3 Ağustos 2013
ÜMIT AVUKATOĞLU*
Demokrasilerde ve demokrasi olmayan ülkelerde de, iktidarın veya
muhaliflerin şiddete yönelmesi için, o öfke halinin kamuoyunda
meşrulaşması ve insanların algısında onay alması gerekir.
Şiddet, öfke, intikam duygularını harekete geçirecek onay, ancak “bir saldırıya karşı kendini savunma refleksi” ile meşrulaşır. Kitlesel hareketlerin, şiddeti eğlenceli sunmayı amaçlayan eylem biçimlerinin, 60’lardan bugüne evrimleşmiş halleri bile, komik bir hal almaya başladı artık şu geçtiğimiz kaotik süreçte.
Yaşadıklarımızın, kendi habitusu içerisinde farklı eylemlilikleri içselleştirdiğine tanık oluyoruz.
Habitus yeni versiyonunu Y kuşağı ile yüklüyor gibi.
Mayısın son haftası… İstanbul Taksim Gezi Parkı’nda çadır kuran çevreci protestocular, kolluk kuvvetlerinin, orantısız güç kullanarak müdahalesine maruz kalmışlardı.
İşte bu noktada, insani refleksler ile harekete geçmiş olan kitlelerin, kendilerini alanlarda bulmasıdır, Gezi Parkı eylemlerinin çıkış noktası.
31 Mayıs gecesi, sabahın ilk ışıklarına kadar, Taksim’e yürüyen binlerce insandan birisiydim ben de. Taksim’e giremediğimiz gibi, TOMA’dan sıkılan sulara ve atılan göz yaşartıcı bombalara maruz kaldık.
Ağza alınmayacak küfürlerle yürüyen Mustafa Kemal’in askerleri(!), Taksim’de yakılan oteli söndürmeye giden itfaiye araçlarının durdurularak parçalanması, otoparka kaçışımız, bir şiddet sarmalında insanların gözaltına alınmaları, gözlerimin önünde hâlâ…
O gece 2 Temmuz’u yaşıyor gibiydim!
Belki de kimisi Sivas’ta katledilenlerin ya da akrabalarının çocukları, şimdi Taksim’de öfkeye bulanmış o kitlenin içinde, provokatörlerle! birlikte yakıp yıkıyorlar, yangını söndürmeye gidecek olan itfaiye araçlarını, ‘TOMA’lara su götürüyorlar!’ diye parçalıyorlardı.
Biz ise birbirini tanımayan birkaç kişi bir araya gelmiş, şiddete meyletmiş olanların önüne geçiyor, müdahale edemesek de en azından, birilerinin linç edilmesine veya çevreye zarar verilmesine engel olmaya çalışıyorduk.
Hiç unutamadığım o gecenin kâbuslarından bir tanesi de sosyal paylaşım sitelerinden yapılan sözde uyarının neticesi olsa gerek.
Twitter’da “Lacivert beyzbol şapkalı sivil polisler var aramızda, dikkat!” diye yazıyordu birileri.
İşte bu tweet’in neticesi olduğuna inandığım hadise: Gözümün önünde lacivert şapkalı bir genç, sırtından yediği tekme ile yere yığılmıştı.
“Polis lan bu şerefsiz!” diye bağırıyordu hemen arkasından tekmeyi atan.
Kitlenin bir anda toplanması, linç girişimi, o kalabalıktan, delikanlıyı çıkartmaya çalışırken, “Bırakın, o benim kocam!” diye bağıran bir kadının feryadı ile şaşkınlaşan kalabalığın arasından çıkardığımız gencin, eşinin omzuna yaslanarak uzaklaşması...
O gece neler yaşanmadı ki Taksim’e giden sokaklarda! Kitleler sokaklara döküldüğünde hiç de öyle masum olmuyorlar.
Direniş, eylemlilik hali, protestolar... Kitlelerin bilinç durumu, devletin tüm yapılarına yerleşmiş rejimin simgesel şiddeti, tüm bu karma içerisinde güdük kalmış Türkiye’deki devrim romantizmi!
Elimdeki kitaba takılıyor gözlerim, “Marksizm’in en temel hatası, direniş yeteneğinin bilinçlilik yeteneğiyle aynı şey olarak algılanmasıydı” diyordu Bourdieu.
Bilinçlilik yeteneği, bilinç düzeyi, toplumsal bilinç, bu kavramlar dönüp dolaşıyordu beynimde ben bu yazıyı kaleme almadan önce.
Taksim Dayanışması; sürekli eylemlilik kararları, her akşam aynı saatte basın açıklaması yapacağız diyerek büyük kitleleri meydanlara çekmeleri, basın açıklaması sonrası, arkalarında bıraktıkları meydanlardan ayrılmayan yığınlar.
Çağrılara cevap verip alanlara koşanlar arasında, adi suçlular, tacizciler, hırsızlar, gaspçılar, Vandallar, tecavüzcüler, palalılar da vardı.
Sivil toplum kuruluşları toplumun vicdanıdır. Siz toplumun vicdanı iken sorumsuzca hareket ettiğinizde, toplumun içerisindeki bireyler olarak bizler de sizlere, vicdansızlaşmaya başlayan eylemliliklerinize, ayna tutarak uyarmak sorumluluğundayız.
31 Mayıs gecesi tüm ülke geneline yayılmış olan hassasiyeti, bir kazanım olarak algılayarak, forumlarla devam etmek yerine sürekli eylemlilik kararı alan Taksim Dayanışması, şiddete ve kaosa yöneldi.
Neticesi; toplumun tüm kesimleri tarafından lanetlenen şiddet, kamuoyundan rıza aldı, meşruiyet kazandı.
Gençler de kendilerine uygulanan şiddeti görmeyen, buna rıza gösteren kitlelere, esnafa, halka karşı daha üst perdeden şiddet haline bürünmeye başladılar.
Anarşi, kaos içinde kendi doğal sistemini doğuruyor! Evet, ama bu barıştan, sevgiden çok uzak bir hal durumu, insani değil.
Birkaç gün önce, Taksim Dayanışması ile bileşenlerine, “Benim Adıma Konuşma” adlı bir kampanya başlatmıştım.
Bu durum sosyal paylaşım sitelerinde çok hızlı yayıldı, blogda yayınladığım gün TT olan hashtag sonrası, bir gazeteci arkadaşa röportaj verdim, o da zaten haber sitelerinin tamamında yayınlandı.
Metin çok net ifade ediyordu oysa, bu yazım da kısa bir açıklaması olmuş olsun, tehditkar eleştiri getirenlere, neden “Benim Adıma Konuşma” dedim sorgusu için.
Yukarıda anlatmaya çalıştığım şiddet halinin toplumda meşrulaşmaya başlamış olmasından dolayı rahatsız olduğumu ifade etmek için.
Palalılara, kalabalık eli sopalı grupların sokaklardaki görüntülerine, dükkânları yakıp, araçları yakanlara, taciz ve linç girişiminde bulunanlara, müdahalesinde aşırıya kaçan polise, tüm bu şiddet halini savunan toplumun ar duygusuna, bir öfke patlamasıdır “Benim Adıma Konuşma”.
Toplumun vicdanı olması gereken sivil toplum kuruluşuna, ‘vicdanını’ hatırlatma, kendisine ayna tutma gayretidir “Benim Adıma Konuşma”.
Manifesto gibi kendi ideolojilerini basın açıklaması adı altında yayınlayıp, bunu sanki biz üyelerinin sözleriymiş gibi gösteremezler.
Gösteriyorlar ise kendileri şahıs olarak, birey olarak bunu yapmak durumundalar. Bir odanın, derneğin adını vererek yapmamalılar. İşte bu yüzden “Benim Adıma Konuşma”.
Bir de Arap Baharı olarak adlandırılan, Kuzey Afrika ülkelerinin de adına devrim denilen ancak sistemlerin hiç değişmediği, isyan hareketlerinin etkisi var toplumsal belleklerimize kazınan.
Gerçekten çok merak ediyorum; Gezi Parkı eylemcisini, eylemci de Gezi Ruhu’nu bilinçlendirdi ve şekillendirdi mi?
Parkın ve eylemcinin ortak Habitus’u olan yeni ‘Y’ bağlar, toplumda kitlesel bilinç düzeyinde sıçrama yapacak bir sinerjiye neden dönüştürülemedi?
Tahrir’in kendisini ve eylemcisini değiştiremediği gibi, darbecilere alkış tutmasında, rejime olan sadakatlerini, başlarına postalları bağlayarak Tahrir’e gitmelerinde görebilir miyiz neden sinerjiye dönüştürülemediği meselesini!
Her yapı, hareket, ideoloji, kendi yeni alışkanlıklarını, Habitus içinde köklerini salarak prangalaştırmaya başlamıyor mu?
Gezi’nin Habitus’u, mevcut rejime olan teslimiyete bağlılığın getirdiği, isyan ve özgürlük kelimeleriyle harmanlanmış, şiddete yönelmiş yeni bir sendrom hali mi?
*Benim Adıma Konuşma Platformu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder