Geleneksel şehrin mekân kullanımı kentin mekân kullanımına göre bazı farklılıklar arz eder.
Dairenin dizaynında hem dolaylı nüfus kontrolü hem modern çekirdek aile modelinin zorunlu tercih olması hedeflenmiştir.
Daire içinde yaşayan çekirdek aile doğası dolayısıyla bencil, bireyci ve tabii beşeri bağlardan (yakın akraba) kopuktur. Daire alt ve orta sınıfların evidir, gelir düzeyi yüksek zenginler eşitsiz büyümenin nimetleri sonucunda türeme sınıflar olduğundan zaten ‘modern’ ve bireycidirler.
Daire modelinde yaşlı anne-babaya bile yer yoktur. Düşünüyorum, rahmetli annem on kişi de misafirliğe gelse 80-90 metrekarelik evde yatıracak yer bulabiliyordu. Bu mesele de olmazdı.
Mekân üzerinde düşündükçe anladım ki mesele, mekân kullanımından kaynaklanıyor. Evin en geniş mekânı salon, nadiren gelecek misafir için kapalı tutulur.
Evin en geniş, en konforlu, en prestijli eşyalarının bulunduğu mekân hakikatte fonksiyonsuzdur. Oturma odası evin daha küçük, daha loş bir odasıdır. Televizyon orada bulunur, aile bireyleri orada oturur.
Çocuklara ait bir oda ve bir de sadece akşamdan sabaha kullanılan yatak odası var. Bu tepeden tırnağa yanlış bir mekân kullanımıdır. Geleneksel mekânlarda odalar çok fonksiyonlu-çok amaçlı tasarlanır.
Aynı mekân üzerinde sofra açıldığında yemek odası, yatak serilince yatak odası oluyor.
Geleneksel mekânı olduğu gibi bugüne aktarmanın ne kadar güç olduğu ortada, ama eğer aileyi, akrabayı ve komşuluk ilişkisini esas alan bir mekân üzerinde düşünmek durumundaysak mekân perspektifimizi değiştirmek zorundayız.
Sormamız gereken soru şudur: Mekân mı oturma biçimimizi ve hayat telakkimizi belirleyecek, yoksa dini referans alan medeniyet tasavvurumuz ve yaşama biçimimiz mi? 60-70 metrekarelik, iki oda bir salon apartman dairelerinde İslam’a ayarlanmış bir mekândan söz edilemez.
Mekân bizi belirliyor, oysa felsefemiz mekânı belirlemeli. Burada temel bir zihniyet değişimine gitme zarureti söz konusu. Mekân ferah, geniş olmalı, mutlaka bir felsefesi kabule dayanmalı. Osmanlı, Selçuklu, Abbasiler, Safeviler, Emeviler belli bir âlem ve hayat tasavvurunu mekâna yansıtma başarısını gösterebilmiş örneklerdir.
İnançtan neş’et eden ilkenin mekâna ve mimariye nasıl şekil verdiğinin örnekleri var. Osmanlı cami mimarisinde model filin dört ayağıdır.
Emevi cami mimarisinde yana doğru gelişen saf düzeni esas alınmıştır. Bunun çarpıcı örneği Şam Beni Ümeyye Camii’dir; Diyarbakır ve Mardin ulu camileri de bu modele göre inşa edilmişlerdir.
Çünkü Peygamber Efendimiz (sas) “ilk safta namaz kılmanın büyük sevabı”ndan söz etmiştir: “İnsanlar ilk safın sevabını bilselerdi, ön safta durabilmek için kur’a çekmekten başka çare bulamazlardı.” (Buhari, Ezan, 9; Müslim, Salat, 129.)
Bundan hareketle Şam Emeviye Camii’nin mimarı şöyle demiştir: “Elimden gelse doğudan batıya kadar uzanan tek saflık bir mescid yapardım.”
Geleneksel Müslüman evinde tuvaletin önü ve arkası kıbleye dönük olmaz; bu pozisyonda Kâ’be öne ve arkaya alınmaz. Şimdiki “yedi kat takva erbabı mimarlar”ın hiçbiri bu inceliğe dikkat etmiyor.
Klozetin üzerine “hijyen ve akıllıdır” yazmayı ihmal etmeyenler, tuvaletin yönünü kıblenin aksine kondurmayı akıl edemiyor.
Lavabolar yerden hayli yüksek, abdest alırken ayakları yıkamak zahmetli bir iş. Siyasetçisi gibi dindarlığı ve “bizim medeniyetimiz”i kimseye kaptırmayan muhafazakâr mimar, projesini çizdiği evde namazın kılındığını aklına getirmiyor; müteahhitle ortaklaşa paylaştığı kaygı Batı usulü konfora açık mekân ve bir arsadan kaç pahalı daire veya işyeri üretilebileceği hususudur..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder