.” Anayasanın bu son
maddesi güvenliğin önemine işaret etmiştir. Ayrıca bir suç işlenmediği sürece
hiç kimsenin itham edilemeyeceğini, sadık vatandaşların otorite tarafında
birinci derecede himaye görmeyi hak ettiklerini vurgulamıştır. Bu madde,
Mecelle’nin bir temel kuralı olan “Beraet-i zimmet asıldır” ilkesine uygundur.
Sonuç
Bu sözleşme
bir şehir devleti için tasarlanan bir anayasa olmakla birlikte İslam’ın
evrensel kurallarını da içermektedir. Fakat özel anlamda, Medine’de yaşayan
topluluğun savunma, kanun koyma, yardımlaşma, adalet işleri ve savaş hukuku
gibi tüm temel ihtiyaçlarını karşılamıştır. Allah’ın elçisi Hz. Muhammed
(s.a.v) kurulan bu şehir devletinin başı durumundaydı. Sahabileri de
“yöneticiler zümresi” diye ifade edilebilen bir konumdaydılar.
Bazılarının
aklına gelebileceği gibi Resulüllah (s.a.v) lüks bir hayat sürmek ve kendisine
bağlı olanları daha müreffeh dünyevî bir hayata kavuşturmak için bir çaba
içinde değildi. Onun amacı insanların güvenliğini ve herkesin güven içinde
istediği yere seyahat etmesini sağlamak ve adaleti yaymaktı. Bu dönemde başta
Hz. Peygamber (s.a.v.) olmak üzere bütün Müslümanların hayat düzeyinin daha
zahidane ve mütevazı olmak mecburiyeti vardı. Çünkü kadın, erkek, genç, ihtiyar
her Müslüman günde beş vakit namaz kılmak zorundaydı. Mekke döneminde farz
olmayan oruç ibadeti Hicretin 2. yılında farz kılınmıştı. Müslümanlar yaz kış
demeden her yıl Ramazan ayında oruçlu olmak mecburiyetindeydiler. Ayrıca
varlıklı olan Müslümanlar fakir olan Müslümanlara zekat vermek zorundaydılar.
Her gün beş vakit namaz kılmak, yılda bir ay oruçlu olmak ve fakirleri
gözetlemekle yükümlü olan bir topluluğun hayatında lüks yaşam izlerini aramak
beyhudedir. Aslında bu sözleşme ile Müslümanların maddi ve manevi hayatları
dengelenmişti. Dolayısıyla Müslümanların lüks bir hayat sürmek gibi bir
talepleri zaten olamazdı.
Resulüllah’ın
(s.a.v) devlet başkanı olması, asayişi ve güvenliği sağlama ve toplumun
hayatını hukukî bir düzene sokması açısından önemlidir. Eğer böyle bir devlet
nizamı kurulmamış olsaydı, özellikle Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Medine’ye
teşrifinden sonra Medine sokakları ve çevresi tamamen güvensiz olacaktı.
Dipnotlar:
1- İbnu
Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, III, 222, 223, Beyrut, 1985.
2- Vesika
için bkz. İbni Hişam, Siret, II, 147; İbnu Kesir, el- Bidaye ve’n-Nihaye, III,
223.
3- TDV İslam
Ansiklopedisi, XI, 541, İst., 1995.
4- Türkçe
Metin İçin bk. Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, II, s. 206; YeniŞafak
Yayınları, Ankara, 2003.
5- En’am,
6/164.
6- Ebu
Davud, Sünen, 19/23.
7- Muhammed
Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 195, 196.
8- Geniş
bilgi için bk. Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 193.
9- Müslim,
Sahih, Hac, 457; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 141.
10- Muhammed
Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 195.
11- Salih
Tuğ, İslam Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, s. 46, İrfan Yayınevi, İst., 1969.
12- Hucurat,
49/10.
Öz
Bir
sözleşme, bir beyanname ve bir anayasa mahiyetindeki Medine vesikasına dikkatle
bakan herkes, Hz. Muhammed’in (s.a.v) bu belge ile insanlığın temel sorunlarını
çözecek esasları ve insanî değerleri asla göz ardı etmeyen bir anayasa
hazırladığını görecektir. Bu yüzden denilebilir ki, Allah’ın elçisi Hz.
Muhammed (s.a.v) aynı zamanda insanlığa hizmeti ve güvenliği esas alan bir
devlet kurmayı başaran ve sosyal bir toplum meydana getiren benzersiz ve güçlü
bir devlet adamıydı. Vicdan özgürlüğünü esas alan ve dünyanın ilk
anayasalarından biri sayılan bu ilk metinde Resulüllah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Bismillahırrahmanirrahim,
Resulüllah Muhammed tarafından verilen bu antlaşmayla Kureyş ve Yesrib
Müslümanları ile onlarla müşterek bir davada olup herhangi bir köke mensup olan
insanların tümü bir tek ümmet olmuştur.” Bu girişten sonra birçok kavim ve
kabile tarafından verilecek diyetlerle Müslümanların kendi aralarında yerine
getirecekleri özel görevler açıklanmıştır. Belki de vesikanın en önemli
maddesi, ihtilafların çözümü için Kur’an ve Hz. Peygamber’in tek çözüm mercii
olarak kabul edilmesidir. Çünkü bu madde ile Resulüllah (s.a.v) merkezî
otoritenin tek sahibi olarak gösterilmiştir.
Anahtar
Kelimeler: Sözleşme, Anayasa, vesika, Medine, Muhacir, Ensar, Yahudiler, Evs ve
Hazrec.
Abstract
Everyone who
analyse carefully the Medinah Document which is an agreement, a statement and a
constitution, can see that Prophet Muhammad (pbuh) had prepared a constitution
which is considering the humanitarian values and the solutions of the basic
problems of the humanity. For that reason, we can say that Allah's messenger
Prophet Muhammad (pbuh) was a unique and powerful stateman who had succeed to
establish a state predicated on serving to humanity and security and had
established a social community. Prophet Muhammad (pbuh) had said in that
statement predicated on freedom of conscience, which is considered as the first
constitution of the world:
"In the
name of God, the most Merciful the most Compassionate, With this statement
which is given by Prophet Muhammad, Kuraish and Yesrib Muslims and all the
people whoever related with them in any case, in any roots, all will be
considered as one community." After this introduction, the taxes which
will be given by many tribes and hordes and the special duties which Muslims
will apply among themselves had been explained. The most important article of
the statement was the decleration of Holy Qur'an and Prophet as the only
solution authority. Because with this article The Prophet (pbuh) had been
declared as the only owner of the central authority.
Keywords:
Agreement, Constitution, Statement, Medinah, Muhajeer, Ensar, Jewishes, Evs and
Hazrej
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder