23 Aralık 2011
Türkiye'nin geçmişinde karanlık ve trajik bir parça olduğu konusunda
hemen hemen herkesin fikir birliğine vardığı Dersim ile ilgili yakın
zamanda cereyan eden tartışmaların doğru bir zeminde ilerlediğini
söylemek oldukça güç.
Konunun
gerek hukuki ve gerekse de ahlaki açıdan çok fazla incelenmeden
tartışılması bazı noktaların göz ardı edilmesini de beraberinde
getiriyor. Konunun insani boyutunun giderek uluslararası alanda siyasi veya hukuki bir boyut kazanabilmesi ihtimali, göz ardı edilen noktalardan bir tanesi.
Özellikle de tartışma başladıktan sonra tarihin bu sayfasının tatmin edici ve mağduriyetleri kısmen de olsa giderici bir şekilde nasıl kapatılacağının hesap edilemiyor oluşu, bu çerçevede üzerinde önemle durulması gereken bir konu.
Diğer bir ifadeyle, Dersim sorunu ile ilgili olarak artık Pandora'nın kutusu açılmış durumda; uluslararası kamuoyunun da dikkatini çeker bir hale gelen tartışma, mağduriyetlerin giderilmesini, şu veya bu şekilde Türkiye'nin konu ile ilgili olarak adımlar atmasını gerektiriyor.
Aksi halde -yani konunun çözümsüz veya sürüncemede bırakılması durumunda- tartışmanın uluslararası bir boyut kazanması uzak da olsa ihtimal dahilinde.
Dersim'de işlenen suçların uluslararası suçlar olması ve devlet sorumluluğu kavramının artık daha somut bir çerçevede ifade edildiği günümüz uluslararası sisteminde dahi daha çok bireysel sorumluluğu gerektirmesi, bu bağlamda göz önünde bulundurulması gereken önemli bir nokta.
Meseleyi biraz daha tavzih etmek bakımından şunu belirtmekte fayda var:
Tarihle yüzleşmenin mesela temelde iki boyutu olabileceğini öngördüğümüzde hakikatlerin ortaya çıkması gerektiğini ve sorumluların tespit edilmesinin önem arz ettiğini söyleyebiliriz.
Her iki asli sonuç için 'yüzleşme' faslının başlangıcında sorumlu olarak devlete gereğinden fazla gönderme yapmak devlet sorumluluğunun altyapısını oluşturması bakımından önem taşıyor.
ULUSLARARASI SUÇLARDA DEVLETİN SİYASETEN SORUMLULUĞU
Dersim'de işlenen suçlar için kim sorumlu tutulacak sorusuna verilecek cevap, konunun Türkiye açısından uluslararası bir tartışmanın parçası haline gelmesi açısından anlam taşıyor.
Bir uluslararası hukuk kişisi olarak devletin sorumlulukları, klasik uluslararası hukukta bugünkü anlayışa göre farklılık arz ederken özellikle teorik de olsa neredeyse sınırsız egemenliğe sahip bir siyasal örgüt olarak tanımlanan devleti koruma saikinin geçmiş dönemlerde çok daha güçlü olduğunu söyleyebiliyoruz.
Buna karşılık bugün artık devlet sorumluluğu kavramının sadece devletler arası ilişkilerde var olan taahhütleri aştığı ve bizzat ilgili devletin kendi halkına karşı ciddi sorumlulukları da içerir bir forma dönüştüğü bir dönemi yaşıyoruz.
Dersim özelinde burada iki noktanın altını çizmek gerekiyor. Birincisi, bugünün devlet sorumluluğu anlayışı ile dönemin devlet sorumluluğu anlayışı arasında ciddi bir fark bulunuyor.
İkincisi ise Dersim'de işlenen suçlarla bağlantılı olarak kimin hangi şekilde sorumlu tutulabileceğinin tespit edilmesi.
Özellikle bu ikinci noktanın, Dersim konusunun uluslararasılaşması ihtimali bakımından altının çizilmesi gerekiyor.
Uluslararası hukuk çerçevesinde Dersim'dekine benzer suçların terettüp ettiği iki tür sorumluluktan söz etmek mümkün.
Bunlardan birincisi, devletin söz konusu suçların işlenişindeki payı nispetinde sorumlu tutulması ve belli müeyyidelere tabi tutulması; ikincisi ise bireysel sorumluluk anlamına gelen doğrudan suçları işleyen bireylerin yargılanması ve mahkûm edilmesi.
Her iki durumda da aslında teknik anlamda sorumluluktan söz edebilmek için işlenmiş olan suçların tespit edilmiş olması ve bunlara karşılık gelen cezaların da belirlenmiş olması gerekiyor.
Bu nedenle de mesela Dersim ile ilgili olarak şimdiden soykırım mıydı, insanlığa karşı suç muydu tartışması çok anlamlı değil.
Zira bu suçlar bireyler tarafından işlenmiş suçlar ve bu suçların işlendiği iddia ediliyorsa -hüküm verir bir tarzda- faillerine de doğrudan işaret edilebilmesi gerekiyor.
Kolektif sorumluluk için de aslında benzer bir durum söz konusu. Diğer bir ifadeyle, uluslararası suçlar ile ilgili olarak bir devletin sorumlu tutulabilmesinin en etkili ve tartışmasız yolu hiç şüphe yok ki uluslararası yargılama.
Ama devletleri böyle bir mekanizmaya tabi tutmak hiç de kolay değil. Her şeyden evvel uluslararası mahkemelerin çok büyük bir kısmının yargı yetkisinin son derece kısıtlı olduğunu belirtmek gerekiyor.
İkincisi de devletleri sorumlu tutan ve onları yargılamaya tabi tutan mekanizmaların daha çok devletlerin rızasına dayanıyor olması.
Kısaca belirtmek gerekirse, bu nedenlerden ötürü mesela Türkiye'nin Dersim katliamında devlet olarak sorumluluğunu uluslararası yargı yolu ile teyit etmek o kadar kolay değil.
Nadiren de olsa uluslararası yargı organlarının yetkili olduğu durumlarda da ilgili yargı organının devleti sorumlu tutmaktan kaçınma eğiliminde olduğu izlenimini edinmek mümkün.
Uluslararası Adalet Divanı'nın (UAD) Sırbistan'ı, Bosna Savaşı sırasında işlenen suçlarla ilgili suçlamalardan aklaması, bu çerçevede verilebilecek bir örnek.
Ancak devletin uluslararası suçlar ile ilgili olarak siyaseten sorumlu tutulması mümkün.
Bugün Türkiye'nin Ermeni soykırımı iddiaları ile ilgili yaşadığı problem de zaten bununla yakından ilişkili.
Haklı olarak devletlerin veya parlamentoların tarih ile ilgili hüküm veremeyeceklerini iddia eden Türkiye'nin bu iddia ve yaklaşımının çok da dikkate alınmadığını ne yazık ki söylemek mümkün.
Dolayısıyla ortada Türkiye'nin, sorumluluğunu tespit eden bir yargı kararı olmamasına rağmen siyasi bir girişim ve süreçle sorumlu tutulabileceği bir örnek var karşımızda.
Benzer şekilde, mevcut haliyle neredeyse tamamen Türkiye'nin bir iç meselesi gibi görünen Dersim konusu, uluslararası tartışmaların konusuna da dönüşebilir.
Bunun sahiden olup olmayacağı ayrı bir konudur, böylesi bir şeyin ihtimal dahilinde olması ise ayrı bir konudur.
Böylesi bir durumda, yani Dersim katliamının uluslararası alana taşınması halinde ise Türkiye'nin bugünden aldığı tavır, bir sonraki adımlarını ve seçeneklerini kısıtlayabilecektir.
Bunun tarihsel örnekleri de aslında mevcut. Mesela 1953 yılında UAD, Fransa'nın, bir mektubu ve ekli haritalar ile bazı adaların İngiltere'ye ait olduğunu kabul ettiği sonucuna vardı.
Bu tür örneklerin sadece ülkesel tanıma için geçerli olabileceği söylenebilir.
Ancak ne olursa olsun, şimdiden devletin Dersim katliamındaki sorumluluğunu ima eder bir açıklama veya tavır, en azından Türkiye'yi ileride, sorunun uluslararası bir boyut kazanması halinde siyasi açıdan zor duruma sokabilecektir.
Bu çerçevede verilebilecek önemli bir örnek, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras'ın TBMM'de Montrö Boğazlar Sözleşmesi'nin onaylanmasında yaptığı konuşmadır.
Söz konusu konuşmada Aras, Lozan Antlaşması ile silahsızlandırılan Limni ve Samotra adalarının Sözleşme ile birlikte artık Yunanistan tarafından silahlandırılabileceği anlamına gelen sözler sarf etti.
Bu açıklamalar, takip eden yıllarda Yunanistan tarafından Ege adalarının silahlandırılmasında bir gerekçe olarak öne sürüldü.
Sözlü yapılmış açıklamaların bağlayıcılığının ne olacağı elbette tartışılabilir.
Ama mesela yine UAD'nin Fransa'nın nükleer denemeler ile ilgili yapmış olduğu tek taraflı beyanı bağlayıcı ve sonuç doğurucu kabul eden kararı, bunun en azından istisna biçiminde de olsa mümkün olabileceğini gösterir.
*Osmangazi Üniversitesi (Eskişehir)
Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder