Abdullah Aymaz |
Önceki
yazılarımda ilmin mertebeleri üzerinde durmuş ve her mertebenin
neticesini söylemiştik… Sadece bilmenin ve sadece tasdik etmenin yeterli
olmadığını; mutlaka iz'an seviyesine yükselmenin gerektiğini ifade
etmiştik.
“Evet Sözler (R. Nurlar) Cennetin Tûbâ ağacının meyveleri gibi tatlı ve güzel olan iman ve İslamiyet'in meyvelerini ve dünya-ahiret saadetlerinin güzellikleri gibi hoş ve şirin öyle neticelerini göstermişler ki, görenlere ve tanıyanlara nihayetsiz bir tarafgirlik, iltizam ve teslim hissini verir.
Atomdan kainata mevcudat silsileleri gibi kuvvetli ve zerrât gibi kesretli iman ve İslâm'ın kesin delillerini göstermişler ki, nihayetsiz bir iz'an ve iman kuvveti verirler.
Hatta bazı defa Şâh-ı Nakşibendî'nin Evrâdını okurken, şehadet getirdiğim vakit ‘Bu iman hakikatları üzere yaşarız, onlara iman etmiş olarak ölürüz ve yine o itikad üzere diriliriz' dediğim zaman, nihayet bir tarafgirlik hissediyorum.
Eğer bütün dünya bana verilse, bir iman hakikatını bile fedâ edemiyorum. Bir hakikatın bir dakika aksini farzetmek, bana gayet elîm geliyor.
Bütün dünya benim olsa, bir tek iman hakikatının vücud bulmasına hiç tereddüt etmeden vermeye, nefsim itaat ediyor. ‘Allah'ım hem gönderdiğin Peygambere iman ettik, hem indirdiğin Kitaba iman edip gönülden tasdik ettik' dediğim vakit nihayetsiz bir iman kuvveti hissediyorum.
İman hakikatlarının her birinin aksini aklen imkânsız telâkki ediyorum, dalâlet yolunda gidenleri nihayetsiz ahmak ve divâne görüyorum.” (Dokuzuncu Mektup, Sâlisen)
“Ama Kur'an-ı Hakîm'in minhâc-ı hakikisi (Gerçek yol ve metod, R. Nurlar) ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor.
Her bir âyeti, Mûsâ Aleyhisselam'ın birer asâsı gibi, nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor ‘Bütün herşeyde Allah'ın varlığını ve birliğini gösteren bir âyet (işaret ) vardır.' düsturunu herşeye okutturuyor.
Hem imanda lâtifelerin (sır, hafâ, ahfâ gibi ince duyguların) hisseleri var. Nasıl ki, bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif sinirler- damarlara-organlara, muhtelif bir surette taksim edilip tevzi ediliyor.
İlim ile gelen imanî meseleler de, akıl midesine girdikten sonra, derecelerine göre, ruh, kalb, sır, nefis ve benzeri letâif kendine göre, birer hisse alır, emerler. Eğer o lâtifelerin hissesi olmazsa, noksan kalır” (Yirmi Altıncı Mektup; Dördüncü Mebhas)
“Tahkîkî (derin araştırmaya dayanan sağlam) iman; ilme'l-yakînden hakka'l-yakîne yakınlaştıkça daha o imanın giderilemeyeceğine ehl-i keşf ve tahkik hükmetmişler ve demişler ki:
‘Ölüm döşeğinde, sekerat vaktinde şeytan, vesvesesi ile ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir.'
Bu nevi tahkîkî iman ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe hem ruha hem sırra hem öyle lâtif duygulara sirayet ediyor. Kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor; öylelerin imanı yok olmaktan korunuyor.
Bu tahkîkî imana ulaşmanın bir yolu, kamil bir velayet ile (büyük evliya gibi) keşif ve şuhud (mânevî müşahede) ile hakikate yetişmektir. Bu yol, hasların da hassına mahsustur, şuhûdî (müşahedeye bağlı) bir imandır.”
“İkinci yol: İman-ı bilgayb (müşahedeye bağlı olmayan gayba iman) cihetinde Kur'anî vahyin sırrının feyzi ile, delile dayanan ve Kur'anî bir tarzda akıl ve kalbin imtizacı (birleşmesi) ile hakkalyakîn derecesinde bir kuvvet ile zaruret ve bedâhet derecesine gelen bir ilmel-yakîn ile iman hakikatlarını tasdik etmektir.
Bu ikinci yol; Risale-i Nur'un esası, mayası, temeli, ruhu, hakikatı olduğunu has talebeleri görüyorlar.” (Kastamonu Lâhikası)
İz'an, imtisal, iltizam ve itikat derinliği için Risale-i Nurları tekrar tekrar mütalaa etmeye ihtiyaç var…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder