Popüler Yayınlar

20 Ağustos 2013 Salı

Doğu-İslam dünyasında hal-i perişanın nedenleri üzerine bir kritik



12 Ağustos 2013


Doğu-İslam dünyasının özellikle son yüzyıllardaki perişan halinin ya da başka bir ifadeyle “Müslümanların geri kalmasının” gerçek temel nedenleri üzerine yoğunlaşıldığında; bu konuda, ilk bakışta birbiriyle çelişik ve karşıt gibi görünen, fakat derinlemesine irdelendiğinde aynı özü ve yanıtı içerdiği anlaşılabilecek olan iki klasik açıklama biçiminin varlığından söz edilebilir, bilindiği gibi.

Bu açıklama biçimlerinden birisine göre, doğu-İslam coğrafyasının ya da Müslüman dünyanın “geri kalmasının” temel nedeni “din”dir; yani İslam-doğu dünyası Müslümanlık / İslam dini yüzünden “geri kalmıştır”.

Diğer açıklama biçimi ise, görünürde tam tersi bir ifadeyle, Müslümanların ve doğu-İslam toplumlarının “dinden/İslamiyet'ten uzaklaştığı için” özellikle bu son yüzyıldan itibaren olumsuz konuma düştüğünü ileri sürmektedir.

Yukarıda işaret edildiği gibi, doğu-İslam dünyasının içinde bulunduğu olumsuz durumun temel nedenlerine ilişkin olarak getirilen bu iki açıklama biçimi, görünürde ve ilk bakışta birbirine tümüyle ters ve karşıt açıklamalar gibi ortaya çıksalar da, derinlemesine ve özlü bir irdelemeyle, aslında bu iki “karşıt” açıklamanın aynı temel özü ve anlamı barındırdığı ve bu yönüyle -paradoksal da olsa- özdeş açıklamalar olarak nitelendirilip değerlendirilebileceğini kavramak mümkündür.

Şöyle ki; İslam-doğu toplumlarının “din nedeniyle geri kaldığını” ileri süren açıklama biçiminin, bu bağlamda “din” kavramıyla kastettiği, kuşkusuz öz ve anlam olarak içi boşaltılmış ve kendini / başkalarını kandırıp avutmanın bir aracı haline getirilmiş ‘reel din algısı ve olgusundan' başka bir şey değildir.

Yine bunun gibi, doğu-İslam coğrafyasının / Müslüman toplumların “dinden/İslamiyet'ten uzaklaştığı için geri kaldığını” ileri süren açıklama biçimi de, gerçekte, dinin temel öz ve ruhunun dıştalandığını ve anlamsızlaştırıldığını, dinselliğin yalnızca ruhsuz ve özsüz bir kılıf / görüntüye büründürüldüğünü ve Müslümanların / İslam coğrafyasının bundan ötürü günümüzde olumsuz toplumsal yaşam biçimlerine tutsak kaldığı görüşünü içermektedir.

İlk bakışta ve görünürde karşıt anlamlı gibi duran bu iki açıklama biçimi sentezlenerek denilebilir ki, doğu-İslam dünyasının içinde bulunduğu olumsuzluğun temel nedeni, evet “din”dir ya da en azından “din” ile ilgilidir.

Hakikatte bir bireysel ve toplumsal kurtuluş / esenlik vesilesi olması gereken din ve dinsellik; temel öz, anlam ve ruh itibarıyla yok edilerek, zulmün, haksızlığın, sömürünün, zulme ve sömürüye karşı sessiz kalmanın vb. bir aracı haline getirilmiştir.

İSLAM TOPLUMLARINDA ADALET

Şimdi de biraz bu yok edilip anlamsızlaştırılan din/İslamiyet'in temel öz, anlam ve ruhunun ne olduğuna bakalım.

Konunun ayrıntılarına girmeden, kesin bir ifade olarak denebilir ki, din / İslamiyet'in maddi yaşam (“dünya hayatı”) açısından belirleyici olan en temel kriteri “adalet” kavramına / adaleti gözetmeye ilişkindir.

Din / İslamiyet'in insanın başkalarıyla ve çevresiyle olan ilişkileri açısından, toplumsal yaşam açısından, insancıl ve esenlikli bir dünyanın kurulabilmesi açısından, toplumsal ahlak ve hukuk açısından belirleyici olması gerektiğini vurguladığı en temel değer, ilke ve ölçüt “adalet”tir.

Din / İslamiyet'in diğer iki temel vurgusu olan inanç ve ibadet boyutları daha çok birey olarak insan ile Tanrı arasında yaşantılanırken; “adalet” vurgusu ise, hem bir birey olarak insan ile Tanrı ve hem de somut toplumsal yaşamla / “diğer insanlarla” ilgili ve geçerli olarak söz konusu bulunmaktadır.

Dolayısıyla “adalet” kavramının insanlar arası ilişkileri, insanın çevresiyle olan ilişkilerini, toplumsal yaşamı, toplumsal ahlak ve hukuku doğrudan ilgilendiren ve belirleyen boyutunun, insani ve evrensel bir özellik taşıması nedeniyle, sosyal bilimler ve özellikle hukuk açısından irdelenip açıklığa kavuşturulması çok büyük değer ve önem taşımaktadır.

Kuşkusuz “adalet” kavramına çok çeşitli açılardan / boyutlardan bakılabilir.

Eşitlik, özgürlük, toplumsal adalet, temel insan hakları vb. biçiminde belirginleşen ve günümüzde Evrensel Hukuk Değerleri ve İlkeleri dediğimiz ve tüm kadim insanlık kültürünün ürünü olan temel değer ve ilkeler, kuşkusuz, soyut adalet kavramının açılımı ve detayları olarak kabul edilmelidir.

Ne var ki özellikle İslam toplumlarının çok daha aşina olması gereken, çünkü / öyle ki her cuma günü cuma hutbesinde Müslümanlara hatırlatılması gelenekselleşmiş “Haberiniz olsun ki Allah, size adaleti, iyilik yapmayı ve akrabalara yardımda bulunmayı emrediyor; hayâsızlığı, kötülüğü ve azgınlığı yasaklıyor.

Dinleyip, anlayıp tutasınız diye size öğüt veriyor.” ayeti ile Müslümanların “entelektüel bilgilenmelerinin zirvesinde yüzen” adalet kavramına, yeniden ve tüm çıplaklığıyla bakabilmek gerekir. En doğal, net ve ilk temel anlamı itibarıyla, nedir adalet ve adaletli olmak?

“Adalet” kavramının en birincil/aşikâr/yalın anlamının “haksızlık / zulüm yapmamak, herkesin temel insani haklarını kabul ve teslim etmek” olduğunda hiçbir kuşku ve belirsizlik yoktur.

Bu noktada “adalet” kavramının” maddi” ve “manevi” olmak üzere iki temel boyutunun olduğunu belirtmek gerekir.

Adaletin maddi anlamdaki boyutu “maddi/ekonomik yaşam alanına ilişkin konularda haksızlık yapmama/herkesin hakkını kabul ve teslim etmeyi” içerirken; manevi anlamdaki boyutu ise “manevi / anlamsal / kültürel yaşam alanına ilişkin konularda haksızlık yapmama / herkesin hakkını kabul ve teslim etmeyi” kapsar.

Dolayısıyla siz eğer, aynı zamanda dini / İslami anlamdaki adalet kavramını bir temel değer olarak kabul ettiğinizi düşünüyorsanız; bu durumda birey / grup / topluluk / cemaat / toplum / ülke vb. bir süje olarak, yine hiçbir birey / grup / topluluk / cemaat / toplum / ülke vb. süjeye karşı, hem maddi/ekonomik anlam ve alanlarda ve hem de manevi / kültürel / inançsal anlam ve alanlarda olmak üzere “haksızlık yapmamak, hakkını kabul ve teslim etmek” tavrını göstermek zorundasınızdır.      

GERÇEK DİN, İDEOLOJİ ÜRETİMİ VE ÇATIŞMA

Son bir-iki yüzyıldan bu yana Batı emperyalizminin kendi çıkarlarını kollayıp artırmak amacıyla doğu-İslam coğrafyasını “böl-parçala-sömür” yaklaşımıyla perişan hale getirebilmesinin en önemli nedenlerinden birisi, doğu-İslam toplumlarının adalet kavramının bu iki boyutunu ve özellikle manevi/kültürel boyutunu dışlayan toplumsal tavırlar sergilemeleridir.

Farklı manevi/kültürel inanç yapıları yüzyıllarca aynı coğrafyada bir arada ve birbirine saygılı bir biçimde yaşayabilmişken -çünkü bu, yukarıda vurgulandığı gibi temel adalet değerinin manevi boyutunun gereğidir- son yüzyıllarda bu farklılıklar doğu-İslam coğrafyasındaki toplumların birbirleriyle çatışma / kavga / savaş içine girmesine -kuşkusuz Batı emperyalizminin derin politikalarının da kışkırtmasıyla- yol açmıştır.

Sömürgeci / emperyalist / kapitalist Batı modernitesinin, dünya görüşü ve yaşam felsefesi olarak egemen olduğu Batılı toplumlarda -bireysel, toplumsal ve küresel çıkarları gereği- çok farklı kültürel yapılar bir arada ve sorunsuz bir biçimde yaşamayı sürdürebilmekteyken;

doğu-İslam coğrafyasında ve toplumlarında bunun tam aksine ve kuşkusuz paradoksal bir biçimde, en ufak fikir ayrılıkları/farklı düşünce ve inanç yapıları doğulu-Müslüman birey / grup / topluluk / cemaat / toplum / ülkelerin birbirlerine hayat hakkı tanımamalarına, iç çatışmalara, kardeş kavgalarına yol açabilmektedir ne yazık ki.
 
İslam - doğu coğrafyasının / toplumlarının içinde bulunduğu dram ve trajedinin temel nedenlerinden birisi olarak, yine Batılı kapitalist modernitenin “icat edip”, birbirine kırdırıp sömürmek için doğu - İslam toplumlarına “ihraç” ettiği “ideoloji” ve “ideolojik insan” olgu ve kavramlarına da bu bağlamda değinmek gerekir.

Gerçekten de doğu-İslam toplumlarının entelektüel yapılanmalarında dinin / İslamiyet'in bir “ideoloji” ve dindar / Müslüman'ın da bir “ideolog/ideolojik insan” tiplemesine dönüştürülmesi, dinin özünden ve bu bağlamda adalet değerinden uzaklaşılmasına, dinsel algının bir çıkar / iktidar / şiddet / çatışma aracı haline dönüştürülmesine ve en son tahlilde de günümüzde içinde bulunulan trajik/dramatik realitenin gerçekleşmesine yol açmıştır.

Son vurgu olarak, doğu-İslam dünyasının içinde bulunduğu reel trajik / dramatik durumundan kurtulması için, adalet değerinin, maddi ve manevi boyutlarını kapsamak koşuluyla içselleştirilip pratize edilmesinin önem ve değeri ifade edilmelidir.

Dünyanın ezilen/sömürülen doğu-İslam coğrafyasının özellikle aydın ve politikacıları başta olmak üzere tüm birey ve grupları, birbirlerine karşı her ne nedenle olursa olsun şiddet ve baskı uygulama yoluna başvurmamak durumunda/zorunda olduklarına adeta “amentü”nün bir temel ilkesi olarak “iman etmeli”; başlarına gelen ve gelecek olan tüm olumsuzlukların kaynağında, direkt ya da dolaylı olarak sömürgeci Batı emperyalizminin “kendi çıkarları ve mutlulukları için her şeyi mubah gören” anlayış ve politik yaklaşımının bulunduğunu kavrayabilmeli ve bunun üzerinde teorik ve pratik yoğunlaşmalarda bulunmalıdır.

 *Prof. Dr., Bingöl Üniversitesi

ORYANTALİZMİN 19. ASIRDA KEŞF VEYA İHDAS ETTİĞİ BİR ŞAHSİYET Ömer Hayyam

18 Ağustos 2013


Bugün insanlar, Ömer Hayyam'ın 12. asırdan beri İranlılar ve Türkler tarafından bilindiğini zannetmektedirler. Bu tamamen yanlış bir zandır. 

Zira bugünkü İranlılar ve Türkler, Hayyam'la ilgili hemen bütün bilgilerini, 19. ve 20. asır oryantalistlerine borçludurlar.

İlginçtir ki Ömer Hayyam, Tanzimat'ın kudretli edebiyatçıları ve meşhur Osmanlı şairleri tarafından bilinmez veya hatırlanmaz.

Daha ilginci ise onun 19. asırda İranlılar tarafından da bilinmemesidir. Abdullah Cevdet, Hayyam'ın İran'da bilinmediğini, meşhur oryantalist Brown'dan öğrenir ve çok üzülür.

Brown'un anlattığı bir hatıraya göre, İran Şahı Muzaffereddin Şah Londra'da iken, Hayyam hayranları, bu “büyük” şairin Nişabur'daki mezarı üzerine bir “türbe” yaptırmak için Şah'tan izin isterler.

İran şahı bu isteği anlayamaz, “yanındaki vezir-i azama” döner ve “Bu Ömer Hayyam da ne nesnedir ağa?” diye sorar.

Yani İran şahı ve vezirinin Ömer Hayyam adlı bir şairden haberi yoktur.

Hayyam'ın tarih sahnesine çıkış hikâyesinin başkahramanı, İngiliz şair Edward Fitz-Gerald (1809-1883)'dır.

Hikâye, Fitzgerald'ın Oxford'daki Bodleian kütüphanesinde Farsça bir yazmayı bulmasıyla başlar.

Batı'nın bütün dinleri birleştirerek yok etmek veya beşerileştirmek istediği bir dönemde, “şans eseri” olarak İngiltere'de onların istediği türden, yani dini alaya alan güya bir “İslam” şairinin yazma eserine rastlanır.

Yazmada 158 rubai vardır ve rubailerin şairi Ömer Hayyam adlı birisidir.

Bu şair, şiirlerinde dinsizliği ve ayyaşlığı yüceltmekte, dinleri ve dindarları aşağılamakta, Yaratıcı ile alay etmektedir.

Ateizm ve deizmin altın çağını yaşadığı, kendisine tarihi kökler aradığı ve “bulduğu” bir dönemde, bir İngiliz, Hayyam'ı, yani dinsizliğin veya deizmin tarihi bir “kök”ünü keşfetmiştir.

TARİH MÜHENDİSLİĞİ VE BATI

Fitzgerald'dan sonra Hayyam'ın güya asırlarca “unutulmuş” olan rubaileri, ilginç bir şekilde, birbiri ardınca ortaya çıkmaya başlar.

Kısa sürede Hayyam'ın rubailerinin sayısı bini geçer. Birçok kişinin Hayyam gibi veya Hayyam adına şiirler yazdığı ortaya çıkar.

Yahya Kemal bir rubaisinde Hayyam'a izafe edilen rubailerin farklı yetenekte insanlar tarafından kaleme alındığını ifade eder.

Hayyam gibi şiirler yazan ve Edebiyat-ı Ömeri'yi teşekkül ettiren kişilerin, ilk defa Oxford'da ortaya çıkan 158 rubaiyi ve diğerlerini yazmadıklarına dair elimizde hiçbir kat'i delil yoktur.

Batılılar, Ömer Hayyam'ı, Doğululara tanıtmak ve kabul ettirmek için “bilimsel” çalışmaların yanında, komik senaryolar da yazmışlar ve bu senaryoların gerektirdiği rolleri ciddiyetle oynamışlardır.

Meselâ 1892 yılında Londra'da “Omar Hayyam's Clup”ı kurmuşlardır.

Bu topluluk Hayyam'ı Doğu'da neşet etmiş bir “peygamber” gibi görmüş, onun için “ayinler” yapmış, Nişabur'da ona bir “türbe” yaptırmak istemiştir.

Birkaç yıl sonra Londra'daki bu Hayyam tiyatrosu, görevini hakkıyla ifa etmiş olmanın huzuruyla dağılmış olmalıdır. Zira bütün bu faaliyetlerin sonunda Hayyam, tarihe bağlanmıştır.

Artık, Hayyam, 12. asırdaki İslâm âlimlerinin, İslâm'ın yasakladığı şeylere karşı hoşgörülü bir gaflet içinde oldukları “tez”ini destekleyen bir şahsiyet olarak İslâm tarihindeki yerini almıştır.

Batılılar, Hayyam gibi dâhî, mübahi, her türlü günaha karşı hoşgörülü başka şahsiyetleri de “bulurlar”, onları “Reform”un, hümanizmin, deizmin vs. öncüleri olarak kabul ederler ve onları meşhur ederler.

Bütün bu İslam dâhîlerinin İslâm dışı (tevhit anlayışıyla çelişen) fikirlerinin mevcut İslam toplumlarında hemen hiçbir izi ve karşılığı yoktur.

Batı'yı etkileyen fakat kendi toplumlarına hemen hiçbir etkisi olmayan “İslam büyükleri”dir bunlar.

Burada çalışkan fakat beceriksiz bir tarih mühendisliği söz konusudur. Ama bunu ifşa edecek âlimler hâlâ yetiştirilememiştir.

Yerli ve yabancı oryantalistler, Hayyam'ın sufi, veli, hakîm, ârif, huccetülhak vs. olduğunu, 20. asrın başında hızlıca buldukları veya uydurdukları kaynaklar vasıtasıyla okuyucuya kabul ettirmek istemişlerdir.

Hâlbuki bu nevzuhur kaynakların Hayyam'ı tarihe bağlamak, onu doğrudan veya dolaylı olarak methetmek, gerçek Müslümanları da tahkir etmek için yazıldıkları çok açıktır.

Hayyam'ı bulan ve dünyaya tanıtan zihniyet, ona ve fikirlerine dini bir kıyafet giydirmek istemiştir. Bu komik gayret, günümüzde de devam etmektedir.

Kimi akademisyenler Hayyam'ın şiirlerinde dinî ve irfanî bir sembolizm bulmaya çabalamaktadırlar.

Bu çaba, safi niyetli okuyucuları aldatmaktadır. Hayranlık uyandıran bir sahtekârlıktır bu. Hâlbuki bu yazar ve akademisyenlerin “bazıları”, oryantalizmin İslâm tarih ve edebiyatlarını tahrif etmek için 19. asırda yaptığı kültürel ve entelektüel “yatırım”ın koruyucusu ve kollayıcısı durumundadırlar.

Koruyucu ve kollayıcılar, “saygın”, “etkili”, “donanımlı” ve “meşhur” olmak zorundadırlar. Hayyam vakasını doğru tahlil edebilmek için onu Türk toplumuna tanıtan yazarların kimlikleri üzerinde düşünmek gerekir.

Hayyam'ı 19. asrın sonundan itibaren Türk toplumuna tanıtma görevini üstlenen yazarlar, Muallim Ahmet Feyzi Efendi, Abdullah Cevdet, Hüseyin Daniş, Hüseyin Rifat, Filozof Rıza Tevfik, Abdülbaki Gölpınarlı, Sabahattin Eyüpoğlu gibi Batıcı, ateist, Zerdüştperest, bohem veya çokkimlikli yazarlardır.

BATI’NIN  ‘İSLAM BÜYÜKLERİ’
 
Hayyam'ın Türk aydınına tanıtılmasında “ilk önemli görevi” Abdullah Cevdet üstlenmiştir. Türk yazar ve âlimleri Hayyam'ı 1918'de Abdullah Cevdet'le tanımaya başlamışlardır.

Cevdet'le ilgili olarak Cemil Meriç'in şu tespitleri önemlidir:

“Abdullah Cevdet [yerli ve yabancı oryantalistler] anladı ki: Önce Osmanlı'nın kafasını değiştirmek lâzım, kafasını ve kalbini… Kültür davası halledilmeden siyasetle uğraşmak abesdi.” (Meriç 1999: 140).

Cevdet gibi oryantalistler, Müslümanları kendi tarih ve medeniyetlerinden uzaklaştırmak için değişik metotlar denerler.

Bunlardan birisi, İslam tarih ve edebiyatlarını tahrif etmektir. Nitekim Abdullah Cevdet şöyle der:

“Uzun tecrübeler sonunda gördüm ki, ışık Hıristiyan dünyasından gelirse Müslüman ruhu ona bütün kapılarını kapayacaktır. Biz ki Müslüman damarlarına yeni bir kan akıtmak vazifesini alıyoruz, ileri prensipleri bizzat İslâm müesseselerinde aramalıyız.” (Meriç 1999: 141).

Cevdet, bu sözlerle, Osmanlı'yı kendi inanç değerlerinden uzaklaştırırken İslâm'ı ve İslam müesseselerini kullanmalıyız, yani suistimal etmeliyiz, demektedir.

Abdullah Cevdet ve onun oryantalist dostları, şunu çok iyi biliyorlardı: Müslümanlar, Voltaire'le veya Fitz'le değil, Maarri, Evhadüddin Kirmani, Niyazi-i Mısri, Mevlânâ, Dede Ömer Ruşeni, Fatih, Osman Gazi, Yıldırım Bayezit, Babür veya Ömer Hayyam'a atfedilen (onlar için uydurulan) hayat hikâyeleri, şiirler ve eserlerle dejenere edilebilirler.

Bundan dolayıdır ki Batılı siyasi güçler, İslam tarihi, dili ve edebiyatı çalışmalarına ciddi destek vermişlerdir.

Arapça, Farsça, Osmanlıca eser yazabilecek kadar donanımlı araştırmacılar yetiştirmişlerdir.

19 ve 20. asırlarda ortaya çıkan ve meşhur edilen “tarihi” kaynaklarımızın çoğunun Osmanlı'yı, Selçuklu'yu, kısacası bütün İslâm tarihini ve İslam büyüklerini, hikâyelerle dolaylı olarak değersizleştirmesi, onlara İslâm dışı davranış, söz ve fikirler atfetmesi tesadüf değildir.

Tarih mühendisliği, toplum mühendisliğinin bir parçası haline getirilmiştir.

Napolyon Bonapart şöyle der: “Feodaliteyi top yok etti, modern toplumu da mürekkep yok edecektir.”

Mürekkep, yani bilgi, kitap, basın, yayın; ilim ve film… Okudukça ve seyrettikçe tarihimizden ve tarihi büyüklerimizden uzaklaşmamızın sırrı bu sözde gizlidir.

NOT: Yazının tamamı ve dipnotları için bkz: http://sablon.sdu.edu.tr/dergi/sosbilder/?sayfa=arsiv&bilgi=sayi-28

*Prof. Dr., Süleyman Demirel Üniv. Eğitim Fakültesi Dekanı

‘Bir Gezi var Gezi'den içeri': Gezi savaşları


Gezi olaylarının bir kendi gerçekliği var. Bir de “Gezi” üzerinden, bu olayın patlak vermesinden itibaren, gerek en ateşli olduğu gün ve haftalarda, gerek de olayların ateşi durulduktan sonra süregiden “entelektüel savaşlar”ın gerçekliği var.

Bu “entelektüel tartışmalar”ın aslında anlamsızlığı ortada üzerinde uzlaşılmış bir Gezi fikriyatının ve sosyolojisinin tanımının olmamasından bile tespit edilebilir.

“Gezi sosyolojisi” diyen her kalem “Gezi sosyolojisini” farklı tanımlamakta.

Bazıları için söz konusu olan Gezi Parkı “yerleşimcileri”yken, bazıları için bu süreçte birden keşfedilen ve kutsanan “apolitik 90 kuşağı”yken bazıları için sitelerinde tencere tava çalan orta yaş üzeri kitle olmaktadır.

“Gezi” fikriyatının ise hiçbir oluşum ve ideolojide vücut bulmadığı halde yüceltmek ya da aşağılamak için her yazıda bu strateji keyfince tatbik edilmekte, bir taraf kutsanan muhayyel ve kendinden menkul “Gezi ruhu”nu istenilen kişiler ve söylemlerde bulmakta, öteki cenah da aynı şekilde özenle seçilen örneklemlerde “Gezi ruhu gerçeği”ni ifşa etmektedir.

Bu muğlaklıklar keyfi sonuçlara varmak için geniş imkânlar açmaktadır.

Bu makalede “Gezi sosyolojisi” ve “Gezi fikriyatı” değil bu sosyolojiyi “tahliller” üzerinden yapılan savaşlara ilişkin bazı gözlemlerde bulunulacak.

Zaten açıktır ki; Türkiye'de adeta bir endüstri haline gelen haziran-temmuz Gezi yazılarının çok azı ciddi anlamda “anlama” kaygısı gütmüştür.

Bir tarafta vıcık Gezi romantizmi, öte yandan soğuk “AK Parti rasyonalitesi” kendilerini “hakikat” olarak dayatmaya çalışmaktadır.

Bu yazıların hemen hemen hepsi polemik yazılarıdır ve neden Gezi iyidir ya da kötüdür, neden Gezi geçmişe dönüktür/geleceğe dönüktür argümanların keyfi kanıtlar ve gözlemler üzerinden ilan edilmesinden ibarettir.

Oysaki hiçbir toplumsal olay bu kadar sarih ikiliklere ve ahlaki mutlaklıklara hapsedilemez. Bununla beraber “Gezi”nin çok daha karmaşık olduğu bu makalede düşünülmektedir.

Bu ahlaki önermeler bir de bir “Gezi sosyolojisi”nin varlığı/yokluğuna eklemlenmektedir. Bir cenah için “Gezi sosyolojisi” diye bir şey yoktur.

Olan 2007 Cumhuriyet mitingleri yeni sürümünden ibarettir.

Öbür cenah için ise yepyeni, dinamik ve “geleceğe dönük” bir kültürel/sosyolojik temerküz söz konusudur.

Bu ikisi de aslında açıktır ki fikir değil, ideolojik önkabuller/yargılardır.

Daha önce yazar tarafından yine bu köşede (daha çok seküler siyasetin tıkanmışlığını da ortaya seren) “kültür savaşları”ndan bahsedilmişti (Doğan Gürpınar, “Bir Muhalefet Biçimi Olarak Duyarlılık”, Zaman, 2 Mayıs 2013).

31 Mayıs günü ise polisin şuursuz ve izansız şiddet kullanımıyla bu kültür savaşları boyut ve bağlam değiştirdi.

Bu fütursuz şiddet sadece dar ve politik-gündemli bir kalabalığı geniş ve politik-angajmandan uzak bir kalabalığa dönüştürmekle kalmadı, aynı zamanda bu kalabalığın kendi meşruiyetini yarattı.

Polisin şuursuz ve izah edilemez şiddeti normal bir zamanda olamayacak ve tolere edilemeyecek bir karşı-şiddeti (vandalizmi, Beşiktaş'taki Başbakanlık binasına taarruzu) karşılayamaz bir hale düştü.

31 Mayıs günü yekpare bir bütünlük arz etmeyen ama güçlü bir duygudaşlığa sahip AK Parti muhalefeti daha önce haklı/haksız birçok durumda devşirmeye çalıştığı ama büyük ölçüde kendi ahlaki açıkları ve siyasi beceriksizliği sebebiyle sağlayamadığı bir “ahlaki üstünlük”ü kendisinin bile hayal edemeyeceği bir yoğunlukta altın tepside önünde buldu.

Ancak bu noktadan sonra bu eylem de kendi haklılık ve meşruiyet üstünlüğünü bonkörce har vurup harman savurmaya başlamakta gecikmedi.

Sadece geleneksel solun şiddet temayülü değil aynı zamanda “yeni sol” grupların da sol romantizmiyle maksimalizmde ısrarıyla ve bir politik programının/zekasının olmamasıyla eylem kendi enerjisini sadece yıkıcı olarak ve sloganlarla ifade eder hale getirdi.

Kutsanan “90 kuşağı” ise bir politik bilinç ve ağırlıktan yoksun olduğundan, bu sürecin “sempatik yüzü” ve aslında hakiki kalıcı mirası olduğu halde silinip gitti.

Buna elbette aslında eylem boyunca ulusalcılık başarıyla dışlandığı halde yine de (kısmen de çözülmesi zor bir açmaz olarak siyasi dağarcığın Kemalist yan anlamlardan kaçamamasından mütevellit) ulusalcılığın manevi ağırlığına bir alternatifin yokluğunda onun manyetik çekiminden kaçamama  ve bir noktadan sonra neo-ulusalcılığa teslim olması eklenmelidir.

Bununla beraber Gezi olaylarının etkileri sadece kalıcı değil aynı zamanda kurucu olacak.

Bunun sebebi Gezi olaylarının kendisi değil, açtığı yeni ahlaki meşruluk imkanları ve kanalları. 2007 sonrası tüm ittifak ve husumetleri 27 Nisan muhtırasına verilen tepkiler belirlemişti.

2007-2012 arası tüm entelektüel ve ideolojik kutuplaşmalar 2007 yarılmasının ve kopuşunun artçılarından ibaretti denebilir. 

2012'de ise 2007'nin tam kutuplaşmış manici evreni flulaşmaya ve gevşemeye başlamıştı.

31 Mayıs ise doğal ömrünü artık sürdürmekte zorlanan 2007-temelli ittifakların birden tuzla buz olmasını getirdi.

Mantıksal olarak bu husumet ve yeni ittifak kurgularını Ocak 2013'te açığa çıkan ve Türkiye'nin gelecek on yıllarını şekillendirmeye namzet barış sürecinin belirlemesi gerekirdi.

Ancak siyaset rasyonel değil irrasyonel işlediğinden 31 Mayıs kendisinden sonraki ittifak ağlarını şekillendirecek gibi gözükmekte.

Bundan sonra yeni entelektüel ve kültürel savaşlar başlayacak. Poker masası yeniden kurulacak ve haklılıklar ve haksızlıklar yeniden dağıtılacak.

Her iki taraf da kendince kanıtlar devşirecek. AK Parti tarafının stratejisi aslında fazlasıyla açık ve düz. 2007 şablonunu bire bir bu sürece uygulamaktan ibaret.

Darbe, “azgın azınlık”, darbecilik vs. Aynı şekilde Gezi olayının toplumsal boyutunun mutlak inkarı. Zaten 31 Mayıs günkü kalabalık, sonradan abes olduğu aşikarlaşan şekilde, darbeyle özdeşleştirildi.

Bunun abesliğinin ardından ise (tıpkı “sivil vesayet” gibi) kendinden çelişkili sivil darbe kavramı kullanıma sokuldu.

Gezi diye yekpare bir bütünlük olmadığı halde Gezi=sempatikleştirilmiş ulusalcılık analizleri ve Gezi olayının toplumsal boyutunun, Arap Baharı'ndan Occupy hareketine, 2000'lerde yeni bir ideolojik ve kültürel kurguyla ivme kazanan yeni toplumsal hareketleriyle ilintisinin, ezberden reddi ise ciddi entelektüel tıkanıklığın ve tecessüs yoksunluğunun alameti.

Bu bir bakıma adeta ulusalcılığın İslami hareketin toplumsallığını ve dinamizmini yok sayarak kendini Kemalist ezberlere gömmesini hatırlatıyor.

Bu tecessüs yoksunluğunun ise entelektüel sıkışmayı beslediği aşikar.

Bir tarafta bu yeni temerküz “yeni Türkiye”ye kör topal adapte olmaya çalışır ve (samimi olsun ya da olmasın) onun dilini benimsemeye çalışırken en büyük şansı ise AK Parti'nin “eski Türkiye” dilinden kalma ezberlerine boğulmuş olması.

Zira bu süreçte savunmacı halde AK Parti entelijansiyası vaat ettiği “yeni Türkiye”nin dilinden uzak, sıkıcı ve ihtiyar bir dil kullanmaya başladı.

Bu özellikle AK Parti entelijansiyasının, slogansal dili aynen tekrarlayınca, yurtdışında ve uluslararası basında birden itibarsızlaşmasında açığa çıktı.
    
Aynı şekilde AK Parti entelijansiyasında komplo teorilerine şaşırtıcı temayül aslında fazlasıyla açıklayıcıdır.

Zira komplo teorileri aslında tam da sosyolojik olarak açıklanamayanı ve açıklanmak istemeyene bir şablon olarak işlevselleştirilirler.

Komplo teorilerine temayül sadece bir bireysel yatkınlıkla veya ruh haliyle ilişkili değildir.

İnsanlar, ideolojiler ve entelektüeller açıklayamadıkları sosyal olay ve olgularla karşılaşınca dışsal açıklamalara yönelmekte, açıklayamadığını, hatta belki açıklamayı reddettiklerinde “komplo” görmektedir.

Gezi romantizmi ise klasik ulusalcılığın dışında ve ötesinde yeni bir sosyolojik/kültürel temerküzün oluştuğu iddiasındadır.

AK Parti'nin (vardıysa) ilericiliğinin tükendiğini ve 2013 itibarıyla tarihin yönünün buradan çıkan “ruh”la örtüştüğünü anlatmaya çalışmaktadır.

AK Parti entelijansiyasının Gezi'yi ulusalcılıkla eşitlemesi ne kadar abesse, bu “geçmişin yükü”nün bu kadar kolay boşaltılabileceğini sanmak da, hele karşı taraf da bunu istismar edebildiği sürece, o derece abestir.

Neo-ulusalcılık (ya da reformist ulusalcılık) zaten 2-3 yıldır AK Parti'nin müesses nizam olmasından itibaren “kullanılabilir ilericilikleri” sahiplenmekte ve işine geldiği biçimde kullanmaktaydı ancak neo-ulusalcılığın ahlaki açıkları buna inandırıcılık sağlanmasını mümkün kılmıyordu.

Burada olan ise AK Parti muhalefetinin 2-3 yıldır birikmiş ama kendine kısmen geçmişin yükleri sebebiyle, kısmen de neo-ulusalcılığın ahlaki açıkları sebebiyle kendine bir kanal bulamamış meşruiyetin birden kendine yol bularak açığa çıkmasıdır.

Burada yapılmaya çalışılan ulusalcı ana akımla “ilerici” sol gündem arasındaki hiyerarşik ilişkiyi tersine çevirip “ilerici” sol gündeme “entelektüel önderlik” kazandırma çabasıdır.

Bununla beraber “ilerici” sol gündeme mündemiç ulusalcı refleksler ve ezberler bu projenin sınırlarını ortaya koymaktadır.

Yine kullanılan dil birçok bakımdan Kemalizm'den tevarüs eden “kültürel üstünlükçü” dil oldu.

Ancak Gezi olayları bu projeye tüm ahlaki açıklarına ve siyasi ufuksuzluğuna rağmen yeni bir şans ve hayat öpücüğü verdi.

Bunun müsebbibi ise büyük ölçüde kendi aktörlüğünden çok AK Parti'nin sadece Gezi olaylarındaki tavrıyla içine düştüğü büyük ahlaki açık değil onun kadar da söylemsel hataları ve eski ezberlerini tekrarlamaktan ibaret tavrı oldu.

31 Mayıs Türkiye'deki entelektüel ve kültür savaşlarına yeni bir eşik ve kırılma anı olacak gibi görünüyor.

AK Parti muhalefeti belki de uzun süreli düzenli geri çekilmenin ardından ilk kez bir mevzi kazandı. Özetle, Gezi olayları

1-) Seküler siyasete neo-ulusalcılıkla iç içe geçmiş olmakla beraber geçmişe değil geleceğe dönük bir tahayyül için ilk kez kayda değer imkânlar sundu

2-) Bunda ise büyük ölçüde ilk kez bu kadar yoğunlaşmış ve billurlaşmış bir şekilde açığa çıkan AK Parti'nin entelektüel/söylemsel sefaleti ve ahlaki açıkları önemli amil oldu.

Ortada ne kaba bir eski Türkiye vs yeni Türkiye AK Parti ikiliği var, ne de AK Parti'ye karşı yeni bir siyaseti temsil eden bir temerküz var.

Olan geçmiş dağarcık ve söylemlerle iç içe geçmiş bir şekilde yeni bir siyaset dilinin oluşma ve dönüşme süreci ve seküler kesimde “tarihin sonu” algısı yaratmış bir şekilde (Bakınız Doğan Gürpınar, İlkan Dalkuç, “AKP ve Türkiye'de Tarihin Sonu mu Geliyor?” Taraf, 25 Ocak 2012) tıkanmış tarihin akışının hızlanması. Tarihin ne sonu geliyor, ne sabit kalıyor.

Dar anlamda ve kısa vadede görülebilecek etkisinden öteye, bir seküler sosyolojinin CHP'yi de aşarak AK Parti'nin ahlaki açıkları üzerinden kendini siyaseten yeniden kurma çabaları.

Bu akışın ise (sloganları ve içi boş güzellemeleri bir kenara bırakırsak) bugünden bilinebilecek vektörelliği ve herhangi bir sonu yok.

İki tarafın Twitter şövalyeliklerini, goygoyunu ve amigolukları bir kenara bırakırsak, Gezi üzerinden kültürel ve entelektüel savaşlar önümüzdeki yıllardaki siyasetin ana eksenini belirleyecek.

İki taraf da, haklılıkların evrensel normlar ve ahlaki önermelerden değil karşı tarafın haksızlıkları üzerinden kurulduğu bir polemik kültüründe, kendi seçilmiş haklılıklarını yarıştıracak.

Mizahı, fikirleri, entelektüel sermayeyi ve de ahlaki üstünlükleri hiçbir zaman küçümsememek gerekir. Zira küçümseniyor ve önemsenmiyor gibi görünüyor!

*Yrd. Doç. Dr. İstanbul Teknik Üniversitesi

Anayasa artık AK Parti’nin iç meselesidir

15 Ağustos 2013


Mevcut TBMM kompozisyonundan, “Uzlaşma Komisyonu'nda” görev alanların zihniyet dünyasından bir uzlaşma anayasasının çıkamayacağı yavaş yavaş netleşiyor; aslında bu kadar da beklemeye gerek yoktu, bu zihniyet karşıtlıklarından bir uzlaşma metni beklemek abesle iştigal idi.

Üstelik, uzlaşma sonucu çıkabilecek bir anayasa metninin de öyle sanıldığı gibi ideal bir metin olmayacağı açıktır, anayasalar temel hak ve özgürlükler ile devletin temel teşkilat yapısı metinleridir, bu konuların standartları bellidir, bu alanlarda, özellikle de temel hak ve özgürlükler konusunda uzlaşma demek standart kaybı, düşük bir temel hak ve özgürlük standardına uzlaşma uğruna mecburen mahkum olmak demektir.

Yeni anayasa partilerarası bir uzlaşma ile çıkamayacaktır; ancak, TBMM'de grubu olan partilerin evrensel standartlarda bir uzlaşma metni çıkarmalarının olanaksızlığı yeni bir anayasa üretir iken başka türlü tanımlanabilecek bir uzlaşmanın da gereksizliği anlamına gelmemektedir.

Yeni ve evrensel standartları haiz bir anayasanın üretilmesinde gündeme gelmesi çok daha gerekli, çok daha etkin uzlaşma yöntemi TBMM'nin en güçlü siyasal grubunun tek başına bir anayasa metnini önce TBMM'ye, sonra da muhtemelen referanduma götürmesidir ama bu metni hazırlarken de metnin buram buram bir siyasal partinin programı kokmamasıdır; yapılması gereken, hatta gerekenden de öte, artık elzem gibi duran çözüm AK Parti'nin evrensel standartlarda bir anayasa taslağını hemen tek başına oluşturup, gündeme getirmesidir.

AK Parti'nin TBMM'ye getirmesini önerdiğim metin CHP'nin içinden çok sayıda milletvekilinin hayır demeyi içlerine sindiremeyeceği, BDP'nin adeta blok olarak evet demesi gereken bir metin olmalıdır kanısındayım, MHP'nin bu katkı blokuna katılması sayısal olarak şart değildir, arzu edilebilir de olmayabilir zira muhtemelen Türkiye'nin en önemli sorunu olan Kürt meselesine kalıcı bir çözümün olmazı ise olmazları olacak anayasal maddelere MHP'nin destek vermesi beklenmemektedir; malum, mevcut Kenan Evren anayasası anayasa oylamalarında gizli oyu gerektirmekte ve grup kararını da engellemektedir, AK Parti bu anayasal düzenlemeye de dayanarak özellikle CHP içinden güçlü bir desteği, -ulusalcı grubu kastetmiyorum- sağlayacak bir metni üreterek gündeme getirmelidir, “başka tür bir uzlaşma” kavramından da muradım budur, bu da bir uzlaşmadır, gruplar arası gerçekleşecek bir uzlaşmadan da çok daha etkindir, daha sonuç alıcıdır.

Peki, bu tür bir uzlaşmayı yani taslak sonrası bir uzlaşmayı, yabancı dilde söylemek gerekir ise pre-draft değil, post-draft bir uzlaşmayı sağlayacak bir metin nasıl hazırlanmalıdır?

Bu soruya doğru bir cevap üretebilmek için anayasanın ne anlama geldiğini çok net bir biçimde tartışmak gerekebilir; bir anayasa metni en genelinde iki bölümden oluşacaktır, birinci bölümde temel hak ve özgürlükler, ikinci bölümde de bir devletin temel teşkilat yapısı belirlenir ve bu belirlenme de evrensel temel hak ve özgürlükler çizgisi ile yine evrensel bir devlet teşkilat yapısı doğrultusunda gerçekleşir.

AK Parti'nin, bu post-draft yani taslak sonrası uzlaşmayı gerektirecek anayasa metnini oluşturur iken dikkate alması gereken temel nokta da, partinin temel çizgilerinden büyük ödünler vermeden, temel hak ve özgürlükler bölümü ile devletin temel teşkilat yapısını düzenleyen bölümü evrensel standartlara bire bir uygun bir anlayışla kaleme almasıdır.

Bu amaca yönelik olarak yani post-draft, taslak sonrası destek isteyecek bir metin üretimi için de Türkiye'nin altında imzasının bulunduğu, temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmaların aynen, esinlenerek değil, adeta bire bir tercüme ederek anayasa metnine aktarılması gerekmektedir;

temel hak ve özgürlüklere ilişkin TBMM Uzlaşma Komisyonu'nda neticeye varması çok güç görünen bir tartışma sürmektedir ve net bir sonuç ortaya çıkamamaktadır, oysa, uzlaşma burada değil, mesela Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin ilgili maddelerinin, tüm devlet çekinceleri kaldırılarak anayasa metni oluşturulduktan yani taslak sonrası aranmalıdır ve bendenizin şahsi kanısı, bu uzlaşmanın daha kolay gerçekleşeceği istikametindedir.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin anayasal metnin temel hak ve özgürlükler bölümü olarak anayasaya aynen aktarılması muhtemelen en büyük uzlaşma tabanını oluşturacaktır ve bu metnin meşruiyet düzeyi, taslak öncesi (pre-draft) bir uzlaşmaya oranla çok daha yüksek olacaktır.

Aynı süreç anayasanın ikinci bölümü yani devletin temel teşkilat yapısı için de geçerli olmalıdır.

Örnek olarak şu konuyu verebiliriz:

Türkiye NATO üyesidir ve tüm NATO ülkelerinde genelkurmay başkanları ülkelerinin demokratik yöntemlerle seçilmiş Milli Savunma bakanlarına bağlıdırlar ama bu durumun yegane istisnası Türkiye'dir, bizim ülkemizde genelkurmay başkanları Milli Savunma bakanlarına bağlı değildirler, bu nedenden de NATO toplantılarında Milli Savunma bakanlarının arkasında oturmayı reddetmektedirler ve böylece de bir toplantıya Milli Savunma bakanının, bir toplantıya da genelkurmay başkanının gitmesi gibi komiklikler hâlâ yaşanmaktadır.

Bu gibi sorunların çözümü de idari yapının temel prensiplerinin, evrensel standartlara göre benimsenmesidir, yani Genelkurmay'ın Milli Savunma bakanına bağlanmasıdır, Milli Güvenlik Kurulu, çift başlı yargı, YÖK gibi “bize, daha doğrusu Kenan Paşa mantığına uygun” kurumların hemen tasfiyesidir.

AK Parti, TBMM Genel Kurulu'na, temel hak ve özgürlükler kısmı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin aynısı olan, MGK, YÖK, çift başlı yargı gibi saçmalıkları barındırmayan, Genelkurmay başkanının Milli Savunma bakanına bağlandığı, vatandaşın sıfatının çoğunluk etnik grubun sıfatının olmadığı bir anayasa metin taslağını getirsin, bakalım, CHP, BDP grupları nasıl tepki verecekler?

Yeni bir anayasa artık AK Parti'nin tek başına ama evrensel standartlara uygun bir metni TBMM'ye getirmesine bağlı hale gelmiştir, uzlaşma da taslak öncesi değil, taslak sonrası, evrensel kriterlerin meşruiyetine yaslanarak sağlanmalıdır.  

e.karakas@zaman.com.tr

Mahremin gözüyle Göle'ye bakmak

4 Ağustos 2013


Gezi Parkı eylemleri başladığından beri gündemimizi, sosyolojik muhayyilemizi değiştirip dönüştürmekle kalmadı, aynı zamanda her iki mahallenin entelektüelleri ve köşe yazarlarını zıt kutuplarda karşı karşıya getirdi, safları sabitledi.

Eski dostlar düşman oldu: Kendi mahallesinin çıkarları hilafına söz söyleyenlere sırt çevrilip köşe yazılarında tu kaka edildi.

Bunlardan birinin hedefi de bir zamanlar İslamcı aydınların yere göğe sığdıramadığı sosyolog Nilüfer Göle'ydi.

Ve onun şahsında zavallı sosyoloji. Bu yazı bütün bu haksız eleştirilere bir cevap olmadığı gibi bir Nilüfer Göle güzellemesi de değildir.

Anlatılan veya anlaşıldığı sanılan Göle ile ilmiyle, seminerleriyle bizatihi tanınan Göle arasındaki uçuruma hayret ederek kaleme sarılmaktan başka çaresi kalmamış öğrencisinin Göle ile dönüşüm hikâyesinden ipuçlarıdır.

Fransa'da Nilüfer Göle'nin rahle-i tedrisinde başörtülü öğrenci olmakta ilk çekincem - İslamcı birtakım yazarların hep savunduğu üzere -

“Acaba beni başörtümün dışında da görecek mi?

Bedenimin bağırarak anlattıkları kadar içerimin sesine de kulak verecek mi?” oldu.

Psikoloğun sakladığınızı sandığınız zımni yalanla dolu her hareketinizi okuyacağını sanma endişesi gibi, ben daha bir çocukken benim hikâyemi -o zaman başımda olmayan ama mahallemin her kadınının başında olan başörtüsünün hikâyesini- yazmış bir sosyoloğun karşısında kapalıyken çıplak hissedecek miydim?

Akıllı telefonumu kıbleyi bulmak için kullandığımı, sıcakta sınıfta neden pardösüyle oturduğumu, ders arasında çıkıp döndüğümde namaz kıldığımı sezgisiyle fark eden ama bana asla belli etmeyen bu kadının başörtülü yanımdan öğrenecek daha neyi olabilirdi ki?

Bazılarının yanlış bir çıkarımla İslam'ı bedene ve sembollere indirgediğini sandığı hocanın karşısında bir sembolden öte neydim?

 Seküler muhayyilesi ağır basan bir sosyolog İslam'ın derûnundan ne kadar anlayabilirdi?

GÖLE’YE ELEŞTİRİLER VE HAKKANİYETİN YİTİRİLMESİ

İslamcıların da çok iyi bildiği üzere, hidayet hikâyeleri dönüşüm ve değişimden ibarettir, sosyolojinin de tez yapan-tez yöneten, araştırmacı-araştırma konusu arasında karşılıklı hidayete erdirme gibi bir dönüştürücü yönü vardır, iyi ki de vardır.

Ben de Göle'ye çıraklığımın başlangıcında karşımda fildişi kulesinde yaşayan Türkiye'nin en meşhur sosyoloğu olduğunu sanıyordum.

Oysa muhatabım mütefekkir konformizmini terk ederek karşı mahalleyi hem de kimse anlamak istemezken anlamaya çalışması sonucunda kendi mahallesinden aforoz edildiği için ailesini, evini ve dostlarını bırakıp başka ülkeye fikir çilesi çekmeye gelmiş bir modern muhacirdi.

Bir kimse ilim öğrenmek ya da insanlar tarafından dışlandığı yerden uzaklaşmak için başka bir yere taşınırsa hicret etmiş sayılır.

İroniktir ki geldiği yerde de başörtüsünü, burkayı her savunduğunda sert laikçilerin saldırısına uğrayacaktı.

Kendi hocasıyla düştüğü fikir ayrımı tam da başörtüsünden başlamıştı:

Stasi Komisyonu'nda Fransız devlet okullarındaki başörtüsü yasağına onay veren hocasının departmanından çok önem verdiği vefayı bir yana bırakıp ayrılması da bu yüzdendi.

Yani Paris kafelerinde entelektüel ahkâm kesen, her iki mahalleye de yaranmaya çalışan, “laik bilinçaltı” zor zamanda hortlayan, muktedire sığınıp şakşakçılık yapan biri değildi.

Yine bir hadisten ilhamla, âlim kendisini anlamayanların içinde ancak “garipti”.

Fikir sancısından sonra fikir edebini öğrendim Göle'den. Başbakan'a asla ilk ismiyle hitap etmemeyi, insanları duygusal yakınlıkla değil, fikirleriyle tartmayı, öğrencilerine “siz” hitabıyla saygı duymayı, gücün tahakkümü altında doğrudan ve hakkaniyetten ayrılmamak gerektiğini.

Bu yazı tam da bu yüzden yazıldı. 

Göle'nin Gezi Parkı analizlerine eleştiriler entelektüel edebi aşıp içeriye, mahreme, maneviyata, bilinçaltına inmeye, örtünün neyi örtüp neyi edepsizce örtemediğini hayretle okumaya başlayınca.

Benim de bir zamanlar Göle'nin, çalışmalarında başörtüsünü objeleştirdiğini sandığım gibi, bu yazarlar da onu maneviyattan ve ruhi dönüşümden anlamaz materyalist sosyolog derekesine indirivermişlerdi.

Hâlbuki yirmi beş yıl önce mahremi, kendi hayatında mahreme ne kadar önem verdiğinin altını çizerek analiz eden yine Göle'ydi. Mahrem, yani gizli saklı, ‘sır'lı, sınırlı, görünmez duvarlı, fizikten çok fizik ötesi bu kavramı.

Hoca'nın Gezi yazılarındaki araştırmacı heyecanından da anlaşıldığı gibi görsele, semboliğe, performansa, bedene verdiği önem onu asla metafiziği, içeriyi, maneviyatı anlamaktan geri bırakmadı.

Ben de dâhil öğrencilerinin tez çalışmalarında araştırmayı düşünemeyeceğimiz huşu, hayâ, ihlâs gibi soyut ve tasavvufi kavramları sosyolojik, antropolojik, teolojik ve edebi dillere dökmemizi hararetle teşvik eden yine kendisidir.

Tam da Gezi olayları en yoğun dönemindeyken kendisine teslim ettiğim, tezimin bir bölümünde geçen “insibağ” meselesi, benim diyen pek çok İslamcının bilmediği bir kavramken, onun sanki tekke eğitiminden geçmiş, bir mürşidin dizinin dibine oturmuş gibi suhuletle kavrayışı ne kadar ironiktir.

İnsibağ, yani peygamber, veli ya da âlim huzurunda oturup onun sözü, sohbeti, bakışı, mimikleri, maneviyatıyla değişip dönüşmek ve bunu o halkanın dışında yani fiziğin, sınırın ötesinde asla aynı şekilde yaşayamamak.

Hocanın öğrencisiyle, araştırmacının sahasıyla, hatta Gezi eylemcisinin aynı havayı soluduğu, fiziksel temasta bulunduğu karşıt görüşten diğeriyle geçirdiği “manevi” başkalaşım gibi.

Köşesinden rahatça eleştirdiği kişilerle göz göze, diz dize temasa girmeden vuranların anlayamayacağı gibi.

Velhasıl, Gezi Parkı olayları bazılarında “makul eleştiri” imkânının yitimine sebep oldu. 
Manevi / mahrem / tenha olan es geçildi; maddi / dışarlık / vitrin olan asıl sanıldı.

Peki mahrem göç edip gurbette garipliği zaten yaşarken sılada miras bıraktığı sosyolojinin suçu neydi?

*EHESS (Sosyal Bilimler Yüksekokulu), Paris

Kutuplaşma demokrasiyi bozduğunda -1: Demokrasiden şüphe etmek

20 Ağustos 2013
Toplumların içindeki gerilimlerin bir zamanlar dünya savaşları çıkartan ülkeler arasındaki gerilimlerden daha yıkıcı ve zorba olduğu bir zamanda yaşıyoruz.

Üstelik bir yönetim tercihi olarak demokrasinin şiddet ve zalimlik gösterilerine sebep olduğu bir tarihsel andan geçiyor olabiliriz.

Demokrasi pratiğinden kaynaklanan bu zorluklar, dolaylı olarak ve büyük bir ironiyle otoriter hükümetin ılımlı hallerini meşru kılıyorlar.

Yıllarca “demokrasi”nin her ulus için “tüm hükümet şekilleri arasından en az kötü” olanı olduğunu varsaydıktan sonra demokrasiden şüphelenmek için bolca sebep var. Bu tespiti gönülsüzce yapmaktayız.
 
Otoriter idare biçimlerinin herkesin, özellikle de siyasete eğilimli olanların, özgürlüklerini kısıtladığına dair bir şüphe olamaz. Ayrıca her zaman olmasa da genel olarak otokrasiye sönük bir kültürel atmosfer eşlik eder.

Elizabeth dönemi İngiltere'yi düşünelim: Shakespeare ve onun çağdaşı edebiyat devleri vardı.

Geçmişte toplumun en saygı gören düşünürlerinin siyasi sorunlar için demokrasiyi suçladığı kritik dönemler olmuştur.

Batı demokrasisinin beşiği Antik Yunanistan'da Plato, Aristo ve Thucydides, Atina'yı sorumsuz ve bedeli ağır maceralara sürükleyen halk siyasetinden korkmuş, demokratik olmayan hükümet biçimlerini tercih etmişlerdir.
 
Elbette demokratik nitelikleriyle gururlanan ülkelerde bile kurulu düzenin demokrasiden korktuğu zamanlar olmuştur.

ABD'deki etkili kişiler Vietnam Savaşı'nın sonuna doğru seslerini çıkardıklarında muhafazakârlar bu sesleri demokrasinin aşırılıkları olarak yorumlamışlardı.

Bu yorumların çok bilinenlerinin birinde Samuel Huntington, Üçlü Komisyon'un yayınladığı bir makalesinde ABD'deki savaş karşıtı hareketi köpekleri huzursuz eden bir hastalığa benzetti.

İnsanların savaş ve barış gibi konuları hükümete bırakmaları gerektiğini açıkça ifade etti.
 
Sovyetler Birliği'nin çöküşünün Batı'da liberal demokrasinin otokratik sosyalizmin üzerindeki ideolojik zaferi olarak yorumlanışının ardından sadece yirmi yıl geçti.

1990'larda dünya barışı gibi amaçlar doğrudan demokrasinin yayılmasıyla eşleştirildi.

BM'nin güçlendirilmesi ya da uluslararası hukuka saygı gösterilmesi gibi reformist projeler ise rafa kaldırıldı. Avrupa ve Amerika'daki üniversitelerde “demokratik barış” teorisi ve pratiği çalışıldı.

Demokrasilerin asla birbirleriyle savaşa gitmeyeceği iddiasını belgelemeye ve açmaya çalıştılar. Eğer böyle bir tez doğrulanırsa çok ciddi politika yansımaları olacaktır.

 Daha fazla ülke “demokratik” olursa, uluslararası ilişkilerin barışçıl bölgesi genişleyecektir sonucu çıkar. 

Egemen devletler için demokrasinin bu teşvik edici getirisi Avrupa Birliği tecrübesiyle de desteklenmiş oldu.

AB hem demokrasiyi besledi hem de dünyanın en kötü savaş alanı olmuş olan bir coğrafyasında barış kültürü tesis etti.
 
11 Eylül'ün ardından Bush yönetimi “demokrasi teşvikini” ABD'nin Ortadoğu'da yürüttüğü yeni muhafazakâr dış politikanın önemli bir ayağı haline getirdi.

Demokrasinin bu şekilde desteklenmesine dair şüpheler, özellikle de 2003 Irak işgalinden sonra geniş çevrelerce paylaşılıyordu.

 ABD hükümetinin bölgede demokratikleşme aktörü olarak kendini kimselere sormadan atamış olması sertçe eleştirildi.

Demokrasi gelişimini askeri müdahaleye oturtan Amerikan yaklaşımı tüm saygınlığını yitirdi. Irak, Afganistan ve Libya'da sözde otoriterlik karşıtı müdahaleler demokrasi değil, yozlaşma, kaos ve sonu gelmeyen bir şiddet ekmiş oldu.

Bu hayal kırıklığı yaratan tecrübenin yanı sıra yabancı liderler ve dünya kamuoyu Washington'ın dünyaya en iyi meşru hükümet modelini sağladığına dair kibirli ısrarını reddetti.
 
Bu tecrübelere rağmen demokrasinin kabul edilebilir tek siyasi senaryo olarak tercih edilmesi evrensel bir kabul olarak kaldı.

Elbette tek tek vakalar incelendiğinde çok derin görüş ayrılıkları var. Demokrasiye kucak açmakla ilgili bazı kısmi istisnalar da oldu.

Örneğin Ortadoğu'da istikrar ve birlik kaynağı olarak monarşilere destek verildi. Fakat doğrudan eleştirilmediklerinde bu kralların bile yaklaşımlarının demokratik olduğu iddia edildi.

Demokrasiler vatandaşı devlet suistimalinden koruyarak, insanları seçim yoluyla milli hükümete yetki verme gücüyle donatarak, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına saygılı bir yönetim süreci sağlayarak saygınlıklarını korudular.
 
Ortadoğu'da son on yıldaki şu gelişmeler bu bahsedilen konuları ön plana çıkardı: İran'da teokratik demokrasiye karşı Yeşil Devrim, Türkiye'de çoğulcu demokrasinin laikler tarafından reddedilmesi ve Arap ülkelerinde özellikle de Mısır'da 2011 otoriter yönetim karşıtı ayaklanmaların ardında cereyan eden çeşitli geçiş dönemi senaryoları.

Bölgenin çektiği eziyetler Osmanlı İmparatorluğu sonrasındaki sömürgecilik, Sovyetler Birliği ile Soğuk Savaş rekabeti içinde olan bir Amerikan hegemonyasıdır.

Bunlar İsrail'in ortaya çıkışı ve yoksunlaştırılmış Filistin halkının devam eden çatışmasıyla birlikte artmıştır.

Bölgenin bu sorunları “iyi yönetim” meselesini baştan kaybedilmiş bir savaşa dönüştürmüştür. Bu en azından 2011'e kadar böyle olmuştur.

Böyle bir tarihsel arka plan karşısında “Arap Baharı” etiketi yakıştırılan demokratikleşme anının bölgede ve dünyada bu kadar heyecan yaratması doğaldır.

İki yıl sonra bu olayları Suriye, Mısır, Libya ve diğer yerlerindeki gelişmelerin ışığında duygudaşlık kurarak değerlendirmek gerekiyor.
 
Yakın zamanda bölgede tartışmalı bir fikir ortaya çıktı. Buna göre vatandaşlar hükümetin hesap vereceği son mercilerdir ve eğer hükümet kötü yönetirse, seçimleri ya da resmi kanalları beklemeden görevden alınabilir.

Bu popülist vetoyu son dönemde bu kadar tartışmalı yapan ise hükümet bürokrasisinin en gerici öğeleriyle, özellikle de silahlı kuvvetler, polis ve istihbarat ile koalisyona girme eğilimidir.

Bu tür koalisyonlar ilk bakışta tuhaf gözüküyorlar, halkın kendiliğinden ayaklanmasıyla devlet gücünün en fazla zor kullanan öğelerini bir araya getiriyorlar.

2013 Tahrir Meydanı'nda dile getirilen gerekçe sadece askeri bir darbenin 2011 devrimini kurtarabileceğiydi.

Bunu eleştirenler ise nefret edilen bir diktatöre karşı olan halkın ayaklanması ile sonra gelen yukarıdan idare edilmiş ve demokratik bir şekilde seçilmiş bir yönetimi iktidardan düşürmeyi hedefleyen hareket arasında keskin bir ayrım yapıyorlar.
 
Arap ayaklanmaları
 
2011 yılında Arap dünyasındaki büyük isyan hareketleri Tunus ve Mısır'da nispeten kansız zaferler kazanan ve diğer yerlerde de otoriter idarenin temellerini sarsan otoriterlik karşıtı cesur halkçı hareketler olarak takdir gördüler.

Demokrasi, Batılı uzmanların otoriter olmayan herhangi bir idare biçimini benimsemeyeceği iddia edilen bir bölgede tekrar ilerlemeye başlamıştı. Batılı uzmanlar bu tespitten, petrol aktıkça, İsrail güvende oldukça ve radikal eğilimler kontrol altında tutuldukça pek rahatsız da olmuyorlardı.

Arap siyasi kültürü siyasi pasiflik ve yozlaşmış elitlerin hâkim olduğu ve askeri bir devlet tarafından desteklendikleri bir ortam olarak görülüyor ve Oryantalleştiren bir bakış açısından yorumlanıyordu. Arkaplanda eğer insanlar kendi tercihlerini belirtebilirlerse sonuç İran tarzı İslamcılığın yayılması olabilir korkusu bulunuyordu. 
 
Yalnızca iki sene sonra sadece Arap dünyasında değil tüm dünyada demokrasinin işlerliği hakkında ciddi şüpheler yaratan kasvetli bir siyasi ortam olması dünya hakkında iyi şeyler söylemiyor.

Siyasi kültürün içinde meşruiyet ve yönetim krizlerine yol açan derin siyasi ayrışma hatları olduğu ve bu krizlerin ancak bir ihtimalle kaba güç kullanımı ile idare edilebileceği anlaşıldı.

Bu çatışmalar bir dizi ülkede etkin ve insancıl hükümetlerin kurulma ihtimalini yok ediyor.
 
Mısır'da askerin 3 Temmuz'da yönetimi devralmasının ardından yaşanan dramatik ve kanlı olaylar bu gerçekleri küresel siyasi bilinçte öne çıkardı.

Fakat Mısır çatışan dini, etnik ve siyasi güçleri “kazanan her şeyi alır” mücadelesinde birbirleriyle çarpıştıran kutuplaşma krizlerinin zehirli sonuçlarını yaşayan tek ülke değil. Irak, her gün Sünni ve Şiiler arasında mezhep çatışmasından kaynaklanan şiddeti yaşıyor.

Bu da Amerika'nın ülkeyi diktatörlükten kurtarmak için giriştiği haçlı seferinin ve on yıllık işgalin ardından ne kadar başarısız olduğunu ortaya koyuyor.

ABD, demokrasi getirmek yerine kaos, iç savaş tehdidi ve ülkeyi ancak otoriter bir rejimin barışa ulaştırabileceği inancını yerleştirdi.

Türkiye de 11 yıllık sıra dışı AKP başarısına ve periyodik olarak seçmen tarafından desteklenen dinamik liderliğe rağmen devam eden kutuplaşmanın istikrarsızlaştıran etkisini yaşamakta.

AKP başarıları arasında siyasi kurumları güçlendirmek, silahlı kuvvetleri zayıflatmak, ekonomiyi iyileştirmek ve ülkenin uluslararası konumunu geliştirmek sayılabilir. Kutuplaşma bir Ortadoğu sorunu olarak ele alınmamalıdır.

ABD'de iki siyasi parti arasında vatandaşlarına insancıl bir biçimde hizmet eden ya milli fayda için çalışan hükümeti maziye gömecek derecede kutuplaştırıcı bir mücadele mevcut.

Elbette Amerika'daki bu demokratik kazanımlarını eriten eğilim Wall Street'in her şeyi parayla alakalı kılan hesaplarından ve 11 Eylül'de de kaynaklanmaktadır.

11 Eylül hâlâ hükümeti kendi vatandaşları dâhil herkesi her yerde potansiyel terörizm şüphelisi olarak görmesini gerektiren bir güvenlik tehdidi oluşturmaktadır.

Kutuplaştırmanın doğası çeşitli ve karmaşıktır, içinde bulunduğu bağlamı yansıtır.

Mısır ya da Türkiye'de olduğu gibi din ve laiklik ekseninde bir ayrım etrafında toplumsal olarak kurulabilir. Irak'ta gördüğümüz gibi bir din içindeki ayrımlara dair olabilir.

Sınıflar, etnisiteler ve siyasi partiler arasında da olabilir. Tarihin somutluğu içerisinde her bir kutuplaşma vakası kendi koşullarıyla var olur.

Çoğunlukla azınlıkların ayrımcılık ve marjinalleşmeye dair korkularını, sınıf savaşını, etnik ve dini rekabeti (Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkında olduğu gibi) yansıtabilir. Ayrıca Ortadoğu'da kutuplaşma sadece bir iç mesele değildir.

Kutuplaşma aynı zamanda güçlü dış aktörler tarafından yönlendirilmektedir ve bunun boyutlarını bilmek mümkün değildir.

Geçtiğimiz ay Kahire'deki gösteriler sırasında hem Mursi karşıtı hem de Mursi yanlısı göstericilerin Amerika karşıtı sloganlar atması çok şey anlatır.
 
Mısır ve Türkiye
 
Mısır ve Türkiye'de kutuplaşma şartları birbirinden çok farklı olsa da ortak bir paydaya sahipler.

İkisinde de İslami yönelimli siyasi güçler yıllarca marjinalleştirildikten ve Mısır örneğinde zorbalıkla bastırıldıktan sonra toplumun gölgelerinden sıyrılıp çıktılar.

İki ülkede de silahlı güçler devletin Batı'nın stratejik çıkarlarına ve neoliberal iktisadi çıkarlarına hizmet eden laik elitlerin kontrolünde kalmasında önemli bir rol oynadılar.

Şimdiye kadar periyodik mahkemelere ve davalara rağmen Türkiye modernite bulmacasını Mısır'a göre çok daha ikna olarak çözmüşe benziyor.
           
İki ülkede de seçimlerin getirdiği siyaset yerlerinden edilmiş laik elitlerin kabul edemediği radikal iktidar değişiklikleri getirdi.

İki ülkenin muhalif güçleri yıllarca iktidarda kaldıktan sonra kendilerini birden demokratik araçlarla iktidarı kaybetmiş buldular.

Üstelik gelecek seçimlerde siyasi hâkimiyetlerini yeniden kazanma ihtimalleri de yoktu.

İktidarı ve nüfuzlarını eskiden ezilen ve sömürülen kesimlere kaybetmişlerdi. İktidardan düşenler yeni rollerini kabullenmekte zorlandılar.

Özellikle de değerlerini modernite karşıtı buldukları ve özgürlükle özdeşleştirdiklerini hayat biçimlerini tehdit ettiklerine inandıkları toplumsal kesimlerden daha aşağı bir statüde olmakta zorlandılar. Acı bir biçimde şikâyet ettiler, dinamik bir biçimde örgütlendiler ve mobilize oldular.

Siyasi çoğunluğun kararını mümkün olan her yolla geri çevirmeye çalıştılar. Demokrasi dışı yolları kullanmak herkese olmasa da çoğuna tek siyasi seçenek gibi gözüktü.

Fakat bu öyle yapılmalıydı ki vatandaşın devlete karşı “demokratik” haykırışı gibi olmalıydı. Elbette devlet de kutuplaşma travmasına katkıda bulundu.

Seçilmiş yönetim fazla tepki verebiliyor, en kötü durum senaryoları üzerinden hareket ediyor, muhalefetin şikâyetlerini ele alırken paranoyak bir stil kullanıyor ve güvensizlik ve düşmanlığın artmasına katkıda bulunuyor.

Medya ise ya çatışmanın dramasını vurgulamak için ya da kendisi de çoğu zaman taraf tuttuğundan “biz” veya “onlar” tercihinin tek çözüm olduğu kaderci bir atmosfer yaratıyor.

Bu da aslında kaybedenlerin her zaman yönetim süreçlerinde taraf oldukları demokrasinin karşıtı olarak, “geriye dönüş olmayan” bir savaş zihniyetini ortaya çıkarıyor.

Sistemin adaletine dair inanç sarsıldığında demokrasi iyi yönetimi yaratamıyor.
 
*Prof., Princeton Üniversitesi. Richard Falk, bu yazıyı Zaman için kaleme almıştır.

Hacı Bektaş Veli Tarihsel kişiliği ve düşünce dünyası

15 Ağustos 2013


Hünkar Hacı Bektaş Veli, XIII. yüzyılda yaşamış, kendisine bazı eserler izafe edilmiş ve en azından belli bir dönemden sonra kendi ismine nispetle anılan sufî bir yapının kurucusu kabul edilmiş önemli bir şahsiyettir. 

Anadolu'da yetişen diğer birçok şahsiyet gibi onun hayatı ve düşünce dünyası da toplum olarak çoğu defa ilgimiz ya da bilgimiz dışında kalmıştır. 

Dahası bu büyük veli farklı algılara konu olmuş; kimi zaman o, İslam'la ilişkisi tereddütlü bir kişilik, kimi zaman da yaygın İslamî anlayışla örtüşen sufî bir şahsiyet olarak tasvir edilmiştir.

Şunu biliyoruz ki, insanların algıları her zaman tarihî gerçekliklerle paralel yürümez. Bazan algılar olguları değiştirir, tutum ve davranışlar bu algılara göre gelişir.

Tarih ilminin ya da disiplinin önemli bir fonksiyonu tam da burada devreye girer: Tarihsel olguları sağlıklı şekilde yansıtmak ve doğru algılar oluşturulmasına katkı yapmak. Ama bu o kadar da kolay değildir.

Hacı Bektaş Veli, bu konuda otorite isim Ahmet Yaşar Ocak'ın ifade ettiği gibi, dönemin tarihsel belgelerine güçlü izler bırakmamış, ona izafe edilen eserlerin muhteva kritiği yapılmamış, ayrıca birinci derecede kaynaklar elimize geçmemiştir.

Öte yandan Hünkar'ın yaşadığı dönemi bütün siyasi ve sosyal hareketliliği içinde ele almanın da kendine has güçlükleri bulunmaktadır.

Ancak gerek kendi döneminden sonra yazılan ikinci derecedeki eserler, gerek Hacı Bektaş Veli'nin kendisini ve yakın çevresini yansıtan Vilayetname gerekse de ona aidiyeti en güçlü eser olarak bilinen Makâlât ile modern çalışmalar dikkate alınarak Hünkar'ın tarihsel kişiliği ve düşünce dünyasına dair belli oranda netleşen bilgiler ortaya konulabilir.

Anlaşıldığı kadarıyla, Hünkar'ın adı Bektaş'tır. Horasan'da, çok muhtemelen Nişabur'da dünyaya gelmiştir. Babası İbrahim-i Sâni, annesi Hatem'dir.

İlk hayatı, eğitimi ve kimden ya da kimlerden ders aldığı konusunda tarih kaynaklarında bilgi yoktur.

Ancak Hacım Sultan Vilayetnamesi'ne göre, tarihen mümkün olmadığına göre manen olmalıdır, feyzaldığı ilk şahsiyet Ahmed Yesevî'dir.

Kendi Vilayetname'sinde belirtildiğine göre ise Bektaş, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yetkin bir alim-mürşit şahsiyet olan Lokman Perende'nin medresesinde eğitim görmüştür.

Burada Arapça ve Farsça öğrendiğini kaydedenler varsa da tevsik olunmamıştır.

Ancak Vilayetname'de geçen bir menkıbe Bektaş'ın burada dinin genel ahkamı demek olan şeriat ile dinin derunî yönünü ifade eden tarikat dersi aldığını işaretlemektedir.

Bir Türkmen oymağının reisi olarak yetişen Bektaş, XIII. yüzyılda Moğol istilası sebebiyle gerçekleşen göçlerle Anadolu'ya gelmiş, önceleri Sivas, çok geçmeden de Kırşehir bölgesine ulaşarak Sulucakarahöyük'e (bugün Hacıbektaş ilçesi) yerleşmiş ve zaviyesini kurmuştur.

Tarihen sabittir ki 1239'da Selçuklu yönetimine karşı başlayan Babaî İsyanı'na kardeşi Menteş iştirak ettiği halde kendisi bu olayın dışında kalmıştır.

Yine Vilayetname'sinin yansıttığı bilgilere göre, Hünkar Sulucakarahöyük'te bir taraftan zaviyesinde irşat görevini sürdürürken bir taraftan da bölgedeki gayrimüslimlerle iyi ilişkiler gerçekleştirmiş ve onların Müslümanlaşmasına katkı yapmıştır.

Ayrıca Şamanist Moğolların İslamlaşması için halifeler yetiştirip dört bir yana yollamıştır.

Tarihi kaynaklarda, Hünkar'ın hacca gidip gitmediği, devrin sufî şahsiyetleriyle görüşüp görüşmediği, eser ya da eserler kaleme alıp almadığı konularında net bilgiler bulunmamakla birlikte, Vilayetname'sinde göz ardı edilemeyecek açıklamalar yer almaktadır.

Buna göre Hünkar hem keramet eseri olarak “tayy-ı mekana” mazhar olup hacca gitmiş ve hocasına Arafat'ta lokma yetiştirmiş hem de Anadolu'ya gelmeden önce Halep, Kudüs, Medine'ye uğrayıp “erbâîn” çıkarıp hac farizasını fiilen yerine getirmiş, sonra da Elbistan ve Kayseri üzerinden “diyar-ı Rûm”a gelmiştir.

Burada Ahi Evran ve Seyyid Mahmud Hayranî gibi Rum velileriyle yakınlık kurmuş, birçok keramet sergileyerek veliliğine kuşku ile bakan kimselere karşı gerçek bir veli olduğunu kanıtlamıştır.

Hünkar'ın evlenip evlenmediği açık değildir. Babâgân Bektaşileri onun mücerret olduğunu düşünürken Çelebiler evlendiğini, Kadıncık Ana'nın onun eşi olduğunu ifade ederler.
Yine Vilayetname'sinde yer aldığına göre Hünkar Makâlât isimli bir eser kaleme almış ve bunu Molla Saadettin Türkçeye tercüme etmiştir.

Çok sayıda halife yetiştiren ve bunları Anadolu'nun dört bir tarafına gönderen Hünkar son demlerinde Sarı İsmail'i yanına çağırıp kendisine Yasin okumasını söylemiş ve çok muhtemelen 1271'de Hakk'a yürümüştür.

İnanç ve düşünce dünyası bakımından Hünkar, tarih kaynaklarında, Vilayetname'sinde ve kendisine izafe edilen eserlerde kendine has bir İslam sûfisi olarak görünür.

Vilayetname'de yer alan şu bilgi onun şeriat (dinin genel hükümleri) ile tarikatı (dinin mistik yönü) birleştiren bir şahsiyet olduğunu ifade eder: Bir gün Lokman Perende ders vermek için Bektaş'ın yanına girdiği zaman onun sağında ve solunda oturan iki nurani şahsın bulunduğunu görür. Yaklaştığında da onlar kaybolunca Bektaş'a bunların kim olduğunu sorar.

Bektaş, sağımda oturan “İki cihan güneşi ceddim Muhammed Mustafa idi. Solumda oturan Allah'ın aslanı, müminlerin emiri Ali idi. Bana biri zâhir bilgisini, biri bâtın bilgisini öğretirler.” diye cevap verir.

Araştırmacılar, Hünkar'ın İslam anlayışının “kuru zühd anlayışı yerine, sufî cezbeci” bir karakter taşıdığına dikkat çekerler. Hacı Bektaş'a aidiyeti en kuvvetli bir eser olan Makâlât da esasen onun bu İslam anlayışını yansıtmaktadır. Hünkar'a göre kul için önemli olan Hakk'a ulaşmaktır.

Hakk'a, diğer ifadeyle Çalab Tanrı'ya ulaşmak için kulun kırk makamdan geçmesi gerekir. Kul ancak bu suretle O'na dost olabilir. Bunların yani kırk makamın onu şeriat, onu tarikat, onu marifet, onu da hakikat kapısı içinde bulunur.

Şeriatin makamları şunlardır: İman getirmek, ilim öğrenmek, ibadet etmek, helal kazanmak, nikah kıymak, özel günlerinde hanımlardan uzak durmak, cemaate uymak, şefkât göstermek, temiz yiyip temiz giyinmek ve iyiliği emredip yaramaz işlerden sakındırmak.

Tarikâtin makamları ise şunlardır: Pîrden el alıp tövbe etmek, mürid olmak, saç kesmek ve elbise değiştirmek, nefis ile mücadele etmek, hizmette bulunmak, korku (Hakk'a saygı), ümit; hırka zenbil, makas, seccâde, subha, iğne ve asa, sahib-i makam ve sahib-i cemiyet olmak, nasihat sahibi olmak, muhabbet ehli olmak, aşk, şevk, safa ve fakirlik.

Marifetin makamları da şunlardır: İlim, cömertlik, haya, sabır, korku, perhizkarlık, edep, miskinlik, marifet ve kendini bilmek.

Hakikatin makamları ise şöyledir: Toprak olmak, yetmiş iki milleti ayıplamamak, elinden geleni esirgememek, yaratılmış bütün nesnelerin kendisinden emin olmasını sağlamak; makam, mülk sahibine yüzünü sürüp yüz suyunu bulmak, sohbette hakikat sırlarını söylemek, sır, münacaat ve Çalap Tanrı'ya ulaşmak.

Sonuç olarak bir Türkmen şeyhi, bir tasavvuf ulusu olarak Hacı Bektaş Veli asırlara damgasını vurmuş, çağları aşan mesajlar vermiş, milyonları aydınlatmıştır.

Tarihi bakımdan kaynak yetersizliği ve araştırmalarda yöntem sorunları varsa da bunları alan uzmanlarına bırakıp ona izafe edilen eserleri okumak, bilhassa onun yaşadığı kültürel havzayı yansıtan Vilayetname'sini incelemek, ona aidiyeti kimilerince şüpheli karşılansa bile o kültürel ortamı yansıtan ve İslam ahlakından süzülüp gelen “eline, beline, diline sahip ol”, “incinsen de incitme”, “oturduğun yeri pâk et, kazandığın lokmayı hak et” gibi altın sözlerini rehber etmek gerekir.


*Prof. Dr., Marmara Üniversitesi

19 Ağustos 2013 Pazartesi

Ezeliyet ne demektir?


Kader meselesinin anlaşılamamasındaki en büyük sebep, “zaman” ve “ezel” kavramlarının birbiriyle karıştırılması ve yanlış değerlendirilmesidir.

İnsan, 


zaman ve mekân içerisinde yaşadığı için, her hadiseyi ve hakikati zaman ölçüsüne göre değerlendirmekte ve ezeli, zamanın başlangıcı zannetmekle HATA yapmaktadır.

İşte kaderi anlayamamak, 


böyle yanlış bir KIYASIN mahsulüdür.

Zaman, 


kâinatın yaratılmasıyla başlayan ve içerisinde hadiselerin cereyan ettiği soyut bir kavramdır.

Geçmiş, hâl ve gelecek olarak üçe taksim edilir. Bu taksim mahlukata göredir.

Yani asır, sene, ay, gün, dün, bugün, yarın gibi bütün kavramlar ancak yaratılmışlar için söz konusudur.

Ezel ise, 


zamanın başlangıcının evveli demek değildir. Ezelde geçmiş, hâl ve gelecek yoktur. Ezel bütün bu zamanların aynı anda görüldüğü ve bilindiği bir makamdır.

Dilerseniz şimdi, Allah’ın ezeliyet sıfatını misaller ile anlamaya çalışalım:

Misal-1:


Düz bir çizgi düşünün, bu çizgi zaman çizgisi olsun. Bu çizginin ortası ise şimdiki zaman, yani şu anda içinde bulunduğumuz an olsun. 


Bu çizginin solundaki nokta ise geçmiş zaman olsun. İşte bu noktada kâinat yaratıldı ve daha sonra ilk insan Hz. Âdem (a.s.). Ve o zamandan bugüne kadar yaratılan her şey, hâl ile geçmiş zamanın ifade edildiği bu iki nokta arasında var oldu.

Zaman çizgimizin sağındaki nokta ise gelecek zamandır. Bu nokta, kıyametinde ötesinde cennet ve cehennem hayatını içine alan sonsuzluk hayatıdır. 


Şu anda içinde bulunduğumuz hâl noktası ile gelecek zaman noktası arasında ise torunlarımız, onların torunları ve kıyamete kadar yaratılacak her şey hatta bunun da ötesinde öldükten sonra dirilme, hesaba çekilme, amellerin tartılması ve sırattan geçme gibi hadiseler var.

Ezel ise bu zaman çizgimizin, geçmiş noktasının sol tarafı değildir. İşte kaderi anlayamamamızın sebebi, ezelin burası olduğunu zannetmemiz ve ezeli, zaman çizgisi üzerinde bir yere oturtmamızdır.

Zira ezeli, burası zannettiğimizde Allah’ın yarını bilmesi için yarının gelmesi gerekecektir. İşte bu zan ve ezeliyet kavramını yanlış anlamamız ise şu soruyu sormamıza sebep olacaktır:

“Allah günahkâr olmamı yazmışsa benim suçum ne?”


Şimdi ezel kavramını, zaman çizgimizde resmettiğimizde bu sorunun ne kadar manasız bir soru olduğu anlaşılacaktır. İşte ezel bu çizginin üst kısmındaki noktadır. 


Geçmiş zamanın sol tarafı değil, bir zamansızlıktır. 

Hâl, geçmiş ve geleceği aynı anda tutan ve gören bir makamdır.

Dolayısıyla Allah bugünü gördüğü ve bildiği gibi, yarını da öbür günü de ve cennet ile cehennem hayatının yaşanacağı sonsuzluk hayatına kadar her şeyi de bugün ile birlikte görmektedir.

Allah için hâl, 


geçmiş ve gelecek gibi kavramlar yoktur. Bu kavramlar zaman ile kayıtlı olan bizler içindir.
Şimdi bu meseleyi diğer bir örnek ile inceleyelim:

Misal-2:


Şu tablo bizim zaman çizgimiz olsun. Ortası hâl yani şimdiki zaman, sol tarafı geçmiş zaman, sağ tarafı ise gelecek zaman. 


Şimdi şu zaman tablomuzun üzerine bir ayna tuttuk. Ayna, zemine yakın olduğu için sadece “hâl” aynada aksetti. 

Geçmiş ve gelecekten içine hiçbir şey girmedi. Şimdi aynayı biraz kaldıralım. Ve şu pozisyonda aynamızda hâl ile birlikte geçmiş ve geleceğinde bir bölümü aksetti. 

Aynayı biraz daha kaldırdığımızda, bir önceki pozisyonda aynada gözükmeyen geçmiş ve geleceğin bir bölümü daha onda aksetti. 

Demek aynayı kaldırdıkça, aynada gözüken zaman dilimi genişlemektedir. Şimdi aynayı en tepeye kaldıralım.

İşte bu noktada ayna hâl, geçmiş ve geleceğin tamamını içine aldı. İşte bu noktaya ezeliyet noktası denilir ki, üç zamanın tamamını aynı anda görmektir.

İşte “Allah ezelidir.” dediğimizde, Allah’ın bütün zaman ve mekânları aynı anda gördüğü, bildiği ve zaman kaydından münezzeh olduğu anlaşılır.

Misal-3:


Şimdi de ezeliyet kavramını başka bir misalde görelim. Erzurum’dan İstanbul’a doğru 3 vasıtanın yola çıktığını farz ediyoruz. 


Bu vasıtalardan bir tanesi İstanbul’a girmek üzere İzmit’te, diğeri İzmit’tekine kıyasla biraz daha geride Eskişehir’de ve 3. vasıtamızda ikisinin gerisinde Ankara’da olsun.

Şimdi bu üç vasıtaya dikkat ettiğimizde şunları görürüz: İzmit’te olan vasıtamız, Eskişehir ve Ankara’da olan araçlara kıyasla önde yani istikbaldedir. Zira onların geçeceği yollardan çoktan geçmiştir.

Eskişehir’de olan vasıtamız ise, İzmit’te olana göre geçmiştedir. Zira öndeki araç Eskişehir’den çoktan geçmiştir. Ancak Ankara’da olana kıyasla istikbaldedir. Zira daha bu araç onun mevkiine ulaşmamıştır.

Ankara’da olan vasıtamız ise diğer iki araca kıyasla da geçmiştedir. Zira bu iki araç da Ankara’yı çoktan geçmiştir.


Araçlar arasında geçmiş, gelecek gibi tabirler kullanılırken yukarıda olan ve üç vasıtayı aynı anda aydınlatan Güneş için zaman ifade eden bu tabirler kullanılmaz. 


Yani Güneş şuna göre geçmiştedir, buna göre gelecektedir, denilemez.

Çünkü Güneş bu üç vasıtayı aynı anda aydınlatmakta, ışığı ile üçünü aynı anda kuşatmaktadır.

İşte Güneş’in bu hâli, yani yerdeki vasıtalar için geçerli olan zaman kaydıyla kayıtlı olmaması ve üç zamanı aynı anda kuşatması ezeliyete misaldir.

Aynen bunun gibi, bizler de kâinatın yaratılmasıyla başlayan zaman yolunun bir noktasındayız. Bizden önce geçen her şey bize göre mazide, yani geçmişte kalmıştır.

Bugünden hatta bu andan sonraki zamanlar ve o zamanlarda yaratılacak mahluklar ise bize kıyasla istikbaldedir. Evet, şu anda bizim dedelerimiz geçmişte kaldılar.

Hâlbuki bir zaman, onların dedeleri de istikbalden torun bekliyorlardı. İşte dedelerimiz, kendi dedelerine göre istikbal olan zaman diliminde bu dünyaya uğrayıp teneffüs ederek maziye döküldükleri gibi, dedelerimize göre istikbalde olan bizler de bir gün maziye döküleceğiz. 


Ve bize göre istikbalde olan torunlarımız, hâle yani şimdiki zamana çıkacaklar.

Görüldüğü gibi, geçmiş, gelecek ve hâl gibi tabirler bizler için kullanılmaktadır. Hâlbuki her şeyi ve zamanı yaratan Allah için mazi, hâl ve istikbal gibi kavramlar yoktur.

O, misalimizdeki Güneş gibi bütün bu zamanları aynı anda ilminin ışığı ile kuşatmıştır.

O hâlde “Allah yazdı diye biz yapıyoruz.” denilemez, Zira Allah ezeliyeti ile bütün zamanları aynı anda kuşattığından bizim hür irademiz ile ne yapacağımızı bilmiş ve ne yapacaksak kader defterimize onu yazmıştır. 


Allah yazdı diye biz yapmamaktayız, bilakis biz yapacağımız için Allah yazmıştır.

Ezeliyet bahsini daha iyi kavrayabilmemiz için son bir misal daha vereceğiz.

Zira ezeliyeti anlamak, kader meselesini anlamanın anahtarıdır. Kader bahsinde bocalamanın en birinci sebebi Allah’ın ezeliyet sıfatının anlaşılamaması ve Allah’ın zaman mefhumu ile kayıtlı olduğunun zannedilmesidir.

Misal-4:


Bir şiirin tamamını bildiğiniz takdirde, sizin ilminizin, şiirin bütün mısralarına olan münasebeti aynıdır. 


Yani önceki misalde Güneş’in üç vasıtayı aynı anda seyretmesi gibi, sizin ilminiz de bütün mısralara aynı anda vâkıftır. 

Fakat şiirin mısraları için, kendi aralarında öncelik ve sonralık söz konusu olmaktadır.

Mesela, altıncı mısra; dördüncü mısradan sonra, onuncu mısradan ise öncedir. Siz şiirin ilk beş mısrasını yazıp altıncıyı yazmaya başladığınızda, artık beşinci mısra mazide kalmış, yazılmıştır. 


Altıncı mısra ise hâlde yani şimdiki zamandadır. Onuncu mısra ise henüz istikbaldedir. Yani daha vücuda gelmemiş ve yazılmamıştır. 

Hâlbuki vücuda gelmeyen bu onuncu mısra sizin ilminizde mevcuttur. O hâlde öncelik ve sonralık sizin ilminiz için söz konusu değildir.

Aynen bunun gibi, 19. asır ve o asırda yaşayanlar; 18. asra ve bu asırda yaşayanlara göre istikbalde, 20. asra göre ise mazidedir. 


Ancak zamandan münezzeh olan Allah için bütün bu asırlar; geçmiş, hal ve istikbal aynı anda ilim ve şuhud dairesindedir.

Demek “Allah’ın ezelî ilmi” dediğimiz kader, geçmiş zamanda yapılmış bir plan olmayıp zaman dışı bir plandır. Bütün geçmiş ve gelecek zamanları aynı anda tutan zaman üstü bir ilimdir.

O hâlde “Allah kaderimi yazmış, ben ne yapsam değiştiremem.” sözü son derece batıl bir sözdür. 


Zira Allah, bizim ne yapacağımızı bilmeden kader defterimizi yazmış ve bizi o yazıya göre hareket etmeğe mecbur etmiş değildir.

Bilakis, cüzi irademizle neyi tercih edecek ve hangi fiili işleyeceksek, ezeliyeti ile bilmiş ve kader defterimize yazmıştır.


Aslında mazeret olarak öne sürülen “Allah kaderimi yazmış, ben ne yapsam değiştiremem.” sözü temelde de yanlıştır. 


Çünkü kader defteri, Allah’ın ilminin bir tecellisidir. İlim ise zorlama sıfatı değildir. Bu yazı sadece bir beyandır.

Mesela ben şimdi şöyle bir yazı yazsam: “Siz yaklaşık 15 dakika sonra televizyonunuzu kapatacaksınız.” 


Şimdi siz 15 dakika sonra televizyonunuzu kapatsanız, diyebilir misiniz ki, “Eğer bu yazı olmasaydı ben televizyonumu kapatmazdım.” Elbette diyemezsiniz. 

Çünkü bu sadece bir yazıdır. Bir haberdir. Zorlama değildir.

Aynen bunun gibi, “Allah kaderimi yazmış, ben ne yapsam değiştiremem.” sözü de son derece yanlıştır. Bizlerin fiillerini Allah’ın ilmi yaratmıyor ki, ilmin unvanı olan kader defterini suçlayabilelim.


Bizim fiillerimiz Allah’ın kudretiyle yaratılmaktadır. İlmin bu yaratmada hiçbir tesiri yoktur.

O hâlde nasıl olurda biz, fiillerimizin icadında hiçbir tesiri olmayan kader defterimizi sorumlu tutabiliriz? Bu olsa olsa kişinin kendini aldatmasından başka bir şey değildir.

Zira bu sözü söyleyen kişiye deseniz ki:

“Niçin okula gidiyorsun, kaderini değiştiremezsin ki? Eğer kaderinde doktor olmak varsa, zaten olacaksın, bunun önüne geçemezsin, çalışmasan da doktor olursun. Yok eğer kaderinde doktor olmak yoksa beyhude yoruluyorsun!”

Ya da şöyle desek: 


“Niçin dükkânını açıyorsun ki, kaderinde bugün kazanmak varsa, o zaten sana gelir, dükkânını açmasan da olur. Yok eğer kaderinde bugün kazanmak yoksa dükkânını açsan da kazanamazsın, kaderini değiştirecek değilsin ya!”

Eğer ona bunları söylesek; kaderini değiştiremeyeceğini, bu yüzden okula gitmemesini ve dükkânını açmamasını tavsiye etsek, hemen savunmasını yapar ve der ki:

“Sen çalışacaksın ki, Allah versin.” Ama iş farzları eda etmeğe ya da haramlardan kaçmaya geldi mi, hemen kadere sığınır, teslimiyetçi olur, suçu kadere yükler. Bu kişinin kendisini aldatması değildir de nedir?

Hâlbuki ezeliyet bahsinde gördük ki, Allah bizi hiçbir günaha zorlamıyor. Sadece, zamanları ve mekânları kuşatan ilmiyle bizim ne yapacağımızı biliyor ve kader defterimize yazıyor.

Acaba günahımızı kadere yüklememize sebep olan ve “Allah kaderimi yazmış, ben ne yapsam değiştiremem.” dedirten şey:

Ne yapacağımızı Allah’ın ezeliyeti ile bilmesi mi?


Yani, eğer Allah bizim ne yapacağımızı bilmeseydi biz mesul olurduk da, bildiği için mesul olmayacak mıyız?

Günahını kadere yükleyen insan ne istediğine bir baksın! Ve bundan utansın!

Buraya kadar verdiğimiz misaller ile Allah’ın ezeliyetini anlamaya çalıştık. Ancak şu unutulmamalıdır ki, verdiğimiz bütün misaller, sadece akılların anlamaktan âciz kaldığı bir hakikati yakınlaştırmak için küçük birer dürbündür.

Yoksa akıllar, nasıl ki Allah’ın kudretinin ve azametinin büyüklüğünü hakkıyla anlamaktan âcizdir; aynen bunun gibi, Allah’ın ezeliyetini ve bütün zaman ve mekânlara ilminin aynı anda münasebetini de tam idrakten âcizdir.

Ancak şu sönük dürbünler bile, “Allah kaderimi böyle yazmış, benim suçum ne?” sözünün ne kadar batıl olduğunu anlatmakta ve meselenin tam anlamıyla anlaşılmasını sağlamaktadır.

Allah’ın ezeliyeti ile birlikte “İlmin maluma tabi olduğu” kaidesi de anlaşılınca göreceksiniz, kader hakkında cevapsız zannedilen bütün sorular, birden cevaplarını nasıl bulacaklar.

12 Ağustos 2013 Pazartesi

ÜLKÜCÜ




Beşir Ayvazoğlu

AKSİYON Sayı: 974 / 22-02-1997

Şu günlerde kırklı yaşlarını yaşıyorlar, fakat yakından bakarsanız çoğunun bir asır yaşamışçasına yorgun olduğunu gözlerinden okuyabilirsiniz.

Bazıları siyaset arenasında çeşitli partilere dağılmış olarak mücadelesine devam ediyor.

Bazılarıyla bürokrat veya önemli başarılara imza atmış iş adamları olarak karşılaşmak mümkün.

Basın dünyasında şöhret kazananlar da var, üniversitelerde akademik kariyer yapanlar da. Yeraltının karanlık dehlizlerinde serseri mayın gibi dolaşan babalar mabalar mı istersiniz, devlet sevgileri ve misyon vehimleri okşanarak çeşitli işlerde hoyratça kullanılan, bu arada istihbarat teşkilatlarının oyuncağı haline gelenler mi?

Her şeyden ellerini eteklerini çekip sıradan insanlar olarak hadiseleri uzaktan buğulu gözlerle ve yüreklerinde derin acılar hissederek seyredenler de var.

Birçoğu yıllarca hapishanelerde yatıp inanılmaz işkenceler görmüş, hatta idamdan paçayı kıl payı sıyırmışlardır; kimi çatışmaların kimi de işkencelerin izlerini ya vücutlarında yahut kalplerinde ve beyinlerinde mezara kadar taşıyacaklardır.

Fakat inanır mısınız, sahteleri (ki onlar 1970'lerin keşmekeşinde parsa toplamak için harekete katılmış psikopatlardır) dışında, hemen hepsi "ülkücü" kimliğini benimsedikleri günlerdeki heyecanı yüreklerinin derin köşelerinde hâlâ muhafaza ederek ülkelerine hizmet etmeye çalışan gerçek idealistlerdir.

Kıyasıya bir nefis muhasebesinden geçmiş, bir zamanlar fena halde aldatıldığını ve kullanıldığını anladığı için yaralı ve muğber bir nesil.

Evet, 1980 öncesinin ülkücülerinden söz ediyorum, şu günlerde Abdullah Çatlı ve Oral Çelik gibi adlar etrafında günah tekesine çevrilen ülkücülerden.

Onların tamamı Türk veya kendilerini Türk hisseden, fakir veya orta halli, muhafazakâr, genellikle Demokrat Parti'ye ve onun devamı olan Adalet Partisi'ne oy veren ailelerin çocuklarıydı; ilk ciddi çatışmayı gittikleri okullarda kendilerine aşılanmak istenen değerlerle evlerinde edindikleri değerler arasındaki farklılık yüzünden yaşadılar.

Mesela evde Âdem peygamber, okulda Darwin'in teorisi öğretilirdi, evde büyüklerin Ulu Hakan diye saygıyla söz ettikleri Sultan Abdülhamid, okulda Kızıl Sultan'dı; evde imkân, okulda olanaktı.

Hatta bazı öğretmenler annelerinin babalarının namazlarıyla alay eder, açıkça sosyalizm ve ateizm propagandası yaparlardı.

Bu yüzden öğretmeniyle tartıştıktan sonra ister istemez kendini kendisi gibi düşünenlerin teşkil ettiği grup içinde bulup ertesi gün de soluğu Ülkü Ocağı'nda alan çok insan bilirim.
Onların da etkilendikleri, millî ve manevî değerlerden, komünizm tehlikesinden, esir Türklerden ve yirmi birinci asrın Türk asrı olacağından söz eden, hafiften kabadayı tavırlı öğretmenleri vardı.

Solcu öğretmenlerin etrafında genellikle burjuvazi ve bürokrasinin çocukları kümelenirdi.

Yoksul veya orta halli ailelerin çocukları "sağ"da, maddî hiç bir sıkıntı yaşamayan şehirli seçkinlerin çocukları ise tuhaf bir şekilde "sol"da yer alırlardı.

Aslına bakılırsa çatışmanın arkasında, 1950'den sonra birden büyük bir hız kazanan ekonomik ve sosyokültürel değişmenin sancıları vardı.

Özellikle büyük şehirlere akarak varoşlardaki gecekondu semtlerinde tutunmaya çalışan insanlar bu sancıları iliklerine kadar hissediyorlardı; açıkçası varoşlarda her türlü siyasî tahrik ve telkine son derece uygun şartlar oluşmuştu.

Soğuk savaşın da aynı yıllarda doruk noktasına ulaşmış olması, buna ve 1961 Anayasası'nın getirdiği geniş hareket serbestîsine bağlı olarak sosyalizmin kazandığı ivme, öte yandan solcuların Sovyetler Birliği tarafından beslenip kontrol edildiğine dair derin şüphe, üzerine bir de öğrenci olayları eklenince, halkın geleneksel "Moskof" düşmanlığıyla birleşerek çatışmanın psikolojik zeminini hazırladı.

Siyasî konjonktürün palazlandırdığı sol sadece öğrenci hareketleriyle değil, asıl kitlenin değerlerini acımasızca hırpaladığı sineması, tiyatrosu ve edebiyatıyla da gündemi elinde tutarak baskısını açık bir biçimde hissettiriyor, iletişim araçlarını bu yolda doğrusu çok iyi kullanıyordu.

Tam o sıralarda Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'ni ele geçiren Alparslan Türkeş ve arkadaşları sola karşı özellikle üniversite gençliğine yönelik teşkilatlanma faaliyetlerine başlamış, Milliyetçi—Toplumcu Yüksek Tahsil Talebe derneklerini kurmuşlardı.

Ne var ki Demokrat Parti'yi askerî bir darbeyle iktidardan uzaklaştıran kadronun içinde yer almış, üstelik Nihal Atsız çizgisinde kuru bir Türkçülüğü savunan eski subayların yönettiği bir partinin geniş halk kitlelerine ulaşması imkânsızdı.

Bunun için 1969 yılında Adana'da yapılan kongre, aynı zamanda CKMP içinde Nihal Atsız Türkçülüğünü savunanlarla İslam'a daha yakın bir milliyetçiliği savunanların hesaplaşması şeklinde cereyan etmiş, sonuçta, Osmanlı üç hilalini benimseyenler, gamalı haça benzetilmiş üç hilali savunanları tasfiye ederek partinin adını Milliyetçi Hareket Partisi olarak değiştirmişlerdi.

CKMP güdümündeki Milliyetçi Toplumcu Yüksek Tahsil derneklerinin adı da nasyonal sosyalizmi çağrıştırdığı için kısa bir süre sonra terk edilecekti.

Artık Ülkü Ocakları vardı ve Serdengeçti'nin deyişiyle biz "Tanrıdağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman”dık.

Ve otoritesi tartışılamayan Alparslan Türkeş yönetimindeki MHP ile Ülkü Ocakları, köylerden büyük şehirlerin varoşlarına kadar uzanan geniş bir alanda propaganda ve teşkilatlanma faaliyetine girişerek ekonomik ve sosyokültürel değişmenin tabii sonucu olan tepkiyi ve memnuniyetsizliği büyük ölçüde antikomünizm etrafında yönlendirmeyi başardı.

Tepki ve taleplerini MHP'nin ve Ülkü Ocakları'nın şemsiyesi altında ifade eden gençliğin psikolojisi, aslında —Mustafa Çalık'ın önemli çalışması istisna edilirse* pek incelenmemiştir.

Ülkücülüğü Başbuğ Türkeş'in güçlü otoritesine hayran olarak benimseyenler de vardı, solcu gençlerin uzun saçlarına, favorilerine ve modern kızların mini eteklerine kızarak benimseyenler de.

Kısacası modernleşmeye karşı geleneğin kültür kodlarına bağlı tabanın duyduğu şiddetli tepki çeşitli şekillerde ifadesini bularak kolayca MHP'de ve ülkücü harekette yerini alabiliyordu.

Ülkücülerin kültür kaynakları arasında, Türkçülüğün fikir cephesini yapanlar kadar, İslamcılar da vardı; yaşarken uzlaşamamış bazı şahsiyetler, mesela

Ziya Gökalp ile Mehmed Âkif,

Nihal Atsız ile Necip Fazıl,

ülkücü bir gencin kafasında rahatlıkla uzlaşabiliyordu.

Birçok gencin Türkçü, daha sonra ülkücü olmasında, Nihal Atsız'ın Bozkurtların Ölümü ve onun devamı olan Bozkurtlar Diriliyor adlı romanlarının rolü çok önemlidir.

Belli bir yaş döneminde gerçekten etkileyici olan bu romanlarda, Göktürkler'in bağımsızlıklarını yitirerek Çin'in boyunduruğuna girmeleri, Kürşad'ın kırk arkadaşıyla giriştiği ihtilâl ve nihayet bağımsızlığın yeniden kazanılışı anlatılır.

Atsız'ın bu romanlarında çizdiği Türk tipi, ülkücü tipinin oluşmasında etkili olmuştu.

Bu romanları okuyanların gözlerinde, yiğitliği ve kahramanlığı hayatının tek gayesi haline getirmiş, yaşamak deyince savaşmayı anlayan, hile hud'a bilmez, arkadan vurmaz, hürriyetine düşkün, dağları ve bozkırları şehir hayatına tercih eden insanlardan oluşmuş göçebe bir kavim canlanırdı.

Bozkurt sembolü, aşağı doğru sarkan bıyıklar ve abartılı erkek tavırlarının kaynağı bu romanlardı. Her ülkücü Kürşad'ın kırkıncı yiğidiydi! Malazgirt'te Alparslan'la, İstanbul önlerinde Fatih'le, Çaldıran'da Yavuz'la, Mohaç'ta, Zigetvar'da Kanunî ile zaferler kazanır, çöküş devirlerinden nefret ederlerdi.

Yirmi birinci asrın Türk asrı olacağına yürekten inanmışlardı. Hepsi saftı, delikanlıydı.

İdeolojik mücadelenin doruk noktasına ulaştığı yıllarda, Atsız'ın romanları, Kurt Karaca'nın Milliyetçi Türkiye'si ve Alparslan Türkeş'in Dokuz Işık'ıyla (bunlar "doktrin" kitaplarıydı) yetinmeyerek "dâvâ"sını en iyi şekilde savunabilmek için daha fazla bilgiye ihtiyaç hisseden ülkücülerin okuyabilecekleri kitapların pek fazla olduğu söylenemezdi.

Daha çok komünizm, siyonizm ve masonluk aleyhindeki kitaplar okunur, Kızıl Zindanlar, Sağ—Sol Kavgası, Bir Nesli Nasıl Mahvettiler ve Kara Kitap gibi bilgilendirmekten çok bileyen kitaplar elden ele dolaşırdı.

Kültürlü bir ülkücünün kitaplığında, meal, tefsir, hadis ve ilmihal gibi temel dinî kaynaklardan başka,

Gökalp'in Türkçülüğün Esaslarıyla
Âkif'in Safahat'ı,
İsmail Hami Danişmend,
Necip Fazıl,
Peyami Safa,
Osman Yüksel Serdengeçti,
Erol Güngör,
Cevat Rifat Atilhan ve
Seyyid Ahmed Arvasi gibi yazarların kitapları mutlaka bulunurdu.

Millî Eğitim Bakanlığı'nın 1969 yılında yayımlamaya başladığı, genel okuyucunun

Yahya Kemal,
Ahmet Haşim,
Ahmet Hamdi Tanpınar

gibi edebiyatımızın önemli isimlerine ulaşmasını sağlayan, hepsi "temel" olmasa da, çok sayıda önemli kitabın yer aldığı 1000 Temel Eser dizisi ise ülkücünün kitaplığını ve ufkunu bir hayli genişletmişti.

Yine 1969 yılında yayımlanan bir kitap ülkücülerin tarihe ve Türk—İslâm medeniyetine bakışında önemli bir değişime yol açtı:

Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi. Selçuklu tarihi sahasında dünya çapında bir uzman olan Prof. Dr. Osman Turan'ın diğer eserlerine nazaran epeyce pragmatik olan bu kitabındaki tezi, adından ve 'Türk Dünya Nizamının Millî, İslamî ve İnsanî Esasları' şeklindeki alt başlığından açıkça anlaşılmaktadır.

Bu kitabı okuyan ülkücü gençler, misyonlarının birden dünya çapında genişlediğini görüyor, Türk tarihinden kaynaklanacak bir milliyetçiliğin insanî boyutlar taşıması gerektiğini düşünmeye başlıyorlardı.

Fakat çoğunun uzun boylu okuyup düşünmeye vakti ve sabrı yoktu; çünkü birileri düğmeye basmış, sokakta akıl almaz bir cinnet yaşanmaya başlamıştı.

"Devlet elden gidiyordu!" Onlar ki, her biri bir devlet mistiğiydi, "fena fi'd—devle" olmuşlardı.

Ülkelerine "sevdalı değil, kara sevdalı"ydılar. Türkiye'nin ve Türklüğün düşmanları olduğuna inandırabilirseniz dağlara bile kafa tutabilirlerdi.

Sonunda uğruna savaştıkları devlet tarafından tepelendiler. Olsundu, devletti o, hem severdi, hem döverdi; lütfu da hoştu, kahrı da hoş.

Ezildiler, ufalandılar, aşağılandılar. Yine de "devlet" görev'e çağırınca her şeyi unutup koşacaklardı.

1970'lerde birbirine kırdırılan nesil, sağıyla soluyla, Cumhuriyet tarihinin Türkiye'yi yeni ufuklara taşıyabilecek en "ülkücü" ve enerjik nesliydi, yazık oldu.

Bilseniz, ne çocuklardı onlar!**

* Mustafa Çalık: MHP Hareketi/Kaynakları ve Gelişimi 1965—1980, Cedit Neşriyat, Ankara 1995

** 1980 öncesi ülkücüleri hakkında Ahmet Turan Alkan nefis bir deneme yazdı. Bütün okuyucularıma hararetle tavsiye ederim: "Yatağına Kırgın Irmaklar", Türk Edebiyatı, Sayı 279, Ocak 1997.

Beşir Ayvazoğlu
ANAHTAR KELİMELER


ÜLKÜCÜ, Beşir Ayvazoğlu, Abdullah Çatlı, Oral Çelik, Ülkü Ocağı, SAĞ, SOL, Sosyalizm, Moskof, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi, Alparslan Türkeş - Dokuz Işık, Milliyetçi—Toplumcu Yüksek Tahsil Talebe Dernekleri, Nihal Atsız, CKMP, Milliyetçi Hareket Partisi, nasyonal sosyalizm, Ülkü Ocakları, OSMAN YÜKSEL Serdengeçti,  "Tanrıdağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman”, MHP, Mustafa Çalık, modernleşme,  geleneğin kültür kodları, Ziya Gökalp, Mehmed Âkif, Necip Fazıl, Bozkurtların Ölümü, Bozkurtlar Diriliyor, Göktürkler, Kürşad, Bozkurt sembolü, Kürşad'ın kırkıncı yiğidi, Kurt Karaca - Milliyetçi Türkiye, doktrin, dâvâ, komünizm, Siyonizm, masonluk, Kızıl Zindanlar, Sağ-Sol Kavgası, Bir Nesli Nasıl Mahvettiler, Kara Kitap, Gökalp - Türkçülüğün Esasları, Âkif - Safahat, İsmail Hami Danişmend, Peyami Safa, Erol Güngör, Cevat Rifat Atilhan, Seyyid Ahmed Arvasi, Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Ahmet Hamdi Tanpınar, Prof. Dr. Osman Turan - Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, 'Türk Dünya Nizamının Millî, İslamî ve İnsanî Esasları', "Devlet elden gidiyor!", Devlet, “Bilseniz, ne çocuklardı onlar!”, Mustafa Çalık: MHP Hareketi/Kaynakları ve Gelişimi 1965—1980, Cedit Neşriyat, Ankara 1995, 1980 öncesi ülkücüleri "Yatağına Kırgın Irmaklar" Ahmet Turan Alkan - Türk Edebiyatı, Sayı 279, Ocak 1997.