16 Ekim 2012
Dine ve inanca hakaret içeren eylemler, ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilemez.
Modern
toplumlarda hakaretin niteliği, gelişen teknoloji ve dinamik toplumsal
süreçlerle birlikte değişmiştir/değişmektedir. Bu değişim, geleneksel pek çok suçun niteliğinde nasıl değişime neden oluyorsa, bir filmin, insanların özellikle zihnî yapıları üzerindeki tesirinin bu anlamda göz ardı edilemez olumsuz bir etkiye neden olduğu da hesaba katılmalıdır.
Teknolojinin bu denli ileri olmadığı zamanlarda, bir dine ait öğelere bu türden saldırılar, medya yoluyla değil de, bire bir bir karşılaşma neticesinde olduğunda, bu bir savaş nedeni bile olabilmekteydi.
Geleneksel toplumlardan farklı olarak günümüz toplumlarında, internet, bilişim, telekomünikasyon ve medya gibi alanların ortaya çıkması, insanların veya farklı toplumların, doğrudan karşılaşmaksızın, birbirlerinin kutsalına hakaret içeren bu tür eylemleri gerçekleştirebilmesine olanak sağlamaktadır.
Ancak taraflar arasındaki ilişkinin niteliğinde bir farklılığa rağmen, eylemin sonuçlarının niteliği üzerinde bir değişiklik olmamaktadır.
Hakaret edilen taraflar, ilgili eylemin, zihin algıları üzerindeki olumsuz etkisinden kurtulamamaktadırlar. Ya da konu kutsal değerler olduğu için, eylemin sanal olması, neden olduğu olumsuz tesiri hafifletmez.
Dolayısıyla gelişen teknoloji, eylemin etkileşim niteliğini değiştirmekle birlikte, yasak unsuru olma niteliğini değiştirememekte, bilakis, daha fazla bir nüfuz gücü nedeniyle daha da yaygınlaşmasına ve derinleşmesine neden olabilmektedir.
Sorun, güçlü bir negatif zihni dışsallık sorunudur. Bunun iktisadi karşılığı çok açıktır. Bu alanın yasak olarak tanımlanması için gerekli rasyonel, eylemin doğasında içseldir.
İlgili eylemlerin suç olmasına ilişkin bir önemli ipucu, bu eylemlerin tamamının, kamusal alanda gerçekleşmesidir. Amerikalı rahip, önceden kamusal alanda Kur'an yakacağını deklare etmişti.
Son film, henüz yayına çıkmadan, tanıtımı internete düştü. İnternet ve medya araçlarının varlığı, eylemleri gerçekleştirenlerin, bu eylemleri küresel kamusal alanın unsuru haline getireceğini bildiklerini ve bunun üzerine oynadıklarını ima ediyor.
Yani ilgili eylemler, sadece o toplumlara veya herhangi bir bilimsel departman içi toplantıya özgü, kendi içinde bir fikir eleştirisi değildir.
Küresel kamusal alanda gerçekleştirilen herhangi bir eylem, küreselleşmenin bu denli hızlı olduğu bir dünyada mutlaka dünyanın öbür ucundaki toplumları etkiler.
Dolayısıyla bu tür eylemlere, Batı içinde yapılmış, “kendi içimizde özgürce yaşıyoruz, bu bizim özgürlüğümüz ve diğer ülke insanlarını neden bu kadar etkiliyor” gibi değerlendirmelerle bakılamaz.
İnsanların inançları, kutsaldır. Birinin bu benim kutsalımdır dediğine, diğerinin, “kimin neye göre kutsalı” deme hakkı yoktur.
Küreselleşen dünyada şimdi inanç, küresel kamusal maldır ve ortak kullanım alanında bir manipülasyon trajedisine maruz kalmaktadır.
Dolayısıyla ilgili eylemler, kamusal alanda gerçekleşen ve dışsallık yayarak, insanların tamamını etkileyen eylemlerdir.
Neden olunan dışsal zarar, toplumların bütünü açısından ele alındığında, özgürlük kapsamında değerlendirilmesinin sağlayacağı fayda, katlanılan maliyetten daha düşük olacaktır.
Eğer kamu yararını bir fayda-maliyet perspektifinden tanımlayacak olursak, bu eylemin yasaklanmasından elde edilecek kamu yararı, serbest bırakılmasıyla elde edilecek kamu yararından daha yüksek görünmektedir.
Özgürlük, şüphesiz geri kalan her şeyden daha kıymetlidir, ama insanın kendisinden değil. Söz konusu özgürlüklerin maliyeti, faydasından daha yüksek oluyorsa, bu kapsamda ilgili eylem yasaklanabilir olmalıdır.
Yine yasak için gerekçe, eylemin doğasında mevcuttur. Bu yaklaşım, aslında Batı'da kabul gören ve kurumsallaşmış bulunan bir yaklaşımdır. Bu nedenle şimdi sorun, daha girift hale gelmektedir.
Batı'da, yasal ve hukuki süreçlerin bu dinamik teknolojik ve teorik dönüşüme eş anlı olarak ayak uydurması, şiddetle üzerinde durulan meseledir.
Koşullar ne olursa olsun, teknolojiyle birlikte değişen suç unsurlarına karşı temel hak ve hürriyetler, Batı'da güvence altındadır.
İlave olarak değişen koşullarla birlikte, suç unsuru barındıran eylemlerin yeniden tanımlanması ve hukuki mevzuatın buna göre yeniden yapılandırılması, başka pek çok durum için de geçerlidir.
Zaten Batı'yı dünyanın geri kalan kısmına göre nitelikli hale getirip, ilerleyişini tetikleyen özelliği de budur.
Ancak aynı hassasiyet, inanç, insanlığın en kadim temel hak ve hürriyetlerinden olduğu halde ve Batı'nın çok kabarık bir sabıka listesine rağmen, İslam'a saldırı ve hakaret konusunda işlememektedir.
Aslında Batı'nın bu tür eylemlerdeki yasakları rasyonalize etmesi için gerekli tüm argüman ve teorik altyapı, kendi formel kurumsal donanımında mevcuttur. Sorun, Batı'nın enformel kurumsal donanımının doğasından kaynaklanmaktadır.
Bu noktada bir önemli konu, Batı içindeki bu çıkışların tümüyle Batı'ya mal edilip edilmeme meselesidir. Elbette Batı, bir bütün olarak İslam'a saldırmıyor.
Ama Batı'da daha önemli bir yanlış vuku buluyor. Öncelikle bu türden olaylar, Batı'da münferit değildir. Ayrıca ilgili sabıka, yüzyıllardır devam etmektedir.
Dolayısıyla Batı'da kutsala saldırmak veya hakaret etmek, özellikle İslamiyet söz konusu olduğunda bazı çevrelerde kurumsallaşmış görünüyor. Burası önemlidir ve bunu görmezden gelen bir analiz, eksik kalacaktır.
Batı, söz konusu olan İslam olduğunda karakteristik kurumsal donanımından farklı olarak, İslam'a saldırı içeren eylemlerin sürdürülebilirliğini cezalandırmadığı için zımnen de olsa meşru hale getirmektedir. İlgili eylemlerin, Batı'nın genel halini yansıtmadığı savunusu, haklı değildir.
Bu eylemlerin, Batı içinde çoğunluğun değil, ama güçlü bir nüfuz kabiliyeti bulunan baskın çevrelerin arka çıkmasıyla gerçekleştirilmesinin, Batı'nın durumunu anlamak açısından önemli sonuçları bulunuyor. Bu çevreler, aynı zamanda Batı'nın baskın çıkar gruplarıdır.
Bu baskın çıkar grupları, ilgili eylemleri doğrudan kendileri gerçekleştirmese de destekledikleri bilinen bir gerçektir. Bunun kanıtı da, bildiğimiz kadarıyla henüz bu eylemleri cezalandıran güçlü bir Batılı devletin bulunmamasıdır.
Sorun, bu eylemin tüm Batı tarafından veya adına yapılıp yapılmadığı değil, Batı içinde azınlık da olsa birileri tarafından yapıldığı halde halen daha bu saldırıya göz yumulması veya cezalandırılmamasıdır.
İktisadi, siyasi ve sosyal tüm yapıya yön verme kabiliyeti olan çevrelerden söz ediyoruz.
En azından bu çevreler, Yahudiliğe karşı bir saldırının anti-semitizm olarak değerlendirilip yasaklanması, özel mülkiyet haklarının korunması, demokrasinin sürdürülmesi için gerekli koşulların sağlanması adına gerekli kaynakları sarf eden çevreler olmasına karşın, aynı hassasiyeti, İslam'a saldırı veya hakaret söz konusu olduğunda göstermediklerinde, bir bütün olarak Batı, bundan sorumlu hale gelmektedir.
Batı'nın, bu mevcut durumu kendi içinden argümanlarla açıklamaya kalktığımızda bile bir ikili görünüm arz ettiği açıktır.
Batı, bu düaliteyi açıklayamadıkça, geri kalan kurumsal değerlerinin anlamının zedelenmesini engelleyemeyecektir.
Belki daha başka bir saptamayla, önemli bir erdemin, Batı'da bir türlü yerleşik hale gelemediği söylenmelidir.
Batı, kutsala hakaret içeren ilgili eylemin özgürlük kapsamında algılanmasına kapı aralamaktadır. Bazıları buna özgürlük bile demektedir.
Bu açık bir riya barındırmakla kalmayıp, bunun üzerinden özgür ve medeni toplumlar imajı vererek masumiyet devşirmeye de çalışılmaktadır. Bu masumiyet riyası, Batı'nın önemli bir enformel karakteristiği gibi görünmektedir.
Bunun hem Batı, hem de dünyanın geri kalanı için önemli sonuçları olabilir. Bu kurumsal nitelik, birey olarak insan tekinin, bu tür eylem ve düşüncelere ilişkin zihni algısındaki erdemli duruşu bulanıklaştırarak, karmaşaya neden olmaktadır.
Sorun bu noktaya varıp da birey sakatlanmaya başladığında, bu durumdan herkes zarar görür. Öncelikle doğruyla yanlış arasındaki ayrım ortadan kalkar.
Böylece bu karakteristik, Batı'nın enformel kurumsal yapısı haline gelmeye başladığında, ikinci ve daha önemli bir etki olarak, Batı'nın bu alan dışındaki demokratik gelenek ve diğer özgürlük alanlarının korunması gibi kurumsal kazanımlarının kendisine gölge düşürmeye başlar.
Batı'nın övgüye değer demokratik kurumsal yapısı bu durum karşısında işlemiyorsa ve Müslümanlar bu duruma velev ki aşırı tepki veriyorlarsa, bu durum, sorunlu taraf olarak Müslümanların tanımlanmasını getirmez.
Nedenselliğin yönüne bakmak gerek. Eğer sorun, sürekli ve artık neredeyse kesintisiz olarak, Batı içinden provokatif eylemler yoluyla tetikleniyorsa, çözüm, ilkeli durmaktan geçer.
Ayrıca ilişki bu şekilde olduğunda bile bir sonuç olarak, Müslümanların aşırı ve adam öldürmeye varan tepkilerinin, ilkel olduğu söylenen toplumlarda yasak olduğu, cezalandırıldığı ve polis gücüyle engellenmeye çalışıldığı, ama buna karşı soruna ve bu anlamda suça neden olan unsurun, medeni dünyanın eşsiz temsilcisi Batı içinde serbest bir eylem olarak kabul görmeye devam etmesi gözden kaçırılmamalıdır.
Bu ikircikli tutum, Doğu dünyasında meşru görülmediği cezai müeyyidelerle kanıtlanmış eylemler üzerinden meşrulaştırılamaz.
Bunun dışında Batı, kendi içinden bazılarının bu türden aşırılıklarını engellemediği sürece, bu eylemler sonunda Müslüman dünyadan bazılarının aşırılıklarının da sebebi ve ortağı olmaya devam edecektir.
Bu noktada sorunun temellerine ilişkin bulgular, aslında bizi taraflardan hangisinin tutumunun sorunlu olduğunu anlamaya yaklaştırıyor.
Zira bu eylem karşısında Müslümanların tepkilerinin ilkelliğe varan bir aşırılıkta olduğunu açıkça söyleyen veya ima edenlerin sayısı, azımsanmayacak kadar fazlaydı.
Türk kamuoyunda pek çok kişi, filmin ne tür bir densizlik ve sorun içerdiğini teslim ettikten sonra, Müslümanların da, buna aşırı tepki göstererek, provokasyona kolayca alet olan ve ucuz bir karşılık olarak fikir üretmek yerine çatışan, tabiri caizse ilkelce davranan toplumlardan oluştuğunu tespit etmekten geri durmadı.
Bu analiz, kabaca bakıldığında doğru gibi görünse de eksiktir ve bu nedenle, doğru ve derinlikli bir tespit anlamına gelmemektedir.
Öncelikle bu sorunun çözümü, Müslüman veya değil, herhangi birinin yeni bir fikir ortaya atmasını gerektirmeyecek derecede sarihtir.
Diğer yandan, dikkatlice bakıldığında Müslümanlar, Kur'an'ın yakılması, Peygamberlerinin yalan ve yanlış bilgi içeren bir ima ile karikatürize edilmesi ve nihayet aşağılanmaya çalışılması gibi eylemlerle karşılaşmalarına rağmen, asla bu türden bir karşılıkla mukabele etmemişlerdir.
Kaldı ki hiçbir Müslüman, kilise veya bazı örgütlerce manipüle edilmiş veya tahrifata uğratılmış şekli olsa da bu dinlerin peygamberlerini veya dinlerini aşağılamayı ve hakareti seçenek haline bile getirmemiştir.
Eğer Müslümanların ilkelce davrandığı veya bir medeniyet üretememiş olduğu söyleniyorsa, iki duruştan hangisinin daha medeni olduğunun açıklanması gerekir.
Olayların gelişimi, herkesi, bu olaylar üzerinden Müslüman'ın zihin dünyasını okumak ve test etmekten çok, eylemin niteliğinin tespitine sevk etmelidir. Buradan İslam medeniyetine giydirilmek üzere argümanlar devşirmek, çok nitelikli bir duruş göstermiyor.
*Öğretim Üyesi, Yıldız Teknik Üniversitesi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder