Etyen Mahçupyan
e.mahcupyan@zaman.com.tr
|
Şükrü
Hanioğlu'nun, Sabah gazetesindeki 13 Mayıs tarihli yazısında ele aldığı
'tarihçi' bakış, Türkiye'deki modern ve sol anlayışın 'evrensel'
ideolojik köklerini anlamamız açısından epeyce elverişli gözüküyor.
Kısacası bu dünya görüşü tarihin 'özneleşmesini' ifade etmekte... Diğer bir deyişle sanki tarih iradesi, niyetleri ve amacı olan bir yarı-ilahi aktör gibi, insanlığı ve insanları şekillendirip kendi emelleri doğrultusunda yönlendirmektedir.
Dolayısıyla insanlığın macerası söz konusu olduğunda, doğanın yasaları da tarihin yasalarına dönüşmektedir. Hanioğlu'nun kelimeleriyle "On dokuzuncu asır bu anlamıyla tarihteki olguların değil, bir süreç olarak tarihin 'kendisinin' ya da 'insanlık tarihi' olarak kavramsallaştırılmış şeklinin belirleyici olduğu bir 'güncellik' yaratıyor...
Tarih belirli kanunlar çerçevesinde yaşamı ve geleceği belirleyen bağımsız bir varlık haline geliyordu."
Bu algının bizatihi bilimsel bir paye kazanmasına paralel olarak, sosyal alanda bilimsel bir siyaset üretmenin mümkün olduğu fikri doğdu ve bilimselliğin temeli de doğal olarak tarihin yasalarında arandı.
Eğer bu yasaları kavrayabilirsek, kaçınılmaz geleceği de öngörebilirdik. İnsan iradesini neredeyse tali bir konuma indirgeyen bu bakışın dayandığı tespit, tarihin yasalarına aykırı olan iradenin ve o yöndeki siyasetlerin başarısız kalacağı 'gerçeğiydi'.
Dolayısıyla, aksi yönden bir çıkarsamayla başarılı olan siyasî irade ve eylem programlarının tarihin yasalarına uygun olduğunu öne sürmek mümkün ve akla uygun hale geliyordu.
Sol bu yaklaşımın hararetli sahiplenicilerinden biri oldu ve söz konusu 'bilimsel' anlayışı devrimciliğin zemini olarak işlevselleştirdi.
Zor kullanımı ve iktidarı ele geçirmek üzere yürütülen silahlı mücadeleler bu sayede meşrulaştı. Dahası bunun dışında kalanlar tarihin yasalarını algılayamayan bir bilinçsizlik halinin temsilcileri olarak görüldükleri ölçüde 'solun' dışına itildiler.
Sol siyaset giderek 'bilinçli' olanların tekeli altına alınırken, bilinç de dışımızdaki gerçekliğin ancak kendi eylemlerimizle sınanabilecek yasalarını içselleştirmiş olmamızla sınırlandı.
Öte yandan tarihin bir içkin amacının olması, onun bir yöne ve hedefe doğru 'ilerlediğini' ima etmekte ve dolayısıyla tarih bilinci de bu ilerlemeye hizmet etmeyi, onu hızlandırmayı gerektirmekteydi.
Bu durumda özgürleşme öncelikle bu ilerlemenin gerektirdiklerini anlayan bir bilinç haline tekabül ediyor ve tarihin yasalarını kavramanın sonucu olarak ortaya çıkıyordu.
'Bilimsel sosyalizm', 'sosyalist bilinç' gibi sürükleyici kavramlar bu arka plana oturtuldu ve solculara, insanlığın gelişme bilimini anlayamayan bilinçsiz yığınlar üzerinde bir üstünlük duygusu verdi.
Bu bakışın zihniyet bağlamında en dikkat çekici yönü normatif bir gerçekliği, yaşanmakta olan gerçekliğin yerine ikame etmesidir.
Bu durum yaşanan gerçekliğin çoğul ve karmaşık yapısının kategorik hale getirilip basitleştirilmesi ve idealize edilmesiyle sonuçlandı.
Böylece örneğin sosyal ve ekonomik sınıflar tarihsel bağlamından çıkartılarak, ezeli ve ebedi varlıklar haline geldiler.
Yaşanan gerçekliğin sınıfları ise, bu ideale ulaşmaya çalışan eksik ve aksak, dolayısıyla bilinçli olanların yardım ve yönlendirmesine muhtaç 'sakatlanmış' prototipleri olarak görüldü.
Hanioğlu yazısında 19. yüzyılın en önemli dört düşünce hareketi olan pozitivizm, milliyetçilik, evrimcilik ve Marksizm'in 'tarihçi' karakter taşıdığının altını çizmekteydi.
Pozitivizm, bir yandan bilimi tek doğru olarak öne süren, öte yandan bilimselliği mutlak bir nesnellik şeklinde sunan bir anlayıştı ve tüm modern ideolojilerin içinde kendine yer buldu.
Evrimcilik ise, 'ilerleme' fikrini merkeze alarak, her türlü değişimin amaçlı olduğunu öne sürerken, ulaşılacak hedefi halen var olan somut durumdan daha önemli kıldı.
Bu iki anlayışın birlikteliği, varılacak noktayı bilen bilinçli kesimleri diğerlerinden daha üstün hale getirdi. Bu 'zihin açıklığını' sağlayan ise, zihnin geçmişe saplanmış hurafelerden temizlenerek bilimsel bir düşünce ve algılama boyutuna yükselmesiydi ki buna da kabaca 'sekülerleşme' demek mümkündü...
Marksizm, pozitivizm ve evrimcilik birbiriyle fazlasıyla iç içe geçmiş bir bütünlük olarak sosyalleştiler. Öte yandan pozitivizm ile evrimcilik arasındaki en doğal ve verimli kaynaşma otoriter laikliğin biçimlenmesinde ortaya çıktı.
Dolayısıyla siyaseten 'bilinçsiz' varsayılan kitlenin aynı zamanda dindar olduğu Türkiye'de sol, Marksizm'in laiklikle bir tür 'evliliğine' dönüştü.
Diğer taraftan Kemalizm de aynı laikliği milliyetçilikle bütünleştirdi ve tarihi milletler üzerinden okuyan bir kategorik bakışın taşıyıcısı oldu.
Bu nedenle sol ile Kemalizm arasında güçlü bir akrabalık mevcut ve 'tarih' izin verdiğinde ikisi arasında hızlı geçişler yaşanabiliyor...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder