Popüler Yayınlar

20 Ağustos 2013 Salı

Kutuplaşma demokrasiyi bozduğunda -1: Demokrasiden şüphe etmek

20 Ağustos 2013
Toplumların içindeki gerilimlerin bir zamanlar dünya savaşları çıkartan ülkeler arasındaki gerilimlerden daha yıkıcı ve zorba olduğu bir zamanda yaşıyoruz.

Üstelik bir yönetim tercihi olarak demokrasinin şiddet ve zalimlik gösterilerine sebep olduğu bir tarihsel andan geçiyor olabiliriz.

Demokrasi pratiğinden kaynaklanan bu zorluklar, dolaylı olarak ve büyük bir ironiyle otoriter hükümetin ılımlı hallerini meşru kılıyorlar.

Yıllarca “demokrasi”nin her ulus için “tüm hükümet şekilleri arasından en az kötü” olanı olduğunu varsaydıktan sonra demokrasiden şüphelenmek için bolca sebep var. Bu tespiti gönülsüzce yapmaktayız.
 
Otoriter idare biçimlerinin herkesin, özellikle de siyasete eğilimli olanların, özgürlüklerini kısıtladığına dair bir şüphe olamaz. Ayrıca her zaman olmasa da genel olarak otokrasiye sönük bir kültürel atmosfer eşlik eder.

Elizabeth dönemi İngiltere'yi düşünelim: Shakespeare ve onun çağdaşı edebiyat devleri vardı.

Geçmişte toplumun en saygı gören düşünürlerinin siyasi sorunlar için demokrasiyi suçladığı kritik dönemler olmuştur.

Batı demokrasisinin beşiği Antik Yunanistan'da Plato, Aristo ve Thucydides, Atina'yı sorumsuz ve bedeli ağır maceralara sürükleyen halk siyasetinden korkmuş, demokratik olmayan hükümet biçimlerini tercih etmişlerdir.
 
Elbette demokratik nitelikleriyle gururlanan ülkelerde bile kurulu düzenin demokrasiden korktuğu zamanlar olmuştur.

ABD'deki etkili kişiler Vietnam Savaşı'nın sonuna doğru seslerini çıkardıklarında muhafazakârlar bu sesleri demokrasinin aşırılıkları olarak yorumlamışlardı.

Bu yorumların çok bilinenlerinin birinde Samuel Huntington, Üçlü Komisyon'un yayınladığı bir makalesinde ABD'deki savaş karşıtı hareketi köpekleri huzursuz eden bir hastalığa benzetti.

İnsanların savaş ve barış gibi konuları hükümete bırakmaları gerektiğini açıkça ifade etti.
 
Sovyetler Birliği'nin çöküşünün Batı'da liberal demokrasinin otokratik sosyalizmin üzerindeki ideolojik zaferi olarak yorumlanışının ardından sadece yirmi yıl geçti.

1990'larda dünya barışı gibi amaçlar doğrudan demokrasinin yayılmasıyla eşleştirildi.

BM'nin güçlendirilmesi ya da uluslararası hukuka saygı gösterilmesi gibi reformist projeler ise rafa kaldırıldı. Avrupa ve Amerika'daki üniversitelerde “demokratik barış” teorisi ve pratiği çalışıldı.

Demokrasilerin asla birbirleriyle savaşa gitmeyeceği iddiasını belgelemeye ve açmaya çalıştılar. Eğer böyle bir tez doğrulanırsa çok ciddi politika yansımaları olacaktır.

 Daha fazla ülke “demokratik” olursa, uluslararası ilişkilerin barışçıl bölgesi genişleyecektir sonucu çıkar. 

Egemen devletler için demokrasinin bu teşvik edici getirisi Avrupa Birliği tecrübesiyle de desteklenmiş oldu.

AB hem demokrasiyi besledi hem de dünyanın en kötü savaş alanı olmuş olan bir coğrafyasında barış kültürü tesis etti.
 
11 Eylül'ün ardından Bush yönetimi “demokrasi teşvikini” ABD'nin Ortadoğu'da yürüttüğü yeni muhafazakâr dış politikanın önemli bir ayağı haline getirdi.

Demokrasinin bu şekilde desteklenmesine dair şüpheler, özellikle de 2003 Irak işgalinden sonra geniş çevrelerce paylaşılıyordu.

 ABD hükümetinin bölgede demokratikleşme aktörü olarak kendini kimselere sormadan atamış olması sertçe eleştirildi.

Demokrasi gelişimini askeri müdahaleye oturtan Amerikan yaklaşımı tüm saygınlığını yitirdi. Irak, Afganistan ve Libya'da sözde otoriterlik karşıtı müdahaleler demokrasi değil, yozlaşma, kaos ve sonu gelmeyen bir şiddet ekmiş oldu.

Bu hayal kırıklığı yaratan tecrübenin yanı sıra yabancı liderler ve dünya kamuoyu Washington'ın dünyaya en iyi meşru hükümet modelini sağladığına dair kibirli ısrarını reddetti.
 
Bu tecrübelere rağmen demokrasinin kabul edilebilir tek siyasi senaryo olarak tercih edilmesi evrensel bir kabul olarak kaldı.

Elbette tek tek vakalar incelendiğinde çok derin görüş ayrılıkları var. Demokrasiye kucak açmakla ilgili bazı kısmi istisnalar da oldu.

Örneğin Ortadoğu'da istikrar ve birlik kaynağı olarak monarşilere destek verildi. Fakat doğrudan eleştirilmediklerinde bu kralların bile yaklaşımlarının demokratik olduğu iddia edildi.

Demokrasiler vatandaşı devlet suistimalinden koruyarak, insanları seçim yoluyla milli hükümete yetki verme gücüyle donatarak, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına saygılı bir yönetim süreci sağlayarak saygınlıklarını korudular.
 
Ortadoğu'da son on yıldaki şu gelişmeler bu bahsedilen konuları ön plana çıkardı: İran'da teokratik demokrasiye karşı Yeşil Devrim, Türkiye'de çoğulcu demokrasinin laikler tarafından reddedilmesi ve Arap ülkelerinde özellikle de Mısır'da 2011 otoriter yönetim karşıtı ayaklanmaların ardında cereyan eden çeşitli geçiş dönemi senaryoları.

Bölgenin çektiği eziyetler Osmanlı İmparatorluğu sonrasındaki sömürgecilik, Sovyetler Birliği ile Soğuk Savaş rekabeti içinde olan bir Amerikan hegemonyasıdır.

Bunlar İsrail'in ortaya çıkışı ve yoksunlaştırılmış Filistin halkının devam eden çatışmasıyla birlikte artmıştır.

Bölgenin bu sorunları “iyi yönetim” meselesini baştan kaybedilmiş bir savaşa dönüştürmüştür. Bu en azından 2011'e kadar böyle olmuştur.

Böyle bir tarihsel arka plan karşısında “Arap Baharı” etiketi yakıştırılan demokratikleşme anının bölgede ve dünyada bu kadar heyecan yaratması doğaldır.

İki yıl sonra bu olayları Suriye, Mısır, Libya ve diğer yerlerindeki gelişmelerin ışığında duygudaşlık kurarak değerlendirmek gerekiyor.
 
Yakın zamanda bölgede tartışmalı bir fikir ortaya çıktı. Buna göre vatandaşlar hükümetin hesap vereceği son mercilerdir ve eğer hükümet kötü yönetirse, seçimleri ya da resmi kanalları beklemeden görevden alınabilir.

Bu popülist vetoyu son dönemde bu kadar tartışmalı yapan ise hükümet bürokrasisinin en gerici öğeleriyle, özellikle de silahlı kuvvetler, polis ve istihbarat ile koalisyona girme eğilimidir.

Bu tür koalisyonlar ilk bakışta tuhaf gözüküyorlar, halkın kendiliğinden ayaklanmasıyla devlet gücünün en fazla zor kullanan öğelerini bir araya getiriyorlar.

2013 Tahrir Meydanı'nda dile getirilen gerekçe sadece askeri bir darbenin 2011 devrimini kurtarabileceğiydi.

Bunu eleştirenler ise nefret edilen bir diktatöre karşı olan halkın ayaklanması ile sonra gelen yukarıdan idare edilmiş ve demokratik bir şekilde seçilmiş bir yönetimi iktidardan düşürmeyi hedefleyen hareket arasında keskin bir ayrım yapıyorlar.
 
Arap ayaklanmaları
 
2011 yılında Arap dünyasındaki büyük isyan hareketleri Tunus ve Mısır'da nispeten kansız zaferler kazanan ve diğer yerlerde de otoriter idarenin temellerini sarsan otoriterlik karşıtı cesur halkçı hareketler olarak takdir gördüler.

Demokrasi, Batılı uzmanların otoriter olmayan herhangi bir idare biçimini benimsemeyeceği iddia edilen bir bölgede tekrar ilerlemeye başlamıştı. Batılı uzmanlar bu tespitten, petrol aktıkça, İsrail güvende oldukça ve radikal eğilimler kontrol altında tutuldukça pek rahatsız da olmuyorlardı.

Arap siyasi kültürü siyasi pasiflik ve yozlaşmış elitlerin hâkim olduğu ve askeri bir devlet tarafından desteklendikleri bir ortam olarak görülüyor ve Oryantalleştiren bir bakış açısından yorumlanıyordu. Arkaplanda eğer insanlar kendi tercihlerini belirtebilirlerse sonuç İran tarzı İslamcılığın yayılması olabilir korkusu bulunuyordu. 
 
Yalnızca iki sene sonra sadece Arap dünyasında değil tüm dünyada demokrasinin işlerliği hakkında ciddi şüpheler yaratan kasvetli bir siyasi ortam olması dünya hakkında iyi şeyler söylemiyor.

Siyasi kültürün içinde meşruiyet ve yönetim krizlerine yol açan derin siyasi ayrışma hatları olduğu ve bu krizlerin ancak bir ihtimalle kaba güç kullanımı ile idare edilebileceği anlaşıldı.

Bu çatışmalar bir dizi ülkede etkin ve insancıl hükümetlerin kurulma ihtimalini yok ediyor.
 
Mısır'da askerin 3 Temmuz'da yönetimi devralmasının ardından yaşanan dramatik ve kanlı olaylar bu gerçekleri küresel siyasi bilinçte öne çıkardı.

Fakat Mısır çatışan dini, etnik ve siyasi güçleri “kazanan her şeyi alır” mücadelesinde birbirleriyle çarpıştıran kutuplaşma krizlerinin zehirli sonuçlarını yaşayan tek ülke değil. Irak, her gün Sünni ve Şiiler arasında mezhep çatışmasından kaynaklanan şiddeti yaşıyor.

Bu da Amerika'nın ülkeyi diktatörlükten kurtarmak için giriştiği haçlı seferinin ve on yıllık işgalin ardından ne kadar başarısız olduğunu ortaya koyuyor.

ABD, demokrasi getirmek yerine kaos, iç savaş tehdidi ve ülkeyi ancak otoriter bir rejimin barışa ulaştırabileceği inancını yerleştirdi.

Türkiye de 11 yıllık sıra dışı AKP başarısına ve periyodik olarak seçmen tarafından desteklenen dinamik liderliğe rağmen devam eden kutuplaşmanın istikrarsızlaştıran etkisini yaşamakta.

AKP başarıları arasında siyasi kurumları güçlendirmek, silahlı kuvvetleri zayıflatmak, ekonomiyi iyileştirmek ve ülkenin uluslararası konumunu geliştirmek sayılabilir. Kutuplaşma bir Ortadoğu sorunu olarak ele alınmamalıdır.

ABD'de iki siyasi parti arasında vatandaşlarına insancıl bir biçimde hizmet eden ya milli fayda için çalışan hükümeti maziye gömecek derecede kutuplaştırıcı bir mücadele mevcut.

Elbette Amerika'daki bu demokratik kazanımlarını eriten eğilim Wall Street'in her şeyi parayla alakalı kılan hesaplarından ve 11 Eylül'de de kaynaklanmaktadır.

11 Eylül hâlâ hükümeti kendi vatandaşları dâhil herkesi her yerde potansiyel terörizm şüphelisi olarak görmesini gerektiren bir güvenlik tehdidi oluşturmaktadır.

Kutuplaştırmanın doğası çeşitli ve karmaşıktır, içinde bulunduğu bağlamı yansıtır.

Mısır ya da Türkiye'de olduğu gibi din ve laiklik ekseninde bir ayrım etrafında toplumsal olarak kurulabilir. Irak'ta gördüğümüz gibi bir din içindeki ayrımlara dair olabilir.

Sınıflar, etnisiteler ve siyasi partiler arasında da olabilir. Tarihin somutluğu içerisinde her bir kutuplaşma vakası kendi koşullarıyla var olur.

Çoğunlukla azınlıkların ayrımcılık ve marjinalleşmeye dair korkularını, sınıf savaşını, etnik ve dini rekabeti (Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkında olduğu gibi) yansıtabilir. Ayrıca Ortadoğu'da kutuplaşma sadece bir iç mesele değildir.

Kutuplaşma aynı zamanda güçlü dış aktörler tarafından yönlendirilmektedir ve bunun boyutlarını bilmek mümkün değildir.

Geçtiğimiz ay Kahire'deki gösteriler sırasında hem Mursi karşıtı hem de Mursi yanlısı göstericilerin Amerika karşıtı sloganlar atması çok şey anlatır.
 
Mısır ve Türkiye
 
Mısır ve Türkiye'de kutuplaşma şartları birbirinden çok farklı olsa da ortak bir paydaya sahipler.

İkisinde de İslami yönelimli siyasi güçler yıllarca marjinalleştirildikten ve Mısır örneğinde zorbalıkla bastırıldıktan sonra toplumun gölgelerinden sıyrılıp çıktılar.

İki ülkede de silahlı güçler devletin Batı'nın stratejik çıkarlarına ve neoliberal iktisadi çıkarlarına hizmet eden laik elitlerin kontrolünde kalmasında önemli bir rol oynadılar.

Şimdiye kadar periyodik mahkemelere ve davalara rağmen Türkiye modernite bulmacasını Mısır'a göre çok daha ikna olarak çözmüşe benziyor.
           
İki ülkede de seçimlerin getirdiği siyaset yerlerinden edilmiş laik elitlerin kabul edemediği radikal iktidar değişiklikleri getirdi.

İki ülkenin muhalif güçleri yıllarca iktidarda kaldıktan sonra kendilerini birden demokratik araçlarla iktidarı kaybetmiş buldular.

Üstelik gelecek seçimlerde siyasi hâkimiyetlerini yeniden kazanma ihtimalleri de yoktu.

İktidarı ve nüfuzlarını eskiden ezilen ve sömürülen kesimlere kaybetmişlerdi. İktidardan düşenler yeni rollerini kabullenmekte zorlandılar.

Özellikle de değerlerini modernite karşıtı buldukları ve özgürlükle özdeşleştirdiklerini hayat biçimlerini tehdit ettiklerine inandıkları toplumsal kesimlerden daha aşağı bir statüde olmakta zorlandılar. Acı bir biçimde şikâyet ettiler, dinamik bir biçimde örgütlendiler ve mobilize oldular.

Siyasi çoğunluğun kararını mümkün olan her yolla geri çevirmeye çalıştılar. Demokrasi dışı yolları kullanmak herkese olmasa da çoğuna tek siyasi seçenek gibi gözüktü.

Fakat bu öyle yapılmalıydı ki vatandaşın devlete karşı “demokratik” haykırışı gibi olmalıydı. Elbette devlet de kutuplaşma travmasına katkıda bulundu.

Seçilmiş yönetim fazla tepki verebiliyor, en kötü durum senaryoları üzerinden hareket ediyor, muhalefetin şikâyetlerini ele alırken paranoyak bir stil kullanıyor ve güvensizlik ve düşmanlığın artmasına katkıda bulunuyor.

Medya ise ya çatışmanın dramasını vurgulamak için ya da kendisi de çoğu zaman taraf tuttuğundan “biz” veya “onlar” tercihinin tek çözüm olduğu kaderci bir atmosfer yaratıyor.

Bu da aslında kaybedenlerin her zaman yönetim süreçlerinde taraf oldukları demokrasinin karşıtı olarak, “geriye dönüş olmayan” bir savaş zihniyetini ortaya çıkarıyor.

Sistemin adaletine dair inanç sarsıldığında demokrasi iyi yönetimi yaratamıyor.
 
*Prof., Princeton Üniversitesi. Richard Falk, bu yazıyı Zaman için kaleme almıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder