12 Ağustos 2013
AHMET GÜRBÜZ*
Doğu-İslam dünyasının özellikle son yüzyıllardaki perişan halinin ya da
başka bir ifadeyle “Müslümanların geri kalmasının” gerçek temel
nedenleri üzerine yoğunlaşıldığında; bu konuda, ilk bakışta birbiriyle
çelişik ve karşıt gibi görünen, fakat derinlemesine irdelendiğinde aynı
özü ve yanıtı içerdiği anlaşılabilecek olan iki klasik açıklama
biçiminin varlığından söz edilebilir, bilindiği gibi.
Diğer açıklama biçimi ise, görünürde tam tersi bir ifadeyle, Müslümanların ve doğu-İslam toplumlarının “dinden/İslamiyet'ten uzaklaştığı için” özellikle bu son yüzyıldan itibaren olumsuz konuma düştüğünü ileri sürmektedir.
Yukarıda işaret edildiği gibi, doğu-İslam dünyasının içinde bulunduğu olumsuz durumun temel nedenlerine ilişkin olarak getirilen bu iki açıklama biçimi, görünürde ve ilk bakışta birbirine tümüyle ters ve karşıt açıklamalar gibi ortaya çıksalar da, derinlemesine ve özlü bir irdelemeyle, aslında bu iki “karşıt” açıklamanın aynı temel özü ve anlamı barındırdığı ve bu yönüyle -paradoksal da olsa- özdeş açıklamalar olarak nitelendirilip değerlendirilebileceğini kavramak mümkündür.
Şöyle ki; İslam-doğu toplumlarının “din nedeniyle geri kaldığını” ileri süren açıklama biçiminin, bu bağlamda “din” kavramıyla kastettiği, kuşkusuz öz ve anlam olarak içi boşaltılmış ve kendini / başkalarını kandırıp avutmanın bir aracı haline getirilmiş ‘reel din algısı ve olgusundan' başka bir şey değildir.
Yine bunun gibi, doğu-İslam coğrafyasının / Müslüman toplumların “dinden/İslamiyet'ten uzaklaştığı için geri kaldığını” ileri süren açıklama biçimi de, gerçekte, dinin temel öz ve ruhunun dıştalandığını ve anlamsızlaştırıldığını, dinselliğin yalnızca ruhsuz ve özsüz bir kılıf / görüntüye büründürüldüğünü ve Müslümanların / İslam coğrafyasının bundan ötürü günümüzde olumsuz toplumsal yaşam biçimlerine tutsak kaldığı görüşünü içermektedir.
İlk bakışta ve görünürde karşıt anlamlı gibi duran bu iki açıklama biçimi sentezlenerek denilebilir ki, doğu-İslam dünyasının içinde bulunduğu olumsuzluğun temel nedeni, evet “din”dir ya da en azından “din” ile ilgilidir.
Hakikatte bir bireysel ve toplumsal kurtuluş / esenlik vesilesi olması gereken din ve dinsellik; temel öz, anlam ve ruh itibarıyla yok edilerek, zulmün, haksızlığın, sömürünün, zulme ve sömürüye karşı sessiz kalmanın vb. bir aracı haline getirilmiştir.
İSLAM TOPLUMLARINDA ADALET
Şimdi de biraz bu yok edilip anlamsızlaştırılan din/İslamiyet'in temel öz, anlam ve ruhunun ne olduğuna bakalım.
Konunun ayrıntılarına girmeden, kesin bir ifade olarak denebilir ki, din / İslamiyet'in maddi yaşam (“dünya hayatı”) açısından belirleyici olan en temel kriteri “adalet” kavramına / adaleti gözetmeye ilişkindir.
Din / İslamiyet'in insanın başkalarıyla ve çevresiyle olan ilişkileri açısından, toplumsal yaşam açısından, insancıl ve esenlikli bir dünyanın kurulabilmesi açısından, toplumsal ahlak ve hukuk açısından belirleyici olması gerektiğini vurguladığı en temel değer, ilke ve ölçüt “adalet”tir.
Din / İslamiyet'in diğer iki temel vurgusu olan inanç ve ibadet boyutları daha çok birey olarak insan ile Tanrı arasında yaşantılanırken; “adalet” vurgusu ise, hem bir birey olarak insan ile Tanrı ve hem de somut toplumsal yaşamla / “diğer insanlarla” ilgili ve geçerli olarak söz konusu bulunmaktadır.
Dolayısıyla “adalet” kavramının insanlar arası ilişkileri, insanın çevresiyle olan ilişkilerini, toplumsal yaşamı, toplumsal ahlak ve hukuku doğrudan ilgilendiren ve belirleyen boyutunun, insani ve evrensel bir özellik taşıması nedeniyle, sosyal bilimler ve özellikle hukuk açısından irdelenip açıklığa kavuşturulması çok büyük değer ve önem taşımaktadır.
Kuşkusuz “adalet” kavramına çok çeşitli açılardan / boyutlardan bakılabilir.
Eşitlik, özgürlük, toplumsal adalet, temel insan hakları vb. biçiminde belirginleşen ve günümüzde Evrensel Hukuk Değerleri ve İlkeleri dediğimiz ve tüm kadim insanlık kültürünün ürünü olan temel değer ve ilkeler, kuşkusuz, soyut adalet kavramının açılımı ve detayları olarak kabul edilmelidir.
Ne var ki özellikle İslam toplumlarının çok daha aşina olması gereken, çünkü / öyle ki her cuma günü cuma hutbesinde Müslümanlara hatırlatılması gelenekselleşmiş “Haberiniz olsun ki Allah, size adaleti, iyilik yapmayı ve akrabalara yardımda bulunmayı emrediyor; hayâsızlığı, kötülüğü ve azgınlığı yasaklıyor.
Dinleyip, anlayıp tutasınız diye size öğüt veriyor.” ayeti ile Müslümanların “entelektüel bilgilenmelerinin zirvesinde yüzen” adalet kavramına, yeniden ve tüm çıplaklığıyla bakabilmek gerekir. En doğal, net ve ilk temel anlamı itibarıyla, nedir adalet ve adaletli olmak?
“Adalet” kavramının en birincil/aşikâr/yalın anlamının “haksızlık / zulüm yapmamak, herkesin temel insani haklarını kabul ve teslim etmek” olduğunda hiçbir kuşku ve belirsizlik yoktur.
Bu noktada “adalet” kavramının” maddi” ve “manevi” olmak üzere iki temel boyutunun olduğunu belirtmek gerekir.
Adaletin maddi anlamdaki boyutu “maddi/ekonomik yaşam alanına ilişkin konularda haksızlık yapmama/herkesin hakkını kabul ve teslim etmeyi” içerirken; manevi anlamdaki boyutu ise “manevi / anlamsal / kültürel yaşam alanına ilişkin konularda haksızlık yapmama / herkesin hakkını kabul ve teslim etmeyi” kapsar.
Dolayısıyla siz eğer, aynı zamanda dini / İslami anlamdaki adalet kavramını bir temel değer olarak kabul ettiğinizi düşünüyorsanız; bu durumda birey / grup / topluluk / cemaat / toplum / ülke vb. bir süje olarak, yine hiçbir birey / grup / topluluk / cemaat / toplum / ülke vb. süjeye karşı, hem maddi/ekonomik anlam ve alanlarda ve hem de manevi / kültürel / inançsal anlam ve alanlarda olmak üzere “haksızlık yapmamak, hakkını kabul ve teslim etmek” tavrını göstermek zorundasınızdır.
GERÇEK DİN, İDEOLOJİ ÜRETİMİ VE ÇATIŞMA
Son bir-iki yüzyıldan bu yana Batı emperyalizminin kendi çıkarlarını kollayıp artırmak amacıyla doğu-İslam coğrafyasını “böl-parçala-sömür” yaklaşımıyla perişan hale getirebilmesinin en önemli nedenlerinden birisi, doğu-İslam toplumlarının adalet kavramının bu iki boyutunu ve özellikle manevi/kültürel boyutunu dışlayan toplumsal tavırlar sergilemeleridir.
Farklı manevi/kültürel inanç yapıları yüzyıllarca aynı coğrafyada bir arada ve birbirine saygılı bir biçimde yaşayabilmişken -çünkü bu, yukarıda vurgulandığı gibi temel adalet değerinin manevi boyutunun gereğidir- son yüzyıllarda bu farklılıklar doğu-İslam coğrafyasındaki toplumların birbirleriyle çatışma / kavga / savaş içine girmesine -kuşkusuz Batı emperyalizminin derin politikalarının da kışkırtmasıyla- yol açmıştır.
Sömürgeci / emperyalist / kapitalist Batı modernitesinin, dünya görüşü ve yaşam felsefesi olarak egemen olduğu Batılı toplumlarda -bireysel, toplumsal ve küresel çıkarları gereği- çok farklı kültürel yapılar bir arada ve sorunsuz bir biçimde yaşamayı sürdürebilmekteyken;
doğu-İslam coğrafyasında ve toplumlarında bunun tam aksine ve kuşkusuz paradoksal bir biçimde, en ufak fikir ayrılıkları/farklı düşünce ve inanç yapıları doğulu-Müslüman birey / grup / topluluk / cemaat / toplum / ülkelerin birbirlerine hayat hakkı tanımamalarına, iç çatışmalara, kardeş kavgalarına yol açabilmektedir ne yazık ki.
İslam - doğu coğrafyasının / toplumlarının içinde bulunduğu dram ve trajedinin temel nedenlerinden birisi olarak, yine Batılı kapitalist modernitenin “icat edip”, birbirine kırdırıp sömürmek için doğu - İslam toplumlarına “ihraç” ettiği “ideoloji” ve “ideolojik insan” olgu ve kavramlarına da bu bağlamda değinmek gerekir.
Gerçekten de doğu-İslam toplumlarının entelektüel yapılanmalarında dinin / İslamiyet'in bir “ideoloji” ve dindar / Müslüman'ın da bir “ideolog/ideolojik insan” tiplemesine dönüştürülmesi, dinin özünden ve bu bağlamda adalet değerinden uzaklaşılmasına, dinsel algının bir çıkar / iktidar / şiddet / çatışma aracı haline dönüştürülmesine ve en son tahlilde de günümüzde içinde bulunulan trajik/dramatik realitenin gerçekleşmesine yol açmıştır.
Son vurgu olarak, doğu-İslam dünyasının içinde bulunduğu reel trajik / dramatik durumundan kurtulması için, adalet değerinin, maddi ve manevi boyutlarını kapsamak koşuluyla içselleştirilip pratize edilmesinin önem ve değeri ifade edilmelidir.
Dünyanın ezilen/sömürülen doğu-İslam coğrafyasının özellikle aydın ve politikacıları başta olmak üzere tüm birey ve grupları, birbirlerine karşı her ne nedenle olursa olsun şiddet ve baskı uygulama yoluna başvurmamak durumunda/zorunda olduklarına adeta “amentü”nün bir temel ilkesi olarak “iman etmeli”; başlarına gelen ve gelecek olan tüm olumsuzlukların kaynağında, direkt ya da dolaylı olarak sömürgeci Batı emperyalizminin “kendi çıkarları ve mutlulukları için her şeyi mubah gören” anlayış ve politik yaklaşımının bulunduğunu kavrayabilmeli ve bunun üzerinde teorik ve pratik yoğunlaşmalarda bulunmalıdır.
*Prof. Dr., Bingöl Üniversitesi