Yrd. Doç. Dr. Yusuf Şevki HAKYEMEZ*
Günümüzde adından en fazla
bahsedilen kavramlardan birisi olan demokrasi, oldukça farklı anlamlara
gelebilecek biçimde kullanılmaktadır.
Bu bağlamda herkes, genellikle kendi
idealinin ya da uygulamasının gerçek demokrasi olduğu iddiasında bulunduğu için
sonuçta farklı demokrasi anlayışları ortaya çıkmaktadır.
Bununla birlikte günümüzde demokrasi
denildiğinde, bunun, bireylerin devlet yönetimine ilişkin sahip oldukları
mutlak ayrıcalığı ya da başka bir ifade ile halkın egemenliğini kastettiğini
herkes kabul etmektedir.
İşte bireylerin devlet yönetiminde
tek söz sahibi olması bağlamında demokrasiyi ilk geliştiren kuramcıların
başında Jean Jacques Rousseau gelmektedir.
Bu nedenle Rousseau'nun görüşleri
önemlidir. Bununla birlikte demokrasi kuramı, Rousseau'dan itibaren günümüze
gelinceye kadar kendisini geliştirmiştir.
Günümüzdeki anlamıyla demokrasi
kuramında Rousseau'nun öngördüğü modelden farklı bazı özelliklerin daha yer
aldığı görülmektedir.
Bu bağlamda siyaset teorisinde,
tarihsel gelişim süreci içerisinde farklı demokrasi anlayışları yerini almış ve
teoride ve uygulamada bu farklı anlayışlar etkisini göstermiştir.
Söz konusu farklı demokrasi
anlayışlarından birisi de Rousseau'nun görüşlerinden ilham alan çoğunlukçu
(mutlak) demokrasi anlayışıdır. Uzunca bir süre hem Avrupa'da hem de ülkemizde
etkisini gösteren bu anlayış ilk bakışta en doğrusunun bu olduğunu akla
getirmektedir.
Çünkü buna
göre çoğunluğun oyunu alanlar mutlak yönetme hakkına sahip olmaktadırlar. Ancak
zamanla, yaşanan deneyimlerin ardından bunun sakıncalar doğurduğu anlaşılınca,
çoğunlukçu demokrasi anlayışı yerine o sakıncaları ortadan kaldıracak alternatifler
düşünülmüştür.
Çoğunlukçu
demokrasi anlayışı, ülkemizde de özellikle 1920'li yıllarda yapılan
anayasalarda çok açık biçimde etkisini hissettirmiştir. Acaba niçin bu anlayış
daha sonra terk edilmiştir?
İşte bunun
yanıtını verebilmek için öncelikle bu anlayışın temel dayanaklarını ele almak,
ne biçimde uygulandığını görmek, eleştirilen yönlerine bakmak ve çoğunlukçu
demokrasinin ülkemiz uygulamasını bu bağlamda değerlendirmek gerekir.
Bu yazıda
amaçlanan da budur.
Bu bağlamda
çalışmada, ilk olarak, demokrasilerde çoğunluğun yönetimi ilkesinin yeri ve
önemine değinilmiş ve "çoğunlukçu demokrasi" ile "çoğunluğun
yönetme hakkı” nın farklı şeyler olduğu vurgulanmıştır.
Ardından
çoğunlukçu demokrasi anlayışının kavramsal düzeyde kapsamı çizilmeye çalışılmış
ve bunun teorisyeni konumundaki Rousseau'nun "Toplum Sözleşmesi" adlı
eserinde bu anlayışın temellerinin nasıl öngörüldüğü belirtilmiştir.
Son olarak
ise bu anlayışın ülkemizde hangi anayasaları, ne biçimde etkilediği, bu
anayasaların konuyu ilgilendiren hükümlerinden hareketle irdelenip
değerlendirilmiştir.
Çoğunlukçu
demokrasinin benimsenmesi ve ardından kimi eksiklikleri dolayısıyla teoride ve
uygulamada terk edilerek alternatiflerinin devreye sokulması sürecine vurgu
yapılarak, bu çalışmada, demokrasi teorisinin gelişimi ile Türkiye'deki
demokrasinin gelişim sürecinde aşama olarak nasıl bir benzerliğin olduğu ortaya
konulmaya çalışılmıştır.
Kavramsal
Çerçeve: "Çoğunluğun Yönetme Hakkı" ve "Çoğunluğun Mutlak
Üstünlüğü" Farkı
Halkın
istekleri doğrultusunda yine halkın kendisi veya temsilcileri aracılığıyla
yönetilmesi bağlamında demokrasilerdeki önemli bir sorun karar alma noktasında
ortaya çıkmaktadır.
Bu bağlamda
demokrasilerde karar alma, ya bizzat egemenliğin sahibi olan halk tarafından ya
da daha yaygın bir uygulama olarak, halkın adına seçilip karar alma
merciilerine gönderilen temsilciler tarafından gerçekleştirilmektedir.
Halkın veya
temsilcilerinin tümünün her konuda her zaman aynı kanaate sahip olması
düşünülemeyeceğine göre, karar alma sürecinde de kolay kolay oybirliği
yöntemine başvurulamaz.
Toplumların
değişik konularda oybirliği biçiminde bir konsensüsü sağlayacak kanaatleri
olmamakla birlikte, değişik konularda karşılaştıkları sorunların çözümü ya da
daha doğru bir ifade ile yönetilebilmeleri için kamusal kararların alınması
gerekmektedir.
İşte karar
alma merciilerinde bulunanlar açısından bu süreçte, nasıl bir oy oranı ile
karar alabilecekleri sorunu ortaya çıkmaktadır.
Demokratik rejimlerde karar alma mercii
olarak ilk akla gelen ve siyasal sistem içerisinde en önemli kurum olarak
karşımıza çıkan parlamentolarda toplumdaki ideolojik/toplumsal farklılığın
paralelinde bir tablonun bulunduğu görülür.
Parlamentolarda karar alma sürecinde
bu farklılık ve bölünmeler ve yine bunun yanında değişik konulardaki menfaat
çatışmalara ve benzeri etmenler temsilcilerin farklı doğrultuda oy kullanmasını
sonuçlandırmaktadır.
Temsili demokrasilerde, temsilciler
arasında görüş farklılığı olsa bile yine de belli bir çoğunluk oyu ile siyasal
kararların alınıp uygulamaya geçirilmesi gerekir.
Bu noktada belli bir anda ortaya
çıkan çoğunluğun içerisinde yer alanlar her oylamada farklı farklı kesimler
veya kişiler olabilir.
Ancak yine de her oylamada mutlaka
bir çoğunluk görüşü ortaya çıkmaktadır. Çoğunluğun konjonktürel olarak
değişmesi ve farklı kişilerden oluşması çoğunluk görüşünde olanların her zaman
aynı toplumsal grup olmadığını akla getirmektedir.
Yani çoğunluğun değiştiği
söylenirken aslında onun tavrı ifade edilmeye ve bu çoğunluğun her zaman belli,
bilinçli bir toplumsal kesim olmadığı vurgulanmaya çalışılmaktadır 1.
Demokratik karar alma sürecinden
bahsedildiği için bu aşamada karar alıcıların özgürce hareket etme imkanına
sahip olduğunu da özellikle belirtmek gerekir.
Yani çoğunluk kararını, özgürce
seçilmiş olan temsilcilerin çoğunluğu ya da çoğunluk oyu ile almış oldukları
kararlar olarak görmek gerekir 2. Çünkü egemenliğin sahibi olan halk
bu biçimde kendi kendini yönetme işlevini gerçekleştirebilir.
Bu nedenle karar alıcıların da hep
genel oydan çıkmış olan kişiler olduğunu unutmamak gerekir. Zaten
demokrasilerde en önemli siyasal karar alma organı pozisyonunda bulunan
parlamentoların oluşumunda başka bir yolun takip edilmesi de mümkün değildir.
Bu yazıda çoğunluk kavramı yasa
yapma süreci ile sınırlı olarak ele alınacaktır. Bu açıdan konuya
yaklaşıldığında "çoğunluk yönetimi" yasaların yapılmasında çoğunluk
desteğinin zorunlu ve yeterli olmasını ifade etmektedir 3. Ancak bu aşamadan sonra şu soruların yanıtını aramak
gerekir:
Acaba demokrasilerde karar alma
sürecinde niçin hemen çoğunluk ilkesinden bahsedilmektedir? Bu yöntemden daha
farklı, daha fazla katılımı sağlayan veya daha makul yöntemlerin karar alma
sürecinde etkili olması söz konusu olamaz mı? Bu noktada karar alma sürecinde
"oybirliği" biçiminde bir yöntemin benimsenmesi daha doğru bir sonuç
vermeye yatkın değil midir?
Çoğunluğun yönetme hakkı
demokrasilerde bir anlamda zorunluluktan kaynaklanmaktadır. Aslında oybirliği
ilk bakışta çok daha tutarlı bir yöntem olarak gözükse de uygulanması durumunda
karar alma sürecini tıkayabilecek durumundadır.
Temsili ya da doğrudan demokraside
karar alma noktasında oybirliği koşulu aranırsa o zaman her oy kullanacak
kişinin veto hakkına sahip olması mümkün olacaktır4.
Kamusal sorunlar karşısında düşünsel
açıdan homojen bir toplumsal yapının bulunması mümkün olamayacağına göre bu
yöntem terk edilmiş olmaktadır. Aksi takdirde hiçbir konuda karar alma imkânı
bulunmayacaktır.
Bu nedenle gerçekçi olmak, ütopik
idealizmden sıyrılıp, zorunlu biçimde pratik gereksinmelere yanıt vermeye doğru
yönelmek gerekir.
O zaman da karşımıza
"çoğunluğun yönetme hakkı" çıkmaktadır. Bu noktada akla belki
"azınlığın yönetimi" gibi bir öneri gelebilir ama bunun, makul
düşünüldüğünde, hiçbir zaman mantıken kabul edilebilecek bir yol olmadığı
söylenmelidir.
Hele de bunun karşısında çoğunluğun
yönetimi biçiminde bir alternatif varsa6. Dolayısıyla oybirliği yöntemi söz konusu olamayacağına göre siyasal karar
alma konusunda en makul çözüm çoğunluğun yönetimi ilkesinin benimsenmesidir.
Çünkü azınlığın yönetme hakkı makul sınırlar dâhilinde izah edilemez.
Bununla birlikte çoğunluğun yönetimi
hakkının, çoğunluk biçiminde ortaya çıkan görüşün mutlak doğru olmasından
kaynaklanmadığını özellikle belirtmek gerekir. Bu sadece, Mayo'nun deyimiyle,
alternatif olarak düşünülenler daha kötü olduğu için kabul edilmektedir7.
Dolayısıyla çoğunluğun yönetme hakkı
demokratik karar alma sürecinde bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır8.
Çoğunluğun yönetme hakkı
zorunluluktan dolayı benimsendiğine göre bunun hiçbir haklı temelini ortaya
koymadan uygulanması mümkün müdür? Aslında yukarıda belirtilenlerden sonra
böyle bir sonucun ortaya çıktığı söylenebilir.
Ancak mantıklı düşünmek gerekirse
çoğunluğun yönetme hakkının bazı haklı temellere dayandığını da belirtmek
gerekir. Çünkü benimsenen bu yönteme göre siyasal kararlar alınacak ve bu
kararlara toplumun tüm kesimleri ve kişileri uyacaktır.
Bu nedenle söz konusu ilkenin bazı
meşruiyet temellerinin bulunması gerekir. Siyasal açıdan yapılan
değerlendirmelerde çoğunluğun yönetme hakkının meşrulaştırılması konusunda dört
hususun ön plana çıktığı görülür:
Birincisi; doğruyu bulmada
çoğunluğun, azınlığa göre daha şanslı olma ihtimalidir. Yani çoğunluk, doğru
karar üretmeye herhangi bir başkasından ve azınlık kesiminden daha fazla
yatkındır9.
Ancak kanaatimizce burada çok kesin
bir ifade kullanmamak gerekir. Çünkü çoğunluk da bazen değişik unsurların
etkisi ile yanlış kararlar alabilmektedir. Ancak bu biçimdeki istisnalar bir
kenarda tutularak demokrasilerde gerçeğin, adaletin ve sağduyunun genellikle
çoğunluk iradesinde yattığına inanılır 10.
İkinci olarak çoğunluğun yönetme
hakkı, mantıksal olarak oy eşitliğini de kapsayan siyasal eşitlikle doğrudan
ilgilidir". Demokraside, her kişi hukuken eşit olduğuna göre, bir çoğunluk
kesimi geriye kalanlardan daha fazla oy sahibi olacağından onun kararlarının
benimsenmesi gerekir.
Eğer çoğunluk karşısında azınlık
görüşü kabul edilecekse o zaman eşitliğin tezahürü mümkün olmayacaktır. Bu
nedenle, böyle bir durumda siyasal eşitliğin bir gereği olarak çoğunluk görüşü
kabul edilmelidir.
Bununla birlikte, bu sayı fazlalığı
biçimindeki çoğunluğun kararı, onun her zaman doğru ve haklı olduğunu da
göstermez 12.
Konuya siyasal eşitlik açısından
yaklaşıldığında, çoğunluğun yerine azınlığın yönetme hakkı gibi bir öneri
getirildiğinde o zaman azınlıktakilerin her birinin oyunun çoğunluktakilerden
daha ağırlıklı olacağı ve eşitlik gibi demokrasideki çok temel bir ilkenin
ikinci plana itilmiş olacağı fark edilecektir 13.
Çoğunluğun yönetimini haklılaştırma
noktasında pragmatik yönü ön plana çıkan üçüncü gerekçe ise, çoğunluğun
yönetimi ilkesinin kolektif kararlarda kendi kaderini tayin etme imkanını
uygulayabilen insan sayısını daha yüksek tutma fırsatını sağlamasıdır.
Bu nedenle çoğunluk yönetimi
azınlığın yönetimine göre akla daha yatkın bir tercih olarak kabul edilebilir.
En yalın tanımıyla demokrasi, halkın
kendi kendisini yönetmesi olduğuna göre en yüksek sayıdaki insanın kendisini
yönetmesi de bu ilke sayesinde gerçekleşecektir 14.
Dördüncü olarak, bir önceki ile
bağlantılı sayılabilecek şu haklılaştırma yapılabilir: Yasaları çoğunluk
çıkaracağına göre, demokrasilerde çoğunluğun yönetimi toplumdaki tüm yurttaşlar
arasında yasaların sağlayacağı ortalama faydayı da maksimum düzeye
yükseltecektir.
Uygulamada karşımıza çıkabilmesi
mümkün olabilecek başka hiçbir alternatif karar alma biçimi bu noktada
çoğunluğun yönetiminden daha iyi bir sonuç veremez 15.
Çoğunluğun yönetme hakkının
meşruiyeti noktasında yukarıda sıralanan bu gerekçelendirme girişimlerine
dikkat edilirse aslında bunların tümünün varsayımlara dayandığı görülür. Her
biri savunduğu varsayımı temellendirmeye çalışırken, böylece çoğunluğun yönetme
hakkının kabulünün gereğine vurgu yapar 16.
Oysa uygulamadaki durum bu
varsayımlardan çok daha farklı biçimde gerçekleşebilir. Kanaatimizce demokrasilerde
karar alma süreci önemlidir ve bunun gerçekleştirilmesinde daha iyi bir yöntem
henüz keşfedilemediğine göre şu anda en az sakıncalı sayılabilecek yöntem
olarak çoğunluğun yönetimi zorunlu olarak benimsenmektedir. Ancak bu noktada
Lipson'un şu tespiti anlamlıdır:
Demokratik bir rejimin ahlakiliği
yönetilenlerin rızasına dayalı olma zorunluluğundan geçiyorsa, bunu çoğunluğun
yönetimi ile uzlaştırmak mümkün değildir; çünkü her zaman karşıt görüşte olan
azınlıklar vardır.
O zaman çoğunluk yönetimini
savunmanın tek gerekçesi olabilir. O da daha büyük bir sayının haklılığıdır.
Fakat bu gerekçe de aslında ahlaki bir gerekçe değildir 17.
Demokrasilerde karar alma sürecinde
karşımıza çıkan çoğunluğun yönetimi hakkı, aslında sadece demokrasinin temel
bir ilkesi olması gerekirken, tarihsel süreçte adeta amaç durumuna getirilmiş
ve bu bağlamda çoğunluğun mutlak üstünlüğünü, yanılmazlığını ve doğruluğunu ön
plana çıkaracak biçimde bir demokrasi türü olarak ortaya çıkmıştır.
Buna "çoğunlukçu
demokrasi" adı verilmektedir. Çoğunluk iradesinin sınırsız biçimde
üstünlüğüne dayalı olan bu anlayış Rousseau'nun görüşlerinden esinlenerek
oluşturulmuştur 18.
Çoğunlukçu demokrasi anlayışı, milli
irade ya da genel irade olarak adlandırılan ve çoğunluk iradesi olarak ortaya
çıkan iradenin daima kamunun iyiliğine yöneldiği, toplumun ortak çıkarı ile
çoğunluğun çıkarının asla çatışmayacağı varsayımından hareket eder.
Dolayısıyla, çoğunlukçu demokrasi
anlayışında eğer çoğunluk iradesinin daima halkın ortak iyiliğine yöneldiği ve
asla yanılmadığı kabul edilirse, o zaman bu iradeyi sınırlayacak, azınlık
haklarını çoğunluk karşısında koruyacak ve güvence altına alacak tedbir ve
kurumlara da gerek kalmayacak; hatta bunlar zararlı sayılıp reddedilecektir 19.
Herhangi bir konuda çoğunluğun
iradesi bir defa belirdikten sonra, bundan böyle bu iradenin karşısında hiçbir
biçimde sınırlayıcı ve kayıtlayıcı bir kuvvet çıkamayacaktır. Çünkü böyle bir
durumda bu iradenin gerçekleşmesi engellenmiş olacak ve bu da demokrasi ile
çelişecektir 20.
Bu demokrasi anlayışı azınlığın
haklarını korumak için olsa bile çoğunluğun iradesini kısıtlayabilecek hiçbir
unsuru kabul etmediği için "mutlak" bir niteliğe sahiptir.
Bu nedenle çoğunlukçu demokrasi
anlayışına göre çoğunluk iradesi hiçbir zaman yanılmaz; sürekli biçimde halkın
ortak iyiliğini yansıtır ve bundan dolayı da çoğunluk karşısında azınlıkta
kalan görüş yanlıştır ve bunun halkın ortak iyiliğini temsil etme imkânı
yoktur.
Dikkat edilirse bu demokrasi
anlayışının mantığında sürekli biçimde demokrasinin ve dolayısıyla çoğunluk
iradesinin hep olumlu yorumlanması gereği yatmaktadır ve burada sürekli olarak,
genel iradenin, alacağı kararlarla adaleti sağlayacağına iyi niyetle inanmak
gerekmektedir 21.
Aslında bu anlayış sayı üstünlüğüne
dayanan iradeye sırf bu özelliğine dayalı olarak üstünlük sağlamakta ve onu
toplumdaki "mutlak doğru" konumuna getirmektedir.
Dolayısıyla bu demokrasi anlayışında
yurttaşların belli aralıklarla kullanacakları oy hakkından başka hak ve
özgürlükleri olamaz; çünkü çoğunlukçu demokrasi anlayışında bu sayı üstünlüğünün
karşısında bu biçimdeki ayrıcalıklar bir anlam ifade edemez 22.
Oysa çoğunlukçu demokrasi
anlayışındaki temel vurgulardan farklı olarak günümüzde demokrasi, çoğunluğun
yönetiminden daha fazla bir anlam taşımaktadır.
Günümüzde kuvvetler ayrılığı, Anayasanın
üstünlüğü ve anayasa yargısının varlığı gibi hususlar sınırlı hükümet sistemini
amaçladığına göre, demokratik bir ülkede çoğunluk ilkesi halen çoğunluk iradesi
karşısında sınırlayıcı bir güç tanımama biçiminde beliriyorsa, o zaman bunun
demokrasinin bu yeni biçimi ile bağdaştırılması mümkün olmayacaktır 23.
İşte günümüzde bu endişelerin tümüne
bir arada yanıt bulmaya çalışan bu yeni anlayış karşımıza "çoğulcu
demokrasi" olarak çıkmaktadır.
Çoğunlukçu demokrasinin eleştirilen
yönlerini törpüleyen bu anlayışa göre yine çoğunluğun yönetme hakkı bulunmakla
birlikte, bunun karşısında azınlık hakları da vazgeçilmez öneme sahiptir.
Dolayısıyla kamunun ortak iyiliği yanında, toplum içindeki çeşitli gruplar ve
onların özgür tartışma ve pazarlıkları da önemli rol oynamaktadır 24.
Çoğulcu demokrasi anlayışında yine
çoğunluğun yönetimi hakkı temel bir ilke olarak kalmaktadır. Hatta bu anlayışta
en önemli karar alma organı pozisyonundaki parlamentonun yeri de aynen
korunmuştur.
Çoğunlukçu demokrasi anlayışında
parlamento sınırsız yetkilere sahiptir ve parlamentonun tartışılmaz üstünlüğü
vardır. Oysa çoğulcu anlayışta yine parlamentonun üstünlüğü korunmuştur ancak
onun yetkileri sınırsız değildir.
Çoğulcu demokrasi anlayışında
devletin yasama, yürütme ve yargı organları içerisinde yine en önemlisi olarak
yasama organı karşımız çıkmaktadır.
Çünkü yürütme ve yargının görevini
yerine getirebilmesi için yasama organının kanun çıkarması gerekir. Bu nedenle
parlamento asli düzenleme yetkisine sahiptir ve bu bağlamda parlamentonun
üstünlüğü devam etmektedir.
Ancak bu üstünlük artık sadece diğer
devlet fonksiyonlarına karşı olan nispi üstünlük olarak kalmaktadır. Çünkü
parlamento sınırsız yetkilere sahip değildir; onun üzerinde de anayasa vardır.
Oysa çoğunlukçu demokrasi
anlayışındaki parlamentonun konumu çok daha farklıdır. Bu açılardan
bakıldığında demokrasilerde çoğunluğun yönetiminin halen temel bir ilke olarak
varlığını sürdürdüğü söylenebilir.
Çoğunluğun yönetimi ilkesi biçimsel
açıdan bakıldığında demokrasinin temel bir ilkesidir, ancak bu ilke tek başına
demokrasinin gerçekleşmesinde yeterli değildir.
Günümüzde çoğunluk ilkesinin tek
başına demokratik rejimi demokratik olmayanlardan ayırmada yetersiz olduğu ikna
edici gerekçeleri ileri sürülerek iddia edilebilir. Bu bağlamda çoğunluğun
yönetimi demokratik karar alma sürecine işlerlik kazandırmaya yarayan bir
araçtır 3.
O nedenle günümüzde çoğunluk
ilkesini ihmal etme değil, demokrasinin diğer ilkeleriyle birlikte ele alma
zorunluluğu ortaya çıkmaktadır 26.
Çünkü çoğunluğun yönetimi ilkesini
tek başına ele almak çoğunluk baskısına ve diktatörlüğüne yol açabilir.
Unutulmamalıdır ki çoğunluk da bazen yanılabilir ve adaletsiz kararlara imza
atabilir 27.
Ancak farklı bir perspektiften
hareketle aşırı bir sonuca ulaşıp çoğunluğun yönetimini totaliter diktatörlükle
bir tutmak da yanlıştır. Buradaki temel sorun çoğunluk ile azınlık arasındaki
dengenin nasıl gerçekleşeceği noktasında düğümlenmektedir.
Çoğunluk yönetimi; basit biçimde
çoğunluğun kabul ettiği her kuralın mutlak doğru olduğu ve zorunlu olarak
uygulanması gerektiği biçiminde anlaşılmadığı sürece, karar alma süreci
noktasında demokrasinin önemli bir ilkesi olarak kabul edilmelidir.
Bu biçimdeki çoğunluk yönetimi
siyasal iktidarın sınırlandırılması ve halkın yönetime katılması anlamındaki
anayasacılıkla çelişmez.
Ancak bunun ötesine geçerek, bir
toplumda sayı olarak çoğunluğun kabul ettiği görüşü ya da politikayı geriye
kalanların da benimseyeceği biçimindeki mutlak çoğunlukçu anlayış ise modern
demokrasilerde yer bulamamaktadır 28.
Bununla birlikte çoğunlukçu
demokrasi olarak adlandırılan bu mutlak demokrasi anlayışı geçmişte hem
demokrasinin teorisyenlerince yüceltilmeye çalışılmış; hem de değişik ülkelerde
uygulanmıştır.
İşte bu bağlamda çalışmada bundan
sonra demokrasinin önemli kuramcılarından Rousseau'nun çoğunlukçu demokrasi
anlayışına değinilecek ve bu anlayışın etkisindeki Türk Anayasaları ele
alınacaktır.
Rousseau'da Genel İrade Kavramı -
Çoğunlukçu Demokrasi İlişkisi
Rousseau kuramını oluştururken en
başta bir "doğa durumu" varsayımını ortaya koyup, bu ortamda
insanların eşit ve özgür olduklarını belirtmiştir.
Ancak toplum halinde yaşamaya
başladıklarında bu durum değişmiş ve insanlar arasında eşitsizlik ve tahakküm
ortaya çıkmıştır. İşte bu kötülükleri ortadan kaldırmak için toplum sözleşmesi
yapılmıştır 29.
Bu sözleşme yapılması anında
toplumdaki tüm bireyler gönüllü olarak buna dâhil olmuşlardır. Üstelik önceki
toplum sözleşmecilerinden farklı olarak Rousseau sözleşmenin ardından bireyleri
yönetim sürecinden uzak tutmayı hiç düşünmemiştir 50.
Devlet vatandaşların özgür olarak
birleşmesi esasına dayandığına ve devlet oluştuktan sonra da yönetiminde
bireyler etkili olduğuna göre buradan Rousseau'nun demokrasiyi benimsediği
sezilebilir.
Rousseau bu durumu şu şekilde
vurgulamaktadır: " 'Katılımcılardan her birinin canını ve malını,
oluşturacağı ortak gücün tümüyle savunup koruyacağı bir katılım biçiminin
bulunması... Ve bu ortaklıkta her bireyin, tüm öteki ortaklarla birleşirken yine de yalnızca kendi istencine boyun
eğmesi ve ortaklığa katılmadan önceki denli özgür kalması'. Toplum
sözleşmesinin çözüm getirdiği ana sorun da budur işte" 31.
Locke'da olduğu gibi Rousseau'da da
toplum sözleşmesi yapılırken; yani devletin kuruluşu aşamasında toplumdaki
herkesin buna katılması gerekir. Ancak Rousseau'da kuruluşta aranan bu
oybirliği yerine daha sonraki karar alma sürecinde çoğunluk yönetimi ile
yetinilir 32.
Devletin kuruluşu ve daha sonraki
karar alma sürecindeki bu özellikler Rousseau'nun nasıl bir siyasal rejim
hedeflediğinin ipuçlarını vermektedir.
Devletin kuruluş aşamasında tüm
vatandaşların rızasını aramakla demokrasiyi savunduğu, siyasal karar alma
sürecinde ise çoğunluk oyunu yeterli görürken onun çoğunlukçu demokrasiyi
hedeflediği düşünülebilir.
Ancak bu ikinci tespiti yapmak ve
Rousseau'nun çoğunlukçu demokrasi anlayışını benimsediğini söyleyebilmek için
Onun genellikle çoğunluk iradesi biçiminde ortaya çıkan "genel
irade"yi "yanılmaz" ve "mutlak" olarak nitelemesini de
görmek gerekir.
Rousseau'nun tasarladığı siyasal
düzende, toplumdaki her bireyin egemenliğin bir hissesine sahip olması esası
vardır. Bu açıdan bakıldığında toplumdaki "egemen güç" toplumu
oluşturan bireylerin toplamıdır.
Devletin on bin yurttaştan
oluştuğunu varsaymamız durumunda, Rousseau'ya göre, egemen varlığın uyruğa
oranı on binin bire oranı gibidir. Yani devletin her üyesinin payına, egemen
gücün on binde biri düşmektedir. Ancak her üye egemen gücün otoritesine varlığının
tümüyle boyun eğmektedir 33.
Bu noktada Rousseau'da, karar alma
ile de doğrudan ilgili önemli bir kavram olarak "genel irade" ortaya
çıkmaktadır. Ancak bunun ortak irade ve özel (bireysel) iradeden farklı
olduğunu da özellikle belirtmek gerekir.
Düşünüre göre genel irade genelin
çıkarını ve mutluluğunu amaçlamaktadır. Bunun yanında ortak irade ise sadece
özel çıkarlarla ilgilidir ve bu özel iradelerin toplamı biçiminde ortaya çıkar.
"Genel irade" bireylerin
özel çıkarlarına göre genel refah için çaba gösteren vatandaş çoğunluğunun
iradesi olduğu için, her vatandaşın özel iradelerinin toplamı olan "ortak
irade"den farklıdır.
Bu açılardan bakıldığında genel
irade her zaman doğru yoldadır ve kamu yararını hedefler, onun hiçbir zaman
yanılması söz konusu değildir 34.
Genel irade toplumun genelinin
çıkarını amaçlamakla birlikte her zaman "oybirliği" biçiminde ortaya
çıkmaz. Hatta genel iradenin Rousseau'da genellikle "çoğunluk
iradesi" ile aynı olduğu sonucu çıkarılabilir 35.
Nitekim Toplum Sözleşmesinde
Rousseau, devletin oluştuğu ilk sözleşme dışında, çoğunluğun oyunun da geri
kalanları her zaman bağlayacağını, bunun sözleşmenin bir sonucu olduğunu
belirtmektedir.
Çünkü Rousseau'nun düşüncesinde
genel iradenin tüm özellikleri çoğunluk iradesinde de bulunmaktadır 36.
Rousseau'da çoğunluğun yönetiminin
meşruluğu, çoğunluğun büyüdüğü oranda genel istence yaklaşması esasına dayanır.
Azınlığın çoğunluğa uyma yükümlülüğü doğadan değil, topluluk görüşünden
kaynaklanmaktadır 37.
Toplum Sözleşmesi sonrası oluşan
yapıda genel irade genellikle çoğunluğun iradesi biçiminde ortaya çıktığına
göre böyle bir durumda bunun karşısında yer alan azınlığın iradesinin durumu ne
olacaktır?
Rousseau, azınlık iradesinin
çoğunluk karşısındaki durumunu "çoğunluğa tabi kılınmakla varılan bir
özgürlük anlayışı" ile açıklamaya çalışmaktadır.
Yani siyasal bir konuda genel irade
dışında kalmış olan azınlık iradeleri gerektiğinde zorla çoğunluk iradesine
tabi kılınacak ve böylece birey, genel iradeye muhalif kalsa bile, yasalara
uymak zorunda kalacağından özgür olacaktır 38.
Böylece, azınlığın her durumda sırf
azınlıkta kaldığı için yanıldığı sonucu çıkmakta ve onun gerektiğinde
"zorla" özgürleştirilmesi amaç olarak ortaya çıkabilmektedir. Bunun
mantığı şuna dayanmış olabilir:
Rousseau'nun öngördüğü modelde
toplumdaki her bireyin, egemen güç içerisinde, geriye kalanlarla eşit bir payı
olduğuna göre, bir kişi eğer genel iradeye uyarsa kendisine itaat etmiş olur.
Çünkü o iradede kendi payı da vardır 39.
Bu açıklamalar sonucunda Rousseau'da
genel iradenin, eşitlik ve kardeşlik üzerine kurulu olan özgürlük çatısı
altında adalet ve kamusal çıkarı bir arada tutmaya çalıştığı söylenebilir *1.
Genel iradenin yanılmazlığı yanında
Rousseau'ya göre egemenliğin devri ve sınırlandırılması da mümkün değildir.
Egemeni sınırlamak onu yok etmek gibidir. Çünkü egemen varlığın kendisinden
daha üstün bir varlık kabul etmesi saçma ve tutarsızdır.
Nitekim 18. yy'da demokratik
egemenliğin "mutlak" olduğunu en hararetli biçimde savunan Rousseau
'olmuştur 41.
Benzer biçimde egemenliğin
kullanılması bağlamında Rousseau'ya göre temsilcilerin ya da günümüzde en fazla
karşımıza çıkan şekliyle milletvekillerinin yurttaşların işlerini onlar adına
yapmakla görevlendirilmesi de mümkün değildir.
Çünkü özgür bir devlette yurttaşlar
her işi kendi elleriyle yaparlar. Egemenlik ne devredilebilir ne de temsil edilebilir.
Dolayısıyla milletvekilleri onun
temsilcileri değil; olsa olsa onun belli bir zaman dilimi içerisinde özel işlerini
yürütmekle yetkilendirilmiş görevlileri olabilirler ve bu kişiler hiçbir karar
alamazlar. Doğrudan doğruya halkın onaylamadığı hiçbir yasa, yasa sayılamaz 42.
Genel irade kuramına bakıldığında,
Rousseau'da sürekli biçimde demokratik endişenin ön planda olduğu görülmekle
birlikte, demokrasinin hangi özelliklerini ön planda tuttuğu çok net biçimde
fark edilemez.
Bu noktada, Rousseau'nun kuramında
iki farklı demokrasinin olduğu belirtilmektedir. Bunlardan birisi "hükümet
etme biçimi" olarak demokrasi, diğeri ise "egemenlik formu"
olarak demokrasidir.
Hükümet etme biçimi olarak demokrasi
daha ziyade Toplum Sözleşmesi eserinde işlenmektedir ve Rousseau bunun ancak
Tanrılardan oluşan bir toplumda mümkün olabileceğini belirtmektedir 43.
Diğeri ise Onun siyasal yazılarında
karşımıza çıkar ve ağırlıklı olarak egemenliğin tüm topluma ait olduğunu
vurgulamaya çalışır 44.
"Hükümet etme biçimi" olarak demokrasi
anlayışında Rousseau'nun öngördüğü demokratik modelin temel özelliklerini ve
hangi kurumları kabul edip hangilerini kuramı ile bağdaştırmadığını, Schmidt' in
de vurguladığı şekliyle şöyle özetlemek mümkündür:
Egemenlik devredilmez olduğu için halktan
devlete aktarılamaz. Dolayısıyla egemenlik hep halkta kalmalıdır.
İşte bunun bir ifadesi egemenliğin
bölünmez ve devredilmez olmasıdır. Bununla bağlantılı çok önemli bir sonuç ise
halk egemenliğinin tüm hukuk düzeninden önce geldiği ve onu temellendirdiğidir.
Dolayısıyla halk egemenliği hukukun
egemenliği ya da anayasanın egemenliği ya da üstünlüğü ile aynı anlamda
değildir; aksine vatandaşların kırılmamış üstünlüğüdür ve gerçek egemenlik
anayasanın üstünde bir üstünlüğü içerir.
Bundan dolayı anayasa mahkemeleri
Rousseau'nun demokrasi anlayışı ile bağdaşmaz 45.
Sayılan bu özelliklerinden yola çıkarak,
Rousseau'nun çoğunlukçu demokrasi anlayışını benimsediği tespiti rahatlıkla
yapılabilir. Sonuç olarak Rousseau'nun en önemli yeniliğinin egemenliği demokratik
terimlerle yeniden tanımlaması olduğu söylenebilir 46.
Ancak onun öngördüğü demokrasi modelini
öğrenmemize vesile olan eserlerinde ortaya koyduğu siyasal düşünceleri bazı iç
çelişki ve tutarsızlıklarla doludur.
Bu nedenle, demokrasiye vurgu yapan
Rousseau'yu değerlendirenler, bazen Onu "demokratik düşüncenin
öncüsü", bazen de tam karşıt cephede, "anti plüralizmin
havarisi" ya da "totalitarizmin kurucusu" olarak niteleyebilmektedirler
47.
Ancak, konumuz açısından
bakıldığında, Rousseau'nun, demokrasiye ve halk iradesine önem vermesine
rağmen, çoğunluğun despotik olabileceği tehlikesine karşı pek güvenli olmadığı görülür.
Bu açılardan bakıldığında Rousseau halk egemenliğini mutlaklaştırmakta ve onu
anayasal temel haklarla sınırlandırmaktan özenle kaçınmaktadır 48.
İşte bu hususlar Düşünürün günümüz
siyaset kuramında en fazla gündemde kalan ve tartışma konusu olan yönleridir.
Türk Anayasalarında Çoğunlukçu
Demokrasi Anlayışı
Türk Anayasal gelişmelerine
bakıldığında, Rousseau'nun çoğunlukçu demokrasi anlayışından etkilenen
Anayasaların Cumhuriyetin kuruluş yıllarında yapılanlar olduğu görülür. Hem
1921 hem de 1924 Anayasasında çoğunlukçu demokrasi anlayışı biraz farklı
kapsamda da olsa açıkça etkisini göstermektedir.
1961 ve 1982 Anayasalarında ise bu
anlayış terk edilerek onu yerine çoğulcu demokrasi anlayışının gereklerine yer
verilmeye çalışılmıştır. Cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki anayasalarda
çoğunlukçu demokrasi anlayışının benimsenmesinin nedeni bu dönemde demokrasinin
yeni yeni ülkemizde kökleşmeye başlaması ile açıklanabilir.
Konjonktürel olarak 1921 ve 1924
Anayasalarının bu biçimdeki demokrasi anlayışı ile donatılması, dönemin
koşullarında öngörülen bazı hedefleri gerçekleştirme konusunda elverişli bir
ortam sağlamaktaydı.
1921 Anayasasının 1. maddesinde
egemenliğin kayıtsız şartsız Millete ait olduğu vurgulandıktan sonra, 2. maddede
yasama ve yürütme yetkilerinin milletin yegâne ve gerçek temsilcisi olan Büyük
Millet Meclisinde olduğu belirtilerek yasama organının önemine işaret
edilmiştir.
1924 Anayasasının 3. ve 4.
maddelerinde de, egemenliğin kayıtsız şartsız Millete ait olduğu ve Türk
Milletini ancak Türkiye Büyük Millet Meclisinin temsil edebileceği ve Millet
adına egemenlik hakkını yalnızca TBMM'nin kullanacağı belirtilmiştir 49.
Bu hükümlere bakıldığında her iki
Anayasada da aslında demokratik bir ruhun var olduğu söylenebilir. Ancak bu
çoğulcu değil, çoğunlukçu demokrasi anlayışını benimseyen bir niteliktedir ve
her iki Anayasadaki demokrasi anlayışı da iktidarı bölüştürücü niteliğe sahip değildir
50.
Kuvvetler arasındaki ilişkiler
açısından bu Anayasalara bakıldığında, özellikle 1921 Anayasasında tam bir
kuvvetler birliği, diğerinde ise biraz daha gevşek bir örgütlenme modelinin
olduğu görülür.
1921 Anayasası tam anlamıyla Meclis
Hükümeti sistemini öngörmüştür. Anayasa'nın 2. maddesinde Yasama ve Yürütmenin
Büyük Millet Meclisinde toplandığı açıkça ifade edilmiştir. Benimsenen
kuvvetler birliği ve Meclis Hükümeti sistemi gereğince Milli Mücadele dönemi
boyunca, özellikle İstiklal Mahkemeleri dolayısıyla yargı yetkisini de Meclis'e
ait sayan görüşün egemen olduğu görülür".
1920'de Büyük Millet Meclisinin
açılmasıyla ilk kez ortaya çıkan ve 1921 Anayasasıyla da benimsenen bu hükümet
sistemi Cumhuriyetin ilk yıllarında ülkemizde Rousseau'nun açık etkisini gözler
önüne sermektedir 52.
1924 Anayasasında ise biraz daha gevşek
bir güçler birliği vardır. Buna göre yasama yetkisi ve yürütme erki Türkiye
Büyük Millet Meclisinde belirir ve onda toplanır. Ancak Meclis yasama yetkisini
bizzat kendisi kullanırken; yürütme yetkisini kendi seçtiği Cumhurbaşkanı ve
onun tayin edeceği Bakanlar Kurulu eliyle kullanır.
Yani 1924 Anayasasında 1921'deki gibi
tam anlamıyla güçler birliği ilkesine dayanan Meclis Hükümeti sistemi benimsenmemiştir.
Ancak tam olarak parlamenter hükümet sistemi de benimsenmemiştir. 1924'ün
benimsediği hükümet sisteminde Meclisin üstünlüğü açıkça fark edilmektedir. Bu
sistem "kuvvetler birliği ve görevler ayrılığı" sistemi olarak
adlandırılmaktadır 53.
Özellikle 1921 Anayasasında çok net
biçimde fark edilen kuvvetler birliği sistemi tam anlamıyla Rousseau'nun görüşlerine
uygun bir örgütlenmedir. Nitekim Rousseau kuvvetler ayrılığını, birbirine bağlı
olan parçalan ayırdığı için şiddetle eleştirmektedir 54.
Çünkü egemenlik bölünmez niteliğe
sahip olduğuna göre, egemenliğin farklı organlar tarafından bölüşülmesi de
mümkün olmamalıdır. Bunun yanında bu iki Anayasada yasama ve yürütme arasındaki
ilişkilerle ilgili olarak benimsenen model de Rousseau'nun öğretisi ile
benzeşmektedir.
Özellikle Rousseau'nun modelindeki
hükümetin, sadece yasama organının icra organı olması, her zaman egemene hesap
verme zorunluluğu, egemen varlığın hükümete emanet ettiği bu yetkiyi her zaman
sınırlayabilme, değişikliğe uğratabilme ve dilediğinde geri alabilme yetkisine
sahip olması, 1921 Anayasasında daha net biçimde olmakla birlikte temelde her
iki Anayasada da yer almaktadır 55.
1921 ve 1924 Anayasalarında
Parlamentonun üstünlüğünün Rousseau'nun öğretisi ile doğrudan ilgili olması
yanında, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinin bu iki Anayasasında ilk kez ulusal
egemenlik kavramını parlamentonun varlığı ve iradesi ile kaynaştırmasının da
önemli olduğunu belirtmek gerekir.
Bunun bir gereği olarak meşruti
monarşiden demokratik egemenliğe dayalı Cumhuriyete geçilirken parlamentonun üstünlüğü
her iki anayasada da yerini almıştır. Ulus iradesi ile Meclis iradesini birbiri
ile eş anlamlı kabul ederek, ulusal iradenin egemen olması için en güçlü
güvence olarak Meclisin varlığını göstermek o tarihlerde önemli bir sonuç
olarak ortaya çıkmaktaydı 56.
1921 Anayasasında Meclis Hükümeti
sistemi benimsendiği için, yasama organı yürütme yetkisini bizzat kendi
içerisinden görevlendirdiği kişiler aracılığıyla kullanmaktaydı.
Yürütme konusunda görevli bu kişiler
sürekli Meclis'e hesap vermek ve gerektiğinde azledilmek gibi etkili yöntemlerle
denetlenebilmekteydi. Bu Anayasada böylesi tek elden yönetimi sağlamak amacıyla
Meclis Hükümeti sisteminin benimsenmesinin konjonktürel pratik bir nedeni
vardı.
O da Ulusal Kurtuluş Mücadelesini başarıya
ulaştırmaktı57. Gerçekten tek elden yönetimin gerçekleştirilmesi ile sürdürülmekte
olan Kurtuluş Mücadelesinde kararların alınıp uygulanmasında gerekli olan hız
ve kararlılık da sağlanmış olacak ve bu noktada Meclis, aldığı kararların hemen
uygulanması için gerekli olan tüm yetkileri elinde bulundurarak başarıyı
sağlayabilecekti.
Bu açılardan bakıldığında 1921
Anayasasında Meclis Hükümeti sisteminin benimsenmiş olmasının Bağımsızlık
Mücadelesinde başarının elde edilmesinde önemli rol oynadığı görülür. Nitekim
Mücadelenin sonuçlanmasının ardından Cumhuriyetin ilanıyla birlikte yavaş yavaş
bu hükümet sistemi terk edilmeye başlanmıştır.
Bununla birlikte 1924 Anayasasına
gelindiğinde yine de "meclisin üstünlüğü" ilkesi sistem içerisinde
ağırlığını hissettirmeyi sürdürmüştür. Bu Anayasada 1921'deki Meclis Hükümeti
modelinin terk edilmesiyle Parlamenter rejime geçildiği söylenemez.
Acaba niçin 1924 Anayasasında "kuvvetler
birliği ve görevler ayrılığı" biçiminde nitelenen bir modele bağlı kalınmış
ve Meclisin mutlak üstünlüğü benimsenmiştir? Özbudun bunun üç nedeninin
olduğunu belirtmektedir:
Birinci olarak burada benimsenmiş
olan çoğunlukçu demokrasi anlayışı Türk kamu hukukunun ve siyasal düşüncesinin
geniş ölçüde esinlendiği Fransa'da da halen hâkimdi.
İkinci olarak Milli Mücadelenin
fikir ortamı içerisinde, milletin haklarının ancak milli irade ürünü olmayan
organlar, özellikle padişah tarafından zedelenebileceği görüşü benimsenmiş ve
milletin kendi temsilcilerinden oluşan çoğunluğuna karşı da korunabileceği
görüşü pek akla gelmemiştir.
Üçüncü olarak ise Atatürk'ün ve
yakın çalışma arkadaşlarının Devrim programını gerçekleştirme konusunda
çoğunlukçu demokrasi anlayışı daha elverişli koşullar sağlamaktaydı 58.
Bu gerekçelerden belki de en önemlisi
sonuncusuydu. Nitekim toplumsal ve siyasal alanda gerçekleştirilen önemli devrimler
için 1924 Anayasasının çoğunlukçu demokrasi anlayışı uygun bir ortam
sağlamaktaydı.
Bu aşamada bir noktayı biraz daha
açmak gerekir: 1924 Anayasasında çoğunluğun mutlak üstünlüğünün sakınca
doğurması mümkün değil miydi?
Bu belki de önemli bir sakınca
doğurabilirdi. Ancak bu iki nedenle ihmal edilmiş olabilir. Birincisi, Osmanlı
İmparatorluğundan Cumhuriyete geçiş sürecinde önemli olan Padişahın egemenlik
yetkisini kısıtlamaktı. Bu noktada onun yerine geçen millet egemenliğinin
kısıtlanması düşünülmemiş olabilirdi 59.
Bu nedenle çoğulcu demokrasi
anlayışı 1921 ve 1924 Anayasalarında benimsenmemiştir. Egemenliğin
sınırlandırılması sorunu ancak 1961 Anayasası ile gündeme gelmiştir.
İkincisi ise o dönemde Batılı demokrasilerde
bile çoğunlukçu demokrasinin doğurabileceği sakıncaların pek fark edilmemiş
olmasıdır. Bu açılardan bakıldığında Cumhuriyetin ilk yıllarında böyle bir
anlayışın benimsenmesinin nedenini anlamak daha kolay olur.
1924 Anayasasında "çoğunlukçu
demokrasi" anlayışı açıkça bu adla benimsenmemiş olsa da, egemenliğin
sahibi, kullanılması ve sınırları ile ilgili olarak getirdiklerine bakıldığında
bu Anayasanın bu anlayışın etkisinde olduğu rahatlıkla anlaşılır.
Aşağıda sıralanan dört husus bu
Anayasada çoğunlukçu demokrasi anlayışı ve Meclisin üstünlüğünün benimsendiğini
kanıtlamaktadır:
Birinci olarak, Anayasada,
egemenliği, Millet adına Türkiye Büyük Millet Meclisinin tek başına
kullanacağının öngörülmüş olması aynı zamanda Meclisin çoğunluğunun millet
iradesini temsil edeceğini ifade etmektedir. Egemenliğin sahibi olan Türk
Milleti adına TBMM'nin tek başına bu egemenliği kullanması meclisin üstünlüğünü
açıkça ortaya koymaktadır.
İkinci olarak bu üstünlüğün hiçbir
biçimde gölgelenmemesi ile ilgilidir. Yani Meclis'in çoğunluk oyu ile aldığı
kararların yanlış olduğu ve dolayısıyla uygulanmaması gerektiği düşüncesinin
ileri sürülmesi mümkün değildir.
Nitekim bu Anayasada TBMM'nin
çıkarmış olduğu kanunların Anayasaya uygunluğunu denetlemekle görevli bir merci
olarak Anayasa Mahkemesi ya da benzeri bir görevi yerine getirebilecek hiçbir
kurum öngörülmemiştir.
1924 Anayasasında vatandaşların hak
ve özgürlüklerini koruyacak bir güvence olarak Anayasa Mahkemesi gibi bir
kurumun getirilmemesinin önemli bir nedeni bu Anayasada ulusal egemenlik
anlayışı ile TBMM'nin özdeşleştirilmesinde yatmaktadır.
Buna göre vatandaşların hak ve özgürlüklerini
koruyacak en sağlam güvence egemenliğin yalnızca Meclis tarafından kullanılmasıdır.
TBMM Milleti temsil ettiğine ve
egemenliği de onun adına kullandığına göre bu durumda vatandaşların
özgürlüklerini Meclis'e karşı korumaya gerek yoktur. 1924 Anayasasını yapanlar,
hem Fransız İhtilal inin hem de Kurtuluş Mücadelesinin etkisiyle, Meclis
iradesini sınırlayacak önlemlerin aynı zamanda Millet iradesini de sınırlama
anlamına geleceğinden endişe duydukları için bu anlayışı benimsemiş
olabilirler.
Meclis ile Millet arasında gerçekten
bir özdeşliğin bulunup bulunmadığı kuşkusu ve Meclis'in de Anayasaya aykırı
irade ortaya koyabileceği ihtimali o dönemde henüz kafaları kurcalamaya
başlamamıştı 60.
Bununla birlikte, Anayasa
Mahkemesine yer vermemiş olmasına rağmen 1924 Anayasasında Anayasanın üstünlüğü
ilkesinin benimsendiğini kanıtlayan şu kurala yer verilmiştir: "Anayasanın
hiçbir maddesi hiçbir sebep ve bahane ile savsanamaz ve işlerlikten alıkonamaz.
Hiçbir kanun Anayasaya aykırı olamaz." (madde: 103).
Bunun yanında yine Anayasanın 102.
Maddesinde, Anayasa maddelerinin değiştirilmesi normal kanunlardan daha zor
koşullara bağlanmasına, yani katı anayasa sistemi benimsenmesine rağmen,
uygulamada Anayasanın üstünlüğü ilkesi pek bir anlam ifade edememiştir.
Bunun temelinde çoğunlukçu demokrasi
anlayışının etkisiyle Yasama organının çoğunluk oyu ile çıkarmış olduğu
kanunların mutlak biçimde doğru kabul edilmesi varsayımı yatmaktadır. Anayasada
bunun kanıtı Yasama organının çıkarmış olduğu kanunların hiçbir biçimde başka bir
kurum ya da merciin denetimine tabi tutulmaması olmuştur.
Bundan dolayı bu ilke pratik bir
sonuç doğuramamış ve uygulamada Anayasaya aykırı kanunlar çıkarılabilmiş ve bu
noktada Anayasanın üstünlüğü bir anlam ifade edememiştir 61.
Sonuçta egemenlik ve özellikle
"mutlak Meclis üstünlüğü" uygulamada Parlamentodaki "çoğunluğun
mutlak üstünlüğü” ne dönüşebilmiştir 62.
Üçüncü olarak, öngörülen hükümet
sisteminde TBMM'nin yürütmeye karşı üstünlüğü Anayasadaki etkileşim
mekanizmasından da rahatlıkla fark edilebilmektedir. Bu Anayasada TBMM'nin
yürütme organı tarafından feshine ilişkin hiçbir hüküm bulunmamaktadır. Tam
tersine Anayasanın 7. maddesinde TBMM'nin Hükümeti her zaman denetleme ve
düşürme yetkisine sahip olduğu belirtilmektedir.
Bu da Meclisin üstünlüğünün 1924 Anayasasındaki
diğer bir görünümü olarak değerlendirilmelidir. Sonuncusu ise, kanunların
yorumlanması ile ilgilidir. 1924 Anayasasında kanunların Anayasaya uygunluğunun
denetlenmesi amacıyla Anayasa Mahkemesi gibi ayrı bir örgüte yer verilmediği
gibi, yine kanunların yorumlanması yetkisi de bu Anayasada yargısal bir kuruma
değil, TBMM'ye verilmiştir.
Böylece yargı sadece dar anlamda
"kanunu uygulama" biçimindeki tek bir görevle sınırlanmaya çalışılmış
ve yasama organı adeta hukuk düzeninin egemeni konumuna getirilmiştir 63.
Anayasa'nın 52. maddesindeki,
"Tüzüklerin kanunlara aykırılığı ileri sürüldüğünde bunun çözüm yeri
Türkiye Büyük Millet Meclisidir." biçimindeki hüküm de 1924 Anayasasında
yasama organının "hukuk düzeninin egemeni" olmasını desteklemektedir.
Görüldüğü gibi 1924 Anayasasının
sonuçta parlamentonun mutlak üstünlüğünü benimseyerek tam anlamıyla çoğunlukçu
demokrasi anlayışına uygun bir formülasyonu gerçekleştirdiğini görmek mümkündür
64.
Anayasanın öngördüğü bu modelin
uygulamaya yansıması da bu biçimde olmuştur. Hatta, özellikle 1945'den sonra
çok partili siyasal hayata geçildiğinde, çoğunluğu sınırlamada demokratik
temayüllerin yetersizliği ve kamuoyu tepkisinin cılızlığı gibi unsurların
etkisiyle çok partili demokrasi deneyimi başarısızlıkla sonuçlanmıştır 65.
Bunun temelinde, anayasa yargısı yolu
ile denetlenememesi nedeniyle, parlamentoda çoğunluğu elinde tutan partinin her
çıkarmış olduğu kanunun, çoğunlukçu demokrasi anlayışının bir gereği olarak
kesin doğru ve bu nedenle Anayasaya uygun olduğu varsayımının arkasına sığınıp
uygulanması zorunluluğu yatmaktadır 66.
Zamanla bu biçimdeki demokrasi
anlayışının sakıncaları gündeme getirilmiş ve 1950-60 arasında yapılan değişik
önerilerde de bunun yerine çoğulcu demokrasi anlayışının gereklerinin
getirilmesi savunulmuştur 67.
Nitekim 1961 Anayasası ile bir
önceki Anayasaya tepki olarak çoğulcu demokrasi anlayışı getirilmiştir. Bu en
fazla egemenliğin kullanılmasında ve Anayasal demokrasinin benimsenmesinde
kendisini göstermiştir.
1961 Anayasası, egemenliği kullanma
noktasında artık TBMM'yi sadece "yetkili organlardan birisi" konumuna
getirmiştir. Bunun yanında Anayasada egemenliği kullanacak organlar bunu
"Anayasanın koyduğu esaslara göre" gerçekleştirmek zorundadırlar.
Kaldı ki bu sadece öylesine
belirtilmiş ve geçiştirilmiş bir hüküm olarak da kabul edilemez. Çünkü bunun
bir gereği olarak yeni Anayasada özellikle yasama organının çoğunluk oyu ile
çıkardığı kanunları Anayasaya uygunluk denetiminden geçiren Anayasa Mahkemesi getirilmiştir.
Böylece artık Anayasanın üstünlüğü
ve bağlayıcılığı gerçek anlamda uygulamada da sağlanmıştır. Anayasa Mahkemesini
getirmekle 1961 Anayasası bir anlamda öncekinden farklı olarak Anayasanın üstünlüğünü
kurumsal bir güvenceye de bağlamış olmaktadır 68.
Aynı kurumsal güvenceler 1982
Anayasasında da hemen hemen yer almıştır. Dolayısıyla bundan hareketle
çoğunlukçu demokrasi anlayışının Türk Anayasalarından sadece 1921 ve 1924
Anayasalarında etkisini gösterdiği sonucuna ulaşmak mümkündür.
Özetlemek gerekirse Rousseau'nun
kuramından etkilenerek ortaya çıkan çoğunlukçu demokrasi anlayışının Türk
Anayasalarında açık etkisi olduğu görülmektedir 69.
Ancak evrensel düzeyde demokrasinin
gelişimi paralelinde Türkiye'de de çoğunlukçu demokrasi anlayışının yavaş yavaş
terk edilmeye başlandığı görülmektedir.
Rousseau'nun genel irade kuramıyla bağdaşmadığı
için kuramında çok partili siyasal yaşamı tasvip etmemesi dikkate alındığında,
1945'te çok partili hayata geçişle birlikte Türkiye'de Rousseau'cu demokrasi
anlayışından uygulama aşamasında bir kopuşun başladığı 70 ve 1961 Anayasasında çoğulcu
demokrasi anlayışına geçilerek de bu kopuşun Anayasal düzeyde sonuçlandığı
söylenebilir.
Rousseau'cu çoğunlukçu demokrasi
anlayışının aşılması noktasında Türk Anayasalarında yaşanan bu gelişme Batılı
demokrasilerde yaşanan gelişim süreciyle paralellik göstermektedir.
Değerlendirme ve Sonuç
Rousseau'nun "çoğunlukçu"
olarak karşımıza çıkan demokrasi anlayışı ülkemizde hem 1921 hem de 1924
Anayasalarını etkilemiştir. 1921 Anayasasını, hem tam anlamıyla güçler birliği
ilkesi hem de parlamentodaki çoğunluğun mutlak üstünlüğü açılarından
etkilemiştir.
1924 Anayasasında yine etkisi açık
olmakla birlikte, sadece güçler arasındaki ilişki 1921'e nazaran güçler birliği
ilkesinden biraz uzaklaşmıştır. Ancak yine de Rousseau'nun "genel
irade" anlayışı 1924 Anayasasını temelden etkilemiştir.
Bu noktada Meclis'in üstünlüğü,
Meclis iradesinin mutlaklığı ve yanılmazlığı gibi ilkeler bunun sonucu olarak
kabul edilmelidir. Ancak 1961 ve 1982 Anayasalarında çoğunlukçu demokrasi
anlayışının böyle bir etkisinden bahsetmek mümkün değildir.
Çoğunlukçu demokrasi, geçmişte
evrensel düzeyde tasvip edilen bir demokrasi anlayışı olmasına rağmen zamanla
terk edilmeye başlanmıştır. Demokrasinin daha iyiye ulaşması sürecinde
çoğunlukçu demokrasi anlayışı, özellikle II. Dünya Savaşından sonra, kimi
Batılı ülkelerde uygulamada doğurduğu sakıncalar neticesinde yeni arayışlara neden
olmuştur.
Özellikle faşizm ve nasyonal
sosyalizmin etkisinde kalan İtalya ve Almanya gibi ülkelerde görülmüştür ki
çoğunluğun yönetimi rahatlıkla çoğunluğun istibdadına yol açabilmektedir. Çünkü
çoğunluk bazen yanılabilir, adaletsiz olabilir, hatta bazı durumlarda bilinçli
biçimde kendi antidemokratik emellerini gerçekleştirebilir.
Çünkü çoğunlukçu demokrasi anlayışı
bu noktada çoğunluk iradesine karşı bir güvence getirmiş değildir; aksine çoğunluk
iradesinin mutlak doğru olduğunu ve bu nedenle mutlaka uyulması gereken bir
özelliğe sahip olduğunu kabul etmektedir.
Bunun gibi yine bu demokrasi
anlayışına göre yasal olmayan davranış çoğunluk desteğini yanına alamayanların,
yani azınlıkta kalanların tavrı olacaktır. Oysa tam tersi mantık geçmişte
demokrasinin ortadan kaldırılmasında büyük bir tehdit olarak varlığını
hissettirmişti.
Geçmişte Batılı ülkelerin
bazılarında ortaya çıkan diktatörlüklerde çoğunluğun desteği alındıktan sonra,
bu sözde formalite tamamlanınca, bilinçli biçimde kapılar kapatılmış, muhalefet
yok edilmiş ve böylece çoğunluğun üstünlüğü sürekli bir hal almıştır 71.
Bu sayede çoğunluk, demokrasinin
taraflarından birisi olmaktan çıkıp, Akal'ın deyimiyle, devlete dönüşebilmiştir
ve bu biçimdeki demokrasi anlayışının sonuçta totaliter devletle aynı anlama
gelebileceği açıklıkla hissedilmiştir ".
Bunlar uygulamada acı örneklerle
yaşandığı için günümüzde çoğunlukçu demokrasi anlayışı terk edilmiştir. Bu
noktada yeni bir anlayış olarak "çoğulcu demokrasi" benimsenirken, yine
de demokrasilerde baştan beri çok temel bir ilke olarak var olan "çoğunluğun
yönetme hakkı" aynen kalmıştır.
Ancak bunun yanında, çoğulcu
demokrasinin olmazsa olmaz koşulları olarak temel hak ve özgürlüklerin
korunması, çok partili siyasal yaşam, muhalefet etme özgürlüğü ve azınlığın korunması
gibi temel ilkeler de sisteme monte edilmiştir.
Böylece çoğunluk iradesi sırf
çoğunluğu elde ettiği için mutlak doğru olarak kabul edilmemekte, onu da
sınırlayan, dolayısıyla onun da uygun olması zorunluluğunu karşımıza çıkaran bu
ilkeler de artık çağdaş demokrasilerde çoğunluğun yönetme hakkı yanında yerini
almıştır.
Bu açıdan bakıldığında Rousseau,
yaşadığı dönemde ortaya çıkmaya başlayan ve adeta o tarihten bu yana zafer
kazanmayı sürdüren büyük demokratik devrimin en önemli filozofu olarak
görülebilir.
Bu niteliğiyle de demokrasi kuramına
çok büyük bir etki yapmıştır. Ancak onun görüşleri artık geçmişte kalmıştır;
günümüzde genel kabul gören demokrasi kuramında fazla bir öneme sahip değildir;
üstelik bu görüşlerin günümüzde uygulanması da zordur 73.
Çünkü Onun demokrasi anlayışında
çoğulculuğun gereklerine yer verilmemiştir. Böylece Rousseau'nun "mutlak
egemenlik" anlayışı da Devlet iktidarını sınırlandırma amacı taşıyan
"anayasacılık hareketleri" sonucunda ağır bir erozyona uğramıştır.
Ek olarak günümüzde, küreselleşme
dalgası ile egemenlik, özellikle de uluslar üstü düzeyde de kullanıldığından
"bölünmez" nitelikli egemenliğin paylaşılmasını sonuçlandırdığı için
ağır bir değişim geçirmektedir 74.
Demokrasi kuramındaki bu gelişmeler
Türk Anayasalarına uyarlandığında şöyle bir değerlendirme yapılabilir: 1921
Anayasasının bir Ulusal Kurtuluş Mücadelesi amacı taşıdığı için farklı bir
nitelikte olması gereği her zaman açıklanabilecek bir husus olarak görülebilir.
Bunun yanında 1924 Anayasasının
çoğunlukçu demokrasi anlayışını benimsemiş olmasını da çok fazla garipsememek
gerekir. Çünkü demokrasinin gelişim sürecine paralel olarak bakıldığında zaten
o dönemin demokratik ülke anayasalarında da çoğulcu demokrasi anlayışının henüz
kurumsallaşmadığı görülür 75.
Ancak bazı Batılı ülkelerde çoğunlukçu
demokrasinin sakıncaları ortaya çıkmaya ve yine Türkiye'de siyasal iktidarlar
bunun sakıncalarını hissettirmeye başlayınca, yavaş yavaş bu anlayışın
sakıncalarına karşı tedbirlerin alınması gereği ortaya çıkmıştır.
Sonuç olarak çoğunlukçu demokrasi
anlayışı, hem demokrasi teorisinin temellendirilmesi sürecinde Rousseau'da ve
hem de saltanattan demokratik egemenlik ilkesine dayalı yeni rejime geçiş
sürecinde Türkiye'de 1921 ve 1924 Anayasalarında çok önemli bir yere sahiptir.
Her ikisinde de çoğunlukçu
anlayışın, demokrasinin gelişim sürecinin başlangıç aşamasında var olması
birbirine benzeyen yönleri olarak görülebilir.
Ancak, demokrasinin yetkinleşmesi ve
daha ideal bir boyuta doğru gelişmesine paralel olarak hem Rousseau'daki, hem
de 1921 ve 1924 Anayasalarındaki çoğunlukçu demokrasi anlayışı ihtiyaca cevap
veremedikleri için terk edilmeye mahkûm olmuşlardır.
Ardından, teori ve uygulamasıyla bütünsellik
arz edecek biçimde özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında Batıda ve 1961
Anayasası ile başlayan süreçte ülkemizde artık demokrasinin yeni versiyonu
olarak niteleyebileceğimiz "çoğulcu" boyutu, geçmişte yaşanan olumsuzluklar
sonrasında, çoğunluk karşısındakilerin de hak ve özgürlüklerini güvence altına
alabilecek pratik gereksinimlerle birlikte sahneye çıkmıştır 76.
Bununla birlikte, Anayasal düzeyde
etkileri silinmiş olsa da ülkemizde siyasal alanda çoğunlukçu demokrasi
anlayışının etkilerinin halen bazı noktalarda var olduğunu söylemek mümkündür 77.
Bu etkiler özellikle de siyasal
iktidarı elinde tutan sayısal çoğunlukların Anayasada belirtilen ilkelere
aykırı hareket ederek ve hatta kimi durumlarda Anayasa Mahkemesi'nin
kararlarını hiçe sayarak kendi menfaatleri doğrultusunda hareket etmeleri
esnasında karşımıza çıkmaktadır 78.
1961 öncesinden farklı olarak, bu
biçimdeki girişimlerin, genellikle çoğulcu anayasaların getirdiği çoğunluğu
sınırlayıcı ve çoğulculuğu sağlayıcı nitelikteki yaptırımların devreye girmesi
ile telafisi mümkün olmaktadır. Ancak kanaatimizce bu hukuksal engellerden
ziyade asıl önemli olan çoğulcu demokrasinin ve çoğulcu toplum modelinin bir
toplumsal olgu biçiminde benimsenmesidir.
Bu da yerleşmiş bir demokratik
siyasal kültürün varlığını gerektirir.
1 Henry B. MAYO, Demokratik Teoriye Giriş, (Çev:
Emre Kongar), Türk Siyasi İlimler Derneği Yayını, Ankara, 1964, s. 140-141.
2 Ibid,s. 143.
3 Robert A. DAHL, Demokrasi ve
Eleştirileri, (Çev: Levent Köker), Türk Demokrasi Vakfı Yay., Ankara, 1993,
s. 169.
4 Mehmet
TURHAN. "Çoğunluk İlkesi", Dicle Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Dergisi, Sayı: 4, Yıl: 1988..s. 71.
5 Leslie
LİPSON, Demokratik Uygarlık, (Çev: Haldun Gülalp, Türker Alkan), Türkiye
İş Bankası Kültür Yay., Ankara, 1984, s. 472 - 473
6 Amerika
Birleşik Devletleri Eski Başkanlarından A. Lincoln ilk göreve başlarken bu
konuda şöyle demiştir: "Oybirliği olanaksızdır; azınlık yönetimi, sürekli bir
düzenleme olarak hiç kabul edilemez; bu nedenle çoğunluk ilkesini reddedince
geri kalan şu ya da bu biçimde anarşi ya da buyurganlık (despotluk)
olmaktadır". Bkz. Ibid, s. 474.
7Mayo,s. 151.
8 Bununla
birlikte uluslararası ilişkilerde ortaya çıkan karar alma mekanizmalarını bu
noktada ayrı tutmak gerekir. Çünkü uluslararası ortamda hukuken devletlerin
birbirlerine karşı üstünlüğü yoktur. Bu alanda devletlerin egemen eşitliği söz
konusudur. Devletlerin egemenliği dolayısıyla uluslararası ilişkilerde oybirliği
ve veto biçiminde imkanlar bulunabilir. Bkz. Ibid.. s. 143-144. Bu durumda
devletlerin egemen eşitliği ve hiyerarşiye tabi olmaması
uluslararası alanı ve dolayısıyla bu alandaki karar alma sürecini devletlerin
iç kamusal alanından farklı bir duruma
sokar.
9Ibid,s. 147;
Dahi, s. 177.
"' Turhan, s. 46.
" Bkz. Norman P. BARRY, Modern
Siyaset Teorisi, (Çev: Mustafa Erdoğan/Yusuf Şahin),
Liberte Yay., Ankara, 2003, s. 326;
Mayo, s. 150; Dahi, s. 171.
12 Mayo, s.
150.
11 Turhan, s.
47. Aslında demokrasilerde eşitlik, çok temel bir ilke olarak insanlar arasında
servet, eğitim, ırk ve benzeri farklılıklara bağlı olarak bir üstünlük
iddiasının olmamasını, hepsinin hukuksal düzeyde eşit olması gereğini sürekli
biçimde vurgular. Bir kişinin insan olarak diğerlerinden üstün olması mümkün
değildir. Bu açıdan bakıldığında aslında çoğunluğun yönetme hakkı da tatmin
edici bir formül sayılamaz. Çünkü o zaman azınlıkta kalanların eşitliği ihlal
edilmiş olacaktır. Böyle bir kaygı çok önemlidir. Ancak, sürekli vurgulandığı
gibi, bu noktada çoğunluğun yönetme hakkı aslında başka bir çözüm yolu olmaması
nedeniyle zorunlu olarak kabul edilmektedir.
14 Dahi, s. 173-174.
l5Ibid.,s.
179.
l6Ibid,s. 181
17Lipson.s.476.
18 Akal,
çoğunluk iradesinin bu biçimdeki mutlak üstünlüğünün Rousseau'nun yanında,
Ondan daha önce yaşamış olan İspanyol düşünür Suarez tarafından da
benimsendiğini belirtmektedir. Bkz. Cemal Bali AKAL, "Devlet, Yasa,
Hakimiyet", Cumhuriyetin 75. Yıl Armağanı, İÜ Hukuk Fakültesi
Yay., İstanbul, 1999, s. 33.
'" Bkz. Ergun ÖZBUDUN, Türk Anayasa
Hukuku, IV. Baskı, Yetkin Yay., Ankara, 1995, s. 12.
20 Münci
KAPANI, Kamu Hürriyetleri, VII. Baskı, Yetkin Yay., Ankara, 1993, s.
169.
21 Akal, s. 33
22Kapani,s.
170.
23 Turhan, s.
59.
24Kapani; s.
172-173; Özbudun, s. 12.
Bkz. Mustafa ERDOĞAN, Anayasal
Demokrasi, 4. Baskı, Siyasal Kitabevi, Ankara, 2001. s. 257.
-"' Barry. s. 325-326;
Turhan, s. 73
27 Mayo. s.
157-158.
28 Cari J.
FRİEDRİCH, Sınırlı Devlet, (Çev: Mehmet TURHAN), Gündoğan Yay., Ankara, 1999,
s. 69-70.
29 Levent
KÖKER, "Rousseau ve Demokrasi ya da Liberal Teorinin Eleştirisinin
Öğeleri Üzerine Bir İnceleme", Türkiye Günlüğü, Sayı: 4,
Temmuz 1989, s. 42-43.
30 Andrew
HEYNVOOD, Political Theory, Second Edition, St. Martin's Press, New
York, 1999,s.243.
31 Jean-Jacques
ROUSSEAU, Toplum Sözleşmesi, (Çev: Alpagut Erenuluğ), Öteki Yayınevi,
Ankara, 1999,1. Kitap, VI. Bölüm.
32 Dahi. s.
169
11 Rousseau, Toplum
Sözleşmesi, 111. Kitap, I. Bölüm. "Rousseau, Toplum Sözleşmesi, II.
Kitap, III. Bölüm. Rousseau'da özel çıkar ve genel çıkar farklılığı
konusundaki değerlendirme için bkz. Heywood. s. 241-248.
35 David
MUSCHAMP, "Rousseau and the General Will", Political
Thinkers, (Ed: D. Muschamp), St. Martin's Press, New York, 1986, s. 132;
Köker, s. 43. Friedrich ise Rousseau'nun Toplum Sözleşmesinde belirttiği,
"Oylar arasındaki bu ilişkileri düzenlemeye yarayabilecek iki genel kural
vardır: Biri, tartışmalar ne denli önemli ve ciddi ise ağır basan görüşün
oybirliğine o denli yaklaşması gerektiği; öteki ise, ele alman sorun ne denli
ivedilik istiyorsa oyların paylaşımında aranan farkın o denli azaltılması ve
hemen sonuçlanması gereken tartışmalarda, tek oy fazlalığının yeterli sayılması
gerektiğidir. Bu kurallardan birincisi yasalar için, ikincisi ise işler için
daha elverişli görünüyor". (Rousseau, s. 167). açıklamasından, Onun
çoğunluğu yönetme hakkını sadece acil karar verme durumunda kullandığı ve bunun
da olağanüstü durumlarla sınırlı olduğu sonucuna ulaşıyor. Bkz. Friedrich, s.
71-72.
36 Rousseau, Toplum
Sözleşmesi, IV. Kitap, II. Bölüm.
37 Rousseau'da
çoğunluk iradesi konusunda yapılan bu tespitler için bkz. Lipson, s. 475. Rousseau'da
genel iradenin bölünmeden en azından çoğunluk olarak belirmesine o kadar önem
verilir ki Düşünüre göre genel iradenin kendisini hakkıyla ifade edebilmesi
için toplum içerisindeki fraksiyonların ve farklı grupların bulunmaması
gerekir. Bundan genel iradenin belirmesi ve bu süreçte saptırılmaması
noktasında Rousseau'nun siyasal partilere sıcak bakmadığı sonucu çıkarılabilir.
Genel iradenin yanılmazlığı dolayısıyla azınlıkta kalanlar ya da muhalefet
Rousseau'ya göre yanılmış olan iradenin ürününden başka bir şey değildir. Bkz. Mehmet
AKAD/Bihterin VURAL DİNÇKOL, Genel Kamu Hukuku, II. Basım, Der Yay., İstanbul,
2002, s. 124; Zühtü ARSLAN, "Rousseau'nun Hayaletleri: Yeni Devlet Eski
Söylem", Doğu - Batı, Yıl: 6, Sayı: 21, Kasım Aralık Ocak
2002-03, s. 21.
38 Rousseau, Toplum
Sözleşmesi, Birinci Kitap, VII. Bölüm. w Muschamp. s. 131.
•"Ibid.s. 135.
41Bkz.Heywood,s.93.
42 Rousseau. Toplum
Sözleşmesi, III. Kitap, XV. ve XVI. Bölümler.
43 Rousseau, Toplum
Sözleşmesi, III. Kitap, IV. Bölüm.
44 James
MİLLER. Rousseau: Dreamer of Democracy, Yale University Press. New
Haven, 1984, s. 105, 116-118. Hükümet şekli olarak demokrasi aşırı guç koşullar
gerektirdiği ve bu koşulların bir araya toplanması zor olduğu için Rousseau'ya
göre bunun insanlardan oluşmuş bir toplum tarafından gerçekleştirilmesi güçtür.
Çünkü bu biçimdeki demokrasi anlayışının gerçekleşmesi için; halkın kolayca
toplanabileceği ve her vatandaşın diğer herkesi kolaylıkla tanıyabileceği çok
küçük bir şehir, tüm işlerde büyük bir sadelik, eşitliği sağlayabilecek ve ayrıcalıkları
ortadan kaldıracak kadar servet ve toplumda lüksün bulunmaması gibi koşullar aranmaktadır.
Bkz Rousseau, Toplum Sözleşmesi, III. Kitap, IV. Bölüm
45 Schmidt, s.
63-64.
46 Benzer
görüş olarak bkz. Miller, s. 118-119.
47 Konumuz
dışında kalan ve dolayısıyla konu bütünlüğünü bozmamak açısından ele alamadığımız
bu yöndeki değerlendirmeler konusunda bkz.: Schmidt, s. 71-72; Ayferi GÖZE, Siyasal
Düşünceler ve Yönetimler, VII. Baskı, Beta Yay., İstanbul, 1995, s.
207-210; David THOMSON, Siyasi Düşünceler Tarihi, Çev: A. Y. Aydoğan
vd.), Şule Yay., İstanbul, 1996, s. 120-127; Akal, s. 33-34.
48 Ibid, s.
73-76. Bu görüşleri nedeniyle Constant Rousseau'yu eleştirmektedir. Bu konuda Constant,
sınırsız egemenliğin uygulanma imkanının olmadığını savunur ve Rousseau'yu bu noktada,
sınırsız egemenliğe sahip böylesine "canavarca iktidar"ı kime emanet
ettiğini bilmediği için aslında egemenliği kullanılamaz hale getirdiğini
belirterek eleştirir. Egemenliğin devredilmez, bölünmez ve temsil edilmez
olduğunu söylemek, gerçekte onun kullanılamaz olduğunu ilan etmektir. Hatta, Constant'a
göre egemenlik sınırsız değildir; tam tersine adalet ve bireylerin haklarıyla
belirlenen alan içerisinde kayıtlıdır. Bkz. B. CONSTANT. Political
VVritings, (Trans: B. Fontana), Cambridge University Press, Cambridge,
1988, s. 176-182'den aktaran: Arslan, s. 27.
45 1921
Anayasasının tam metni için bkz: 1. Tertip Düstur, Cilt: 1, s. 196-199;
1924 Anayasasının tam metni için bkz: 3. Tertip Düstur, Cilt: 26, s. 170
vd.
50 1924
Anayasasında bu yöndeki değerlendirmeler için bkz.: Özbudun, s. 11; Bülent TANÖR,
Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeleri, II. Baskı. Der Yay., İstanbul. 1995,
s. 273.
51Bkz. Tanör,
s. 214-217.
52 Bkz. İhsan
GÜNEŞ, Birinci TBMM'nin Düşünce Yapısı (1920-1923), Türkiye İş Bankası Kültür
Yay., Ankara, 1997, s. 228.
53Bkz.Özbudun,s.9
54 Bkz.
Rousseau, Toplum Sözleşmesi, II. Kitap, II. Bölüm.
55 Rousseau'nun
bu görüşleri için bkz. Ibid, III. Kitap, I. Bölüm.
56 Mümtaz
SOYSAL, Anayasanın Anlamı, VII. Baskı, Gerçek Yayınevi, Ankara, 1987, s.
51. Benzer
görüş olarak bkz. Tanör, s. 217
Özbudun. s. 13. C.52Sa.4
Ibid,; Tanör, s. 239.
"'Soysal, s. 51.
MÖzbudun,s. 13;Tanör, s.259.
62Arslan,s.20-21
" Mustafa ERDOĞAN, Türkiye'de
Anayasalar ve Siyaset, 3. Baskı, Liberte Yay., Ankara, 2001, s. 49.
64 TBMM, 1924
Anayasası hazırlanırken, Mustafa Kemal'in taleplerine rağmen, Meclisin üstünlüğünü
koruma noktasında oldukça titiz davranmış ve bu bağlamda çeşitli talepleri sonuçta
hep bu ilke doğrultusunda kendi lehine formüle etmeyi başarmıştır. Bu konuda Koçak,
Meclisi tatilde iken olağanüstü toplantıya çağırma, Meclisi fesh etme, Cumhurbaşkanının
görev süresi, Cumhurbaşkanının kanunları geri gönderme yetkisi, Hükümet
programının Meclise sunumu gibi konularda taslakta yer alan ve daha ziyade yürütmeyi
yasama karşısında güçlü kılmaya çalışan yetkileri TBMM'nin Anayasa görüşmeleri
sırasında nasıl kendi lehine değiştirerek kabul ettiğini açıklamaktadır. Bkz.
Cemil KOÇAK, "Siyasal Tarih. 1923-1950", Türkiye Tarihi 4: Çağdaş
Türkiye 1908-1980, V. Basım, Cem Yayınevi, İstanbul, 1997, s. 95-96.
65 Turhan, s.
61.
66 Aslında
1924 Anayasası döneminde uygulanan seçim sistemi de çoğunlukçu demokrasiye katkı
sağlamıştır. Tek parti döneminde zaten tartışmasız bir çoğunlukçu demokrasi ve
buna uygun seçim sistemi vardır. Ama asıl önemlisi seçim sisteminin çok partili
yaşama geçtikten sonra sağladığı faydadır. Bu dönemde uygulanan listeli tek
turlu çoğunluk sistemi sayesinde, çok küçük bir farkla dahi olsa bir ilde
birinci olan partinin o ilin tüm milletvekillerini kazanması sonucunda, ülke
genelindeki seçim çevrelerinin çoğunluğunda önde olan siyasal parti
parlamentoda genellikle almış olduğu oyun çok fazla üzerinde milletvekiline
sahip olabilmiştir. Bunun sonucunda da o siyasal parti tek başına parlamento
çoğunluğunu elde ettiği için bir anlamda egemenliği Türk Millleti adına
kullanmakta ve bu doğrultuda istediği biçimde kanunlar çıkarabilmekte ve
sonuçta bu durum ulusal iradenin tezahürü olarak algılanabilmekteydi.
67 Dönemin ana
muhalefet partisi olarak CHP'nin 1959 yılındaki kurultayında kabul ettiği
"İlk Hedefler Beyannamesindeki İkinci Meclisin çoğunluğu frenleyici bir
mekanizma olarak önerilmesi. Anayasa Mahkemesinin getirilmesi, basın
özgürlüğünün anayasal güvenceye kavuşturulması, üniversitenin özerkliği
biçimindeki öneriler demeti çoğunlukçu demokrasiden artık bireyin özgürlüğü
açısından daha güvenceli bir demokrasi anlayışı olan çoğulcu demokrasiye geçişi
amaçlamaktaydı. İlginçtir ki bu öneriler bir Askeri Müdahale sonrasında yapılan
1961 Anayasasında tam anlamıyla yerini bulmuştur. Bu konuda bkz. Mete TUNCAY, "Siyasal
Tarih (1950-1960)", Türkiye Tarihi 4: Çağdaş Türkiye 1908-1980, V.
Basım, Cem Yayınevi. İstanbul, 1997, s. 184-187.
68 Erdoğan. Türkiye'de
Anayasalar ve Siyaset, s. 86.
m Aslında 1921 ve 1924 Anayasalarında tüm özellikleriyle
Rousseau'nun öngördüğü biçimde bir demokrasi modelinin var olduğunu söylemek
mümkün değildir. Çünkü Rousseau'da aslında milletvekillerinin halkın
temsilcileri olarak bulunmaması gerekir. Rousseau'ya göre özgür bir devlette
yurttaşlar her işi kendi elleriyle yaparlar. Egemenlik temsil edilemez. Yani Rousseau'da
ideal olan doğrudan halkın devlet yönetimini gerçekleştirmesidir. Bu açıdan doğrudan
demokrasiyi temsili demokrasiye tercih eder. Bkz. Alan R. BALL, Modern
Politics and Government, Fourth Edition, Macmillan Education Ltd,
London. 1988, s. 113. Bu nokta dikkate alındığında 1921 ve 1924 Anayasalarında
Rousseau'nun kuramından bu bağlamda bir sapmanın olduğu görülür.
70 Aslında
1945'c kadar olan dönemde Meclis içerisinde tek partinin egemen olmasının tam anlamıyla
Rousseau'nun öngördüğü biçimde gerçekleştiğini söylemek doğru değildir. Çünkü özellikle
Birinci TBMM'de hiçbir parti olmasa bile farklı grupların bulunması bunun kanıtıdır.
Bu gruplar Meclisin demokratik bir ortamda çalışmasına katkı sağlamıştır. Ancak
o dönemin koşulları gereği olarak bu grupların sınıfsal yönünün olmadığı daha
ziyade ideolojik farklılığa dayalı olduğu görülmektedir. Bu farklı gruplar için
bkz. Güneş, s. 148-192.
71 Ball. s.
116
"Akal,s.34.
'3 Thomson, s. 120-121.
'4Bkz. Arslan, s. 28.
3 Benzer görüş için bkz. Tanör, s.
274. C.52 Sa.4
lh Türk doktrininde Tanör. Türk
Anayasaları ve siyasal hayatını inceledikten sonra bizim bu çalışmada ele
aldığımız çoğunlukçu demokrasi ve çoğulcu demokrasi anlayışları konusunda şöyle
bir değerlendirme yapmaktadır: Türkiye'de çok partili siyasal hayata
geçildikten sonra. Batılı demokrasi bağlamı içinde kalan başlıca iki demokrasi
anlayışı etkili olmuştur ve bunlara da yine iki anayasa karşılık gelmektedir.
Bunlardan çoğunlukçu demokrasi anlayışı biçiminde karşımıza çıkan birincisi.
Demokrat Parti ve Adalet Partisi ve hatta Doğru Yol Partisi geleneği tarafından
temsil olunmaktadır ve bunun ideal anayasa tipi 1924 Anayasasıdır. Bu çizgi
anayasal kurumlar ve kuvvetler ayrılığıyla sağlanabilecek "dengeli demokrasi"
ve "bölünmüş egemenlik" anlayışına karşıdır; bu anlayışa göre
demokrasinin özü genel seçimlerdir; milli irade seçimle belirdikten sonra
gerisi artık Meclis'in ve oradan çıkacak olan hükümetin işidir. CHP'nin
simgelediği ve çoğulcu demokrasi yaklaşımı olarak adlandırılan ikincisi ise
diğerine kıyasla katılmacı, çoğulcu ve kurumlar arasında daha dengeci bir
niteliğe sahiptir. Bunun ideal anayasa tipi ise 1961 Anayasasıdır. Bkz. Tanör,
s. 352-356. Bu ayırım çoğunlukçu ve çoğulcu demokrasi anlayışları ve Türk
siyasal - anayasal sisteminde bunların görünümü noktasında öğretici bir
özelliğe sahiptir. Hatta genellikle DP/AP/DYP çizgisinin daha az katılımcı ve
çoğulcu olmayan bir siyaset anlayışı yönünü vurgulaması nedeniyle önemlidir.
Ancak bu noktada özellikle çoğulcu demokrasi ve onu temsil eden CHP hakkında
iki noktaya katılmanın zor olduğunu belirtmek gerekir: Bunlardan birincisi CHP eğer
kuruluşundan bu yana çoğulcu demokrasi anlayışı tarafında olsa idi. 1945'e
kadar siyasal alanda tek parti halinde kalmaması gerekirdi. Buna benzer bir
değerlendirme için bkz. Fazıl SAĞLAM, "Cumhuriyet Döneminde İnsan
Hakları". 75 Yılda Tebaa'dan Yurttaş'a Doğru. Tarih Vakfı
Yay., İstanbul. 1998, s. 94. İkincisi. 1924 Anayasası çoğunlukçu demokrasi
anlayışını temsil ettiğine göre o zaman onu yapan partinin de çoğunlukçu
anlayışı benimsemesi gerekirdi. Ancak, 1924 Anayasasını, çoğunlukçu demokrasi
anlayışını savunan Demokrat Parti değil; çoğulcu demokrasiyi savunduğu söylenen
CHP yapmıştır. Oysa bu Anayasanın yapıldığı tarihte çoğunlukçu demokrasiyi
temsil ettiği söylenen partilerden hiçbirisi henüz kurulmamıştı. Dolayısıyla
Tanör'ün tespitinin bu açılardan düzeltilmesi gerekir. O zaman bu konuda şöyle
bir ifade kullanmak belki daha doğru olabilir: CHP özellikle çok partili
siyasal yaşama geçtikten sonra çoğulcu demokrasi anlayışını savunmaya başlamıştır ve bu tarihten itibaren Türk
Siyasal Hayatında çoğulcu demokrasinin temsilcisi sayılabilir.
77 Benzer
değerlendirme için bkz. Sağlam, s. 93; Arslan, s. 28-29.
78 Özellikle
1982 Anayasasından sonraki dönemde, Anayasa Mahkemesinin peş peşe bu konuda
vermiş olduğu iptal kararlarına rağmen, milletvekillerinin kendilerine milletvekilliklerinin
sona ermesi durumunda oldukça avantajlı hususlar sağlayan ve kamuoyunda
"Kıyak Emeklilik Yasası" olarak nitelendirilen Kanunu çıkarmaları
bunun tipik örneğidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder