Popüler Yayınlar

6 Mayıs 2013 Pazartesi

İnsan ve zaman [ Yorum - Dr. İlhami Fındıkçı ]


1 Ocak 2011


Ayrılmaz bir sarmalın sonsuzluğundayız. Öyle bir sarmal ki zamanın içinde insan, insanın içinde zaman.
Kendi menziline yol alan insanın aklıdır zamana kıymet veren. Zira zamanı yoksa insanın, hayatın ve aklın da anlamı yok. Böylece yaşam ekseninde birbirine açılan iki kapı misali: İnsan ve zaman. 

Zaman gemisi, bağrında taşır insanları. Her günün limanından yeni yolcular alır. Bazılarını artık taşıyamaz da bırakıverir aniden. 


Zira bir yolculuktur hayat, zamanın engin zemininde. Bazı yolcular için uzun, kimilerine de kısa gelir hayat yolculuğu. Akıp gittiğine üzülürüz ya zamanın, aslında akıp giden biziz. Yani ki bir deryanın sıfırına belki de hiçliğe akan biziz. 

Zaman, hayattır, harekettir, engin sonsuzluğun ölçüsü, İlahi bir lütfun ispatıdır. Varlıklar âlemini taşıyan yegâne zemindir. Yıllar, aylar, haftalar, günler, saatler, dakikalar, saniyeler... Hepsi değerini bilmek için zamanın. Kendimizi bildiğimizden beri hayatımızın yegâne yol göstericisi değil mi saatlerimiz? 


Bilmem ki kıymetini anladık mı zamanın ve bağrındaki insanın. Mesela vadesi dolmuşun bir dakikasının maliyeti nedir bilir misiniz? Ya geriye götürmek mümkün müdür o anda yaşananları? 


Ömrümüzün bir yılının son günlerinde ve yeni yılın ilk gününde bir kez daha anlıyoruz ki biz zamana mecburuz ama o değil. Gelen, yaşayan ve giden biziz. 


Bizim için sınırlıdır, sonludur ama kendi için sonsuzdur zaman. Dolayısıyla kıymetine binaen parçalara ayırdığımız zamanın her kilometre taşında durup düşünmek gerekmez mi? Beden kefenlenip toprak ile buluşmadan, ruh kanatlanıp semalara uçmadan "nereden gelip nereye gidiyoruz"un muhasebesi gerekmez mi? 

"Sabah doğup akşam ölenler" 


Gelin biraz muhasebesini yapalım zamanımızın. Bir çiğ damlasından katreye dönen, ardından çiçeğe duran insan için her yaşta muhasebe gereklidir. Yaşı, yolun yarısını geçenler için bu daha da önemlidir. Zaman düzlemindeki hayatımızın karelerini nasıl doldurduğumuza sorularla kafa yoralım. 


Yaşamımızın bugüne kadarki kısmının odağında ne var mesela? 


Neyin uğrunda koşuyor, kime çalışıyor, neler için kavga ediyoruz? Yani ki ne için var olduğumuzu düşünüyor ve bu uğurda yaşıyoruz? 

Bize İlahi bir kudretten hazır olarak verilmiş olan yirmi dört altını, nasıl harcıyoruz bir günde? 

Sonra ertesi günkü altınları ya diğerlerini nereye, kime, niye harcıyoruz? Mademki hayat, ölümden çalınan küçük bir zaman dilimidir. Bu sınırlı zamanın sınırlı aşkının odağında oturan nedir? 

Omurgalaşmış bir amacı yoksa hayatın ve bu omurgaya götüren alt amaçları yoksa yaşamın, sonbahar rüzgârlarına kapılan yapraklar gibi sürüklenir insan. 


Sürüklenir de tuzaklarına düşmekten yakalayamaz gerçek zamanı. Şeyh Edebali'nin benzetmesiyle "sabah doğup akşam ölenler" sınıfının sıradan bir üyesi olur insan. Oysaki bir kısa ömre, ömürler sığdıranlar var. 

Zamanı doğru kullandığı için yüzyılları, bin yılları aşıp bugüne, ışık tutanlar var. Zamanın içindeki rolleri ile insanı ve insanlığı çoğaltanlar var. 

Bir de kendine meftun, bireysel amaçları ile insanları ve insanlığı eksiltenler, yaşam alanlarını daraltanlar var. Acaba biz hangi gruptayız? 

Sizinle neler güzelleşiyor hayatta? 


Hayatın bir anlamı da insanın kendini ifade etmesidir ya, o halde kendimizi ifadenin muhasebesinde durumumuz nedir? Mesela duruşunuz ne anlatıyor? 


Nasıl bir renk, ses ve ışık veriyorsunuz zamanın derinliklerine? Sözlere gerek kalmadan ne söylüyor bedeniniz? Sizden dış âleme, dış âlemden size neler akıyor? Hayatınız, kendi doğrularınızın sözcülüğüne mi tanık? 

Yoksa tüm zamanlarınızı süsleyen hoşgörünüz, insanları, insanlığı hatta canlıları ve dahi cansızları kapsayacak enginlikte mi? 

Kendinizi ifade sırasında sesiniz mi yüksek yoksa sözleriniz mi mesela? Dedikodu, malumat, bilgi hangisi süslüyor konuşmalarımızı? 

Yoksa kaotik bir zaman düzleminde mekân tutup durmadan ifade kırılmaları mı yaşıyorsunuz? Ananız, babanız, eşiniz, çocuklarınız, kardeşleriniz, arkadaşlarınız, siz varsınız diye mutlular mı acaba? 

Yoksa ifadeleriniz giderek tek renkli, tek merkezli, monoton ve gerçeklerden uzak, sanal bir dünyanın uydusu mu oluyor? 

Sahi siz ne kadar gelişiyorsunuz? Hangi Çin'deki bilgiyi alıp kendinize mal ettiniz? Sizinle neler değişiyor, düzeliyor, güzelleşiyor hayatta? Siz varsınız diye hangi taşlar yerinden oynuyor? 


Zaman çizgisinden kaymanızla neler değişir bu gök kubbede? Kimler karanlıkta kalır sizin ışığınız söndüğünde? Hiç değilse her an kendinizden yeni anlamlar yeni çıkarımlar yapabiliyor musunuz? Yoksa amaçsız değişmeye alabildiğince odaklanan sanal algınız, özünüze mi köreliyor? 

Zamanın rüzgârlarıyla dalgalanan ömrünüzün bayrağı nerede dalgalanıyor, neleri haykırıyor? Hangi rolleri, değerleri, ilkeleri, olmazsa olmazları barındırıyor? Sakın ki mala odaklanan can gözünüz, gönül gözünüzü köreltmiş olmasın. 


Ağlar mısınız mesela kimi zaman? Maddi bir kaybınız olmadan mesela bir karıncanın ölümü yaşartır mı gözlerinizi? Yoksa gözyaşlarını kayıp edenlerden misiniz? Necip Fazıl üstadın, "Ağlayın su yükselsin, belki kurtarır gemileri" deyişinin neresindesiniz? 


Akıp giden zaman gibi akıp giden hayatı okumanın neresindesiniz? 

Unutmayın ki; her yılın sonu gibi her ömrün de sonu var. Fark şudur ki; yılın sonunu biliyoruz ama ömrünkini bilmiyoruz. Belki yılın sonundan önce, belki de sonra. Hatırlayın ki zaman daraldı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder