FOTOĞRAF1. DÜNYA SAVAŞI'NDA KAFKASLARDA RUSLARA KARŞI SAVAŞAN OSMANLI KÜRT SÜVARI BIRLIĞI. |
22 Kasım 2007
Osmanlı gerçekliğinin kendi bağlamında anlaşılması ve
tarihselleştirilmesini mümkün kılan en önemli araştırma ve tahlilleri
yapmış, kelimenin hakikî anlamıyla âlim niteliğini haiz bir tarihçi olan
Profesör Halil İnalcık, Türk basınının seçkin gazetecilerinden birisine
gönderdiği bir notta, toplumumuzun öncelikli meseleleri arasında başı
çeken Kürt sorununa "Türkiye'ye karşı 19. yüzyıl Batı parçalama
politikası"nın bir devamı olarak yaklaşılmasının uygun olacağını
belirtmektedir.
Değerli tarihçinin
notunun bu sürecin işleyişini anlatan bölümü ise hem Türk
tarihçiliğinin "Osmanlı Dağılması"na temel yaklaşımını, hem toplumumuzun
"Batı" ile ilişkilerine getirdiği yaygın yorumu ve hem de günümüz
meselelerini açıklayacak bir tarihî süreç oluşturması alanında kabul
gören tezi ortaya koymaktadır: "Yunan, Sırp, Bulgarlar kendi milli devletleri için içeride ve dışarıda ihtilal faaliyetlerinde Batı devletlerinden himaye, teşvik ve fiili müdahale sağlarlardı.
Rumeli'de halk kışkırtılır, komiteci baskınlarıyla ayaklanmaya sürüklenirdi. Türk halkı kendini savunma zorunda kalır, devlet müdahale eder, kanlı kırgınlar olurdu. Bu tam da Batı'nın istediği bir şeydi.
Hıristiyan milletler soykırımına uğruyor, dünya barışı tehlikeye giriyor, milletleri ezen Osmanlı rejimi çağdışıdır, gibi iddialarla davayı Büyük Devletler toplanıp kendi ellerine alırlar.
Çaresiz Osmanlı hükümeti seyirci kalmak durumuna düşer ve Batı nasıl planlamışsa ona karar verilir.
Balkan milletlerine özerklik veya doğrudan bağımsızlık sağlanır. Batı, bugün aynı taktiği Türkiye'ye karşı uygulama yolundadır."
Toplumumuzda yaygın kabul gören bu tahlilin bütünüyle yanlış olduğunu iddia etmek pek tabiî mümkün değildir.
Asırlar boyunca Batı için "Öteki" ve onun da ötesinde "kötülük"ün dünyadaki yansıması olmuş bir toplum ve devlete yönelik siyasetlerde çifte standartların kullanılmadığını ileri sürmek oldukça zordur.
Buna karşılık meseleye farklı bir zâviyeden bakmak bize gündemimizdeki meselenin çözümüne daha ciddî katkılarda bulunacak bir çerçeve temin edebilir.
Ezelî ve ebedî düşmanlık tezi Osmanlı çöküşünü açıklar mı?
Toplumumuzda Osmanlı çöküşüne yönelik yaygın yaklaşım olan "ezelî ve ebedî düşmanlık" tezi, Batı'yı monolitik bir sınıflama olarak ele almakta ve diğer şartlar ve ilişkiler düzeyi ne olursa olsun Osmanlı/Türk toplum ve devletine takınılan hasmâne tutum varsayımına dayanmaktadır.
Bu teze göre Batı, Osmanlı/Türk merkezine karşı eyleme geçmesi mümkün her topluluğu desteklemekte ve insanî ya da dinî koruyuculuk kisvesi altında ayrılıkçılığı teşvik etmektedir.
Batı olarak adlandırılan karmaşık yapı içinde Osmanlı ve daha sonra Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne bu zeminde yaklaşan örgütlenmelerin bulunduğu doğrudur.
Ama bu yaklaşımın Batı'nın tüm parçalarındaki kurum ve bireylerin tamamını kapsadığını iddia etmek ve sonu gelmeyen düşmanlığa dayalı bir ilişki varsaymak en azından aşırı bir genelleştirmedir.
Bu tez aynı zamanda karşı karşıya bulunulan sorunun iç dinamiklerini basit bir "ihanet" kurgusuna indirgemektedir.
Buna karşılık bilhassa on dokuzuncu yüzyıl başlarından itibaren Osmanlı devletinin karşılaştığı ayrılıkçı hareketler göz önüne alındığında meselenin iç dinamiklerine de ağırlık veren bir çerçeve belki de günümüzdeki sorunun çözümüne yönelik daha faydalı bir çerçeve oluşturmamızı mümkün kılabilir.
İç dinamiklerin önemi
1804-13 Sırp İsyanı ve bilhassa Yunan Ayaklanması ile başlayan gelişmeleri ele alacak olursak karşımıza çıkan tablonun bir tarafında görülen, değişen değerlere ve onlar çerçevesinde merkeze yöneltilen isteklere karşı, bunlara ciddî sorunlar yaratana kadar kayıtsız kalan, plânlı siyasetlerle zamanında cevap vermeyen bir idare anlayışıdır.
Bu anlayış söz konusu noktaya varılana kadar sorunları yok sayma, onların aslında olmamaları gerektiğini savunma, dolayısıyla da siyaset üretmeyi değil meselenin adını koymayı dahi "yok yere gâile çıkaracak eylem" telâkki eden bir yaklaşımı ihtiva etmektedir.
Tablonun diğer tarafında ortaya çıkan manzara ise Osmanlı toplumları içinde mevcut hoşnutsuzlukların, uygulamalara yönelik şikayetlerin, değişik süreçlere daha fazla katılım ve daha üst düzeylerde tanınma arzularının milliyetçi grupların tekeline alınmasıdır.
Bunu müteakiben sahneye konulan ise siyaset üretmeyen, sorunun varlığını reddeden yasakçı merkez ile mevcut talepleri maksimalist milliyetçi istemler haline getiren marjinal örgütlenmeler arasında uzlaşma noktası bulunmayan çatışma olmaktadır.
Uluslararası aktörlerin soruna dahil olmaları neticesinde çetrefilleşerek tırmanan söz konusu çatışma ise taraflardan birinin maddî yenilgisine kadar sürmektedir.
Son dönem Osmanlı tarihi aslında, Profesör İnalcık'ın haklı olarak belirttiği gibi, bu sonu gelmeyen çatışma sarmalının tarihidir.
Bu sarmalın işleyişinin karmaşıklığı ve konuya müdahil aktörlerin çeşitliliği onun oluşum ve gelişim süreçlerinin anlaşılmasını güçleştirmektedir.
Bu mekanizmanın işleyişinin kavranabilmesi açısından basit bir "ihanet-dış teşvik, destek-parçalanma" şablonu yerine daha derine nüfûz edebilecek bir tahlile ihtiyaç vardır.
Böylesi bir analizin öncelikli olarak dikkate alması gereken ise değişen değerlerin, toplumsal beklentilerin, onlara dayalı taleplerin kavranması ve bunlara yönelik siyaset üretilmesidir.
Değerlerde ve toplumsal beklentilerde görülen ciddî değişimlere cevap verici siyaset üretimi sorunların sadece hallini değil oluşumunu anlayabilmek için de hayatî önem taşımaktadır.
1789 sonrasında değişen değerler sistemi tüm Avrupa'da "Eski Düzen"i yerle bir ederken, Osmanlı dengesini de bütünüyle sarsmıştı.
Yeni değerler sistemi askerî-re'aya ya da Müslüman-zimmî benzeri eksenlerde gerçekleşen toplumsal örgütlenmenin devamını imkânsız kılarken, merkeze bu alanda ciddî taleplerin yöneltilmesine yol açmıştı.
Zaten iktisadî alanda mevcut "Avrupa tüccarı" benzeri kategoriler, kamu gelirlerinin açık müzayedeleri gibi uygulamalar ve sefaret tercümanlığı şeklindeki sınıflamalarla pratikte anlamını yitirmeye başlayan bir örgütlenmeyi ideolojik düzeyde sürdürme isteği beraberinde artan sorunları getirmişti.
İlginçtir ki, Osmanlı merkezi çevreden kendisine değişen değerler çerçevesinde yöneltilen talepleri cevaplayamadığı gibi, onları kavramakta dahi zorlanıyordu. Bu alanda zamanlamanın son derece önemli olduğuna işaret etmek gereklidir.
Meselâ Müslüman-zimmî ekseninde bir toplum örgütlenmesi, on beş, on altıncı hattâ daha sonraki asırlarda dengenin her iki tarafındakilerce adaletli olarak görülebilmiştir.
Aynı dönemde İspanya ve Portekiz'de Yahudi cemaatlerinin başına gelenlere, tüm Avrupa'da dinî azınlıklara yönelik yaygın uygulamalara baktığımızda evlerin yüksekliği, kıyafetlerin rengi, binek hayvanlarının kullanım şekli, ödenen verginin miktarı, kamu hizmetlerinden yararlanma benzeri alanlarda negatif ayrıcalıklar getirmesine karşın dinî cemaatlere kendi hukuklarını uygulama serbestisi tanıyan Osmanlı örgütlenmesi oluştuğu bağlamda fazlasıyla hoşgörülü olarak mütalâa olunabilinirdi.
Ancak bu örgütlenmenin 1789 sonrasında süratle bir anakronizm haline geldiği şüphesizdir.
Değişen değerler ve beklentiler çerçevesinde kendisine yöneltilen talepleri kavramakta güçlük çeken Osmanlı merkezi, bir yandan da ciddî bir merkezileşme siyaseti uygulamasına başlayınca karşısında bu istemleri milliyetçi, ayrılıkçı kavramlarla donatılan paketler haline getiren marjinal örgütlenmeleri bulmuştu.
Merkezin bu talepleri süreç içerisinde kavradığı ve onlara cevap verdiği doğrudur.
Islâhat Fermanı, asrın başında sarı pabuç giyebilmek için fermana ihtiyaç duyan gayrimüslimlerin asrın ikinci yarısında sefir, vali olabildiği bir yapının te'sisi bunun belirgin misâlleridir.
Nitekim 1860'larda Ali Suâvî, 1908 sonrasında Derviş Vahdetî benzeri kamuoyu figürleri bir Hıristiyan'ın sadrıâzâm olmasında bile herhangi bir sakınca olmadığını dile getirmişlerdir.
Ancak asrın başında Osmanlı düzeninde devrim yaratabilecek bu tür değişikliklere asrın ikinci yarısında "hakkın geç teslimi" olarak neredeyse omuz silkinmiştir.
Milliyetçiliğin olağanüstü ivme kazandığı bir dönemde yalın "dinler arası eşitlik" adımı yöneltildiği kitle tarafından gecikmiş olduğu kadar istenilen sonuçlara ulaşmayı sağlayamayacak bir siyaset olarak mütalâa olunmuştur.
Aynı şekilde asrın başında değişik Osmanlı anâsırı içinde ciddî sayıda taraftar bulabilecek, askerî sınıfı değil herkesi kapsayan "Osmanlı" üst kimliği asrın ikinci yarısında Müslüman Arnavutlar tarafından dahi bir asimilasyon, üstü kapalı "Türkleştirme" siyasetinin reddedilmesi gerekli aracı olarak yorumlanabilmiştir.
Siyaset üretimi yerine yasakçılık ve eylemlere cevap
Merkezin meseleleri kavramadaki ağırlığı, onları eski değerler çerçevesinde muhakeme etmesi ve siyaset üretmekteki atâleti, cevaplarının etkinliğini azaltırken, talep iletilmesi ile cevaplanması arasında geçen uzun süreç istisnâsız her vak'ada istem sunma tekelinin müfrit milliyetçi örgütlenmeler eline geçmesi neticesini doğuruyordu.
Bu noktadan sonra gerçekte üretilen siyasetleri belirleyen, merkezdeki ricâl, toplumlardaki sessiz çoğunluklar, ya da değişen değerler değil söz konusu şikayetleri bir talepler manzumesi haline getiren radikal milliyetçilerin söylem ve eylemleri oluyordu.
Konuya daha yakın tarihten misâller yardımıyla yaklaşırsak, bilhassa 1891 sonrasında Osmanlı merkezinin Ermeni siyasetinin belirleyicisi Daşnaktsutyun ve Hınçakyan komitelerinin söylemleri ve talepleri olmuştu.
Benzer şekilde, 1908'den itibaren devletin Arnavut siyasetinin ana çizgileri başta Başkimi (İttihad) Cemiyeti olmak üzere bir kısmı silahlı çetelere sahip Arnavut milliyetçi örgütlenmelerinin istem ve eylemlerine cevap biçiminde şekillendirilmişti.
Başka bir deyişle siyaset üretememenin maliyeti sorunu, Osmanlılık kavramının kendi değerlerini kapsayacak, toplumun genel karar alma sürecine katılımını artıracak biçimde düzenlenmesini, Doğu Anadolu'da yerleşik olmayan grupların saldırılarına karşı koruma teminini isteyen Ermeni kitleleri ve Amira sınıfı yerine, silahlı mücadeleyi talep iletiminin önde gelen aracı olarak gören sosyalist-milliyetçi Daşnaktsutyun ve Hınçakyan komiteleri ile tartışma olarak ortaya çıkıyordu.
Bunun sonucunda ise siyaset yapımı, onu üretenlerin şekillendirdiği bir faaliyet olmaktan çıkıp, Daşnaktsutyun ve Hınçakyan eylemlerine cevap verme uygulamasına dönüşüyordu. Yâni aslında var olmayan ve eyleme cevap biçiminde ortaya konulan Ermeni siyasetinin belirleyicisi bizatihi komiteler idi.
Meselâ milliyetçi ideolojiyi destekleyenler Ermeni Meclisi'nde kontrolü ellerine aldıklarında, 1891 yılında cemaat içi temsili sağlayan bu örgütlenme Osmanlı idaresince fiilen işlemez hale getiriliyor, bu ise pratikte, Daşnaktsutyun ve diğer sosyalist-milliyetçi örgütlenmeleri Ermeniliğin "gerçek" temsilcisi, onun haklarının müdafi'i statüsüne yükseltiyordu.
Benzer şekilde 1908 sonrasında, yeni düzende kabul göreceği varsayımıyla merkeze yöneltilen Arnavut kültürel taleplerine (Bilhassa Arnavutça kullanımı ve bu lisanın Arap alfabesi yerine Latin hurufuyla yazılmasına, ki Sadrıâzâm İbrahim Hakkı Paşa'ya göre bu İmparatorluk'tan ayrılmanın ilk adımından başka bir şey değildi.) gösterilen sert tepki, en güzel misâlini Meb'usan'da Müfid Libohova ile Ahmed Rıza Bey arasındaki münakaşada bulan kimlik tartışmaları (Libohova'nın "Arnavutlar" vurgusuna müdahale eden Re'is Ahmed Rıza Bey'in "Arnavutlar yok, Osmanlılar var" sözüne Arnavut meb'usun verdiği "Evet Efendim Arnavutlar Var" cevabı daha sonra milliyetçiler tarafından slogan haline getirilmişti);
Mihal Grameno, Çerçis Topulli gibi anayasal düzende isimlerinin anılmayacağı düşünülen çetecileri, Derviş Hima (Maksud İbrahim), Fan Stylian Noli, Faik Konitza gibi müfrit milliyetçileri, İsmail Kemal gibi Yunanlılardan Avusturyalılara kadar herkesle pazarlığı sürdüren eski bürokratları, Kosova, Draç ya da İşkodra'daki toplum liderlerinin yerine "Arnavutlar" adına konuşur hale getirmişti.
İlişkilerin gerginleşmesi ve milliyetçilerce kışkırtılan eylemlere Osmanlı merkezinin verdiği olağanüstü sertlikteki cevap (Şevket Turgut Paşa komutasındaki te'dib harekâtı) ise neredeyse tüm Arnavut nüfusun milliyetçilerin arkasında Osmanlı merkeziyle çatışması neticesini yaratmıştı.
Bu noktadan sonra devlet tarafından verilen tavizler (Kur'an dışında tüm derslerin Arnavutça ve yeni alfabeyle okutulmasına müsaade, çetecileri de kapsayacak genel af, askerlik hizmetinin yeri konusundaki düzenlemeler) ise tatmin ve merkeze yönelik destek sağlama yerine daha da yükseltilen taleplere neden olmuştu.
Bir kısmı dahi 1908 yılında tüm Arnavutluk'ta kabul görebilecek ve merkeze yoğun destek sağlayabilecek bu ıslâhata, milliyetçiler tüm Arnavutlar adına 1911-12 yıllarında omuz silkiyorlardı.
Nitekim bizzat Sultan'ın Kosova'yı ziyareti gibi bir jeste dahi, daha önce milliyetçiliğe karşı Osmanlılığın kalesi olarak görülen bölgede beklenilen ilgi gösterilmiyordu.
Sultan ile beraber Kosova'da kılınacak cuma namazına İpek, Yakova, Prizren ahalisinden kimsenin katılmaması çok değil üç sene evvel Osmanlı sultanına "baba mbret (padişah)" olarak hitap eden bölge ahalisinin ne kadar kısa bir süre içinde milliyetçiler safına geçtiğinin ilginç bir göstergesiydi.
Bu açıdan bakıldığında 1912 yılında Balkan Savaşı'nın en zor günlerinde Arnavutluk'un bağımsızlığını ilân eden İsmail Kemal'in, Arnavut milliyetçiliğinin zaferinin aslında, 1908 sonrası İttihad ve Terakki'nin kimlik temelli, her türlü talebi ayrılıkçılık olarak reddeden siyasetleri tarafından hazırlandığını ifade etmesi oldukça yerinde bir tespittir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder