15 Mart 2013
Bu ülkenin liberalleri, şiddet karşıtı solcuları ve diğer özgürlükçü
kesimleri yıllarca milliyetçi devlet egemenliğinin eleştirisine
eğildiler.
Daha doğrusu mücadelenin
belirlendiği genel atmosfer devletin eleştirisi oldu. Üstelik devletin kutsallaştırılması ve bir fetiş haline getirilmesi, bu özgürlükçü zihinleri rahatsız ediyordu. Devleti aslî görevine, yani halka hizmete davet ettiler.
Özgürlükçü otonom entelektüeller devletin egemenliğinin bir gruba veya etnisiteye ait olması fikrini kabul etmediler hatta egemenlik kavramının kendisini bile eleştirerek, eşit vatandaşlığı ve müzakereci demokrasiyi savundular.
Ya egemenlik fikrine karşı çıktılar ya da egemenliğin devlete değil de her halükârda topluma, vatandaşların oluşturduğu geniş toplum kütlesine ait olduğunu öne sürdüler.
Bu anlamda Kürtlere uygulanmış olan zulmü eleştirirken ve devletin egemenliğinin Türk etnisitesine ait olması gerektiği fikriyle mücadele ederken “Kürt etnisitesi devletin egemenliğinde pay sahibi olacaktır” gibi bir iddianın asla arkasında olmadılar.
Çünkü bu ülkede “devlet-toplum” ilişkisini “efendi-köle” ilişkisine çevirenlere karşı mücadele ederken egemen efendi statüsünü “ikileştirmeyi” hiç düşünmediler.
Bizzat efendilerin oluşturduğu egemenliğe, onların hâkimiyetçilik ideolojisine karşı çıktılar. Devletin sahibi olma fikrine bağlanan efendilik mitosunu eleştirdiler.
Bu yüzden bazı Kürt entelektüeller arasında yaygın olan “Kürtler de devletin sahibi olacak” düşüncesi veya Kürtler de devletini alacak, umulur ki bu Türkiye olsun gibi tehditkâr retorikler “devlet fetişizminden” başka ne anlama geliyor?
Bu çok kibirli bir dil. Belki kibirli olmaktan çok müşteri yarıştıran bir dil.
Kibir ise entelektüelin aklına yakışan bir tavır değil. “Eski madunun yeni kibri egemenin kibriyle yarışıyor ve egemen bir ortakçılığa dönüşmek için yanıp tutuşuyor mu acaba?” diye istifhamlar doğuyor.
Özellikle sızdırılan tutanaklardan sonra “egemenliği ikileştirme” ihtirası ortaya çıkıyor.
Hâlbuki hakiki özgürlükçüler devletin egemenliği fikrine bel bağlamayan otonom entelektüellerdir, onların yorumlarında devlete sahip olacak bir “etnisite asabiyesi” ön plana çıkmaz.
Sürekli gerilime sebebiyet verecek şekilde kavgayı ve uzlaşmazlığı her dönemde canlı tutan bir dil tercihinde bulunmanın Kürtlere fayda getirmediğini görmek lazım.
Öcalan'ın süzdürülmüş tutanaklarda Ermeni ve Yahudilere yönelik negatif ifadelerine bakılırsa “iki eşit halk” söyleminin sömürülmesiyle “Kürtler ve Türkler” ülkenin yeni efendilerine dönüştürülmüş oluyor.
Hâlbuki Orhan Kemal Cengiz'in de vurguladığı gibi “bizi özgürleştirecek olan tutum efendileri çoğaltmak değildir”.
Eskiden ülkenin etnisiteye dayalı tek efendisi olsun istiyorlardı (Türkler). Şimdi Kürt entelektüeller iki efendi olsun: “Türkler ve Kürtler” diyorlarsa durum oldukça vahim demektir.
Çerkez, Laz, Gürcü, Muhacir, Arap, Ermeni, Rum, Yahudi, Süryani, Roman vs… nasıl hissedecek bu çift başlı egemenlik (efendilik) durumunda?
Dışlama tek kanaldan gelirken şimdi çift kanaldan geliyor demeyecekler mi? Zazalara yönelik Kürtçü baskılar şimdi de sayıca az olan diğer etnisitelere mi yapılacak?
HAKİMİYET VE DİL İLİŞKİSİ
Bugün “gerilimden beslenerek” büyüme stratejisi bazı aydınların (Kürt veya Türk) düşünce merkezine yerleşen yoğun bir tutkudur kuşkusuz. İki sene önce başka bir gazetede dil sömürüsü başlıklı yazımdaki eleştirinin halen geçerli olduğunu görmek üzücüdür.
Yeni duruma adapte ederek hatırlatırsam sorduğum sorular şunlardı: Yarı-fantazmatik ifadelerden ne zaman kurtulacağız? Yazdıklarımızı akıl ve izan süzgecinden geçirmek için daha kaç kişinin ölmesi gerekiyor?
İnsanları birbirine düşüren bir dil kullanmaktan ne zaman vazgeçeceğiz? İçimizdeki vurucu söz söyleme ihtirasını dizginleyecek bir ölçüt, bir hassas terazi yok mudur?
Metnin bütün yüzeyine dağılmış grafik göstergeleri her daim pervasızca kullanmak yüreklerde taşlaşmış olan soğumayı gideriyor mu?
Barışa ne faydası var? Ne kadar zülfüyâra dokunursak, ne kadar çıplak uyarıcı gibi kehanetler savurursak o kadar faydalı oluruz mu sanıyorlar?
Bilmek ve anlamak çok zor. Lafı gediğine yerleştireceğim diye sürdürülen bir dil sömürüsü rahatsızlık vericidir.
Hırslı sözlerini hiçbir zaman için frenlemeyenlerin ihtirasından kaygı duymak lazım. Tanınıp bilinmiş sözcüklerin dört bir yanında barışçı olabilecek unsurlar uçup gitmiyor mu?
Barış formunun görünür doluluğunu da alıp götürmüyorlar mı?
Aşırı bir dil kullanımının, bazı yazarların kalemlerini zehirli bir ok gibi kullanarak -iki tarafta da var olan yürek soğumasını dindirmek yerine- sözün büyüsüne, cümlelerin kuvvetinden gelen ihtirasa “tutkun ve tutuklu” kalmalarından başka ne anlamı var?
Bütünün ardında dolanıp duran bir coğrafî adlandırma; halkların birbirinden ayrılmışlığıyla bertaraf edilen bir mana ve inanç düzeni ve bu şekilde barışı zedeleyen yıkıcı bir sözcük oyunu dışında hiçbir şey birbiriyle örtüşmüyor.
Metnin ana çizgilerini vurucu cümlelerle ören bu tersine “hamaset”, bu tersine “delikanlılık”, bu etnik “kibir” aslında alaycılıkla perçinlenip didaktik bir alana demir atmıyor mu?
Metin bir bomba gibi hep betona çakılıp parçalanıyor, sözcük bombardımanı her şeyi darmadağın ediyor ve “ortak alan” silinip gidiyor. Hatta ortak coğrafya kalmıyor.
Metni bu şekilde egemenliği altında tutan güç apaçık bir saldırışın cazibesidir; metne musallat olan gürültülü bir söylenip durma halinin ve onun verdiği bir esrimenin, garip bir vecd halinin dışavurumudur.
Akrobatik söz dizim taktiklerinin; çözüm sürecini alttan alta kemirip duran tutumların; metinlerdeki öznelerden daha dolgun olan kelime taşıyıcıların arzuladığımız barış sürecine hiçbir katkısı yoktur.
Diyebilirim ki bu dil, kaybedecek hiçbir şeyi olmadığını düşünenlerin dilidir veya sırtında yumurta küfesi taşıyanların rikkatinden nasiplenmeyenlerin dilidir.
Her daim kendisi için ve kendisi adına yürüyenlerin üslubudur.
Kürtlerin haklı talepleri kadir-i mutlak devlet egemenliğinden pay alma gibi güce tapınan küçük egemen düşüncesine ve buna dayalı hâkimiyet formlarına hapsedilirse Türkiye'de çoğulculuğun veya çokluğun pratiğini ya da siyasetini yapmak imkânsız hale gelir.
Kürt sorunu şu anda Türkiye'nin en önemli sorunudur ama tek sorunu değildir. Üstelik iktidar kavramını ve egemen/muktedirin pozisyon gerekliliğini sorgulayan bir dil ne zaman ortaya çıkacak?
Günümüzde devlet egemenliği Tanrısal gücün laikleştirilmiş, dünyevileştirilmiş biçimidir, bu anlamıyla katı bir modernizmin ürünüdür.
Kürtleri 21. yüzyılda Türkiye içinde erken modernitenin açmazlarına hapsetmek isabetli bir entelektüel duruş değildir.
Bu yüzden devlet egemenliğinden pay almak gibi bir dil üretiliyorsa, şunu hatırlamak gerekir ki, devlet egemenliği, hiçbir şeyin onun üstünde veya fevkinde olmadığı bir iktidar biçimidir.
Kürtleri de bu sekülarist şirke sürüklemek köhne modernist bir tutumdan başka bir şey değildir. Bize hakikatten kopmamış bir siyaset felsefesi gerekir.
Devlet egemenliğinden pay alma gibi bir dil kullanımı ise bu siyaset felsefesinin etkisiz hale getirilmesine yol açar ve bütün meseleyi temsiliyetin parsellenmesine indirger.
*Doç. Dr., Süleyman Şah Üniversitesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder