4 Şubat 2013 / ZAFER ÖZCAN
Medya–siyaset ve
ticaret ilişkilerindeki çürümenin tavan yaptığı ve basın patronlarının
tam 10 banka batırdığı İkitelli dönemi, Hürriyet Medya Towers’ın
yıkılışıyla sona erdi. İşte 90’lar medyası ve Bâbıtelli’nin hasar
raporu…
Basın sektörü ‘medya’ olmadan
önce, gazetecilerin ve gazetelerin merkezidir Bâbıâli yokuşu.
Cağaloğlu’nun buram buram tarih kokan dar sokaklarında yetişti, hem
Osmanlı hem de Cumhuriyet döneminin kalemşorları.
Gazete patronlarının meslekten gazeteci olduğu, basına dışarıdan sermaye girişinin henüz yaşanmadığı, gazetecilerin vapura, tramvaya bindiği, klasik deyimle ‘toplumdan kopulmamış’ zamandan söz ediyoruz.
Necip Fazıl’lar, Peyami Safa’lar, Bedii Faik’ler, Ali Naci Karacan’lar, Kemal Ilıcak’lar, Abdi İpekçi’ler hatta Simaviler ve Ahmet Emin Yalman’lar dönemi.
En sert polemiklerin yaşandığı, muharrirlerin kalemlerini âdeta silah gibi kullandığı yıllarda, muhalefet Bâbıâli’den yükselirdi.
İnternet ve televizyonun olmadığı vakitlerde, gazetecilerin kıvrak üslubu ve pervasız kalemleri, gündemi belirlerdi. Gazetecilikte üslubun âdeta sanat kabul edildiği günlerdi, Bâbıâli yılları…
Üstad Necip Fazıl, ‘Bâbıâli’ adını verdiği otobiyografisine başlarken, bahsedilenin sadece bir semt adı olmadığını anlatıyor: “Bütün yollar Roma’ya çıkar. Cihana hâkim bir imparatorluk nizamının tarihte mihrak noktasıdır çünkü Roma…
Bizde de bütün yollar Bâbıâli’den geçer. Fikir, sanat, ilim, politika, pafta pafta, bu memlekette duygu ve düşünce kıvranışı belirten kim varsa çarşısını, pazar yerini Bâbıâli’de bulur zira… Bu kabil insanlar nerede ve neyle uğraşmakta olursa olsunlar, Bâbıâli’den sayılabilirler…”
‘Bu kabil insanlar’ Bâbıâli’den sayılmıyorlar artık. Köprünün altından çok sular aktı. Bâbıâli defterini kapatanlar, ikame ettikleri İkitelli’den de çabuk vazgeçti.
20 sene önce tasını tarağını toplayarak İkitelli’deki plazalara taşınan ve basından medyaya inkılap eden sektör, artık yeni sulara yelken açtı.
Bâbıtelli diye de anılan İkitelli medyasının son temsilcisi Hürriyet Grubu ve onun ‘Hürriyet Medya Towers’ diye anılan meşhur binası da inşaat sektörünün çarkları arasında eridi gitti.
Nurol Gayrimenkul’ün 127,5 milyon dolara Doğan ailesinden aldığı binanın yerine iş merkezi ve rezidans inşa edilecek.
Nurol firmasının kepçeleri aslında farkında olmadan medya için bir dönemin daha kapandığını ilan ediyor…
Uzanların meşhur binası da önce bir GSM şirketinin merkezi oldu, ardından sahibi değişen Star gazetesi ile Kanal 24 televizyonu buraya taşındı.
Binayı Defacto isimli tekstil şirketiyle paylaşıyorlar. İkitelli ve Türkiye’nin ilk özel televizyonu Star, artık Doğuş Grubu bünyesinde ve Maslak’ta yayına devam ediyor.
Hürriyet gazetesi ise Bağcılar’daki Doğan Medya Center’a taşındı. Milliyet ve Doğan Grubu’nun diğer yayınlarına ev sahipliği yapan binada artık Kanal D, CNNTÜRK kanalları ile Hürriyet, Posta ve Radikal gazeteleri de bulunuyor.
Doğan’ın diğer gazeteleri Milliyet ve Vatan ise Demirören Grubu’na satıldı. Rüzgâr gibi geçen ve hem ülkenin hem sektörün dengelerini altüst eden Bâbıtelli yılları nasıl geçti ve arkasında nasıl bir iz bıraktı? Bir hasar tespiti yapmakta fayda var.
Bâbıâli’nin önemini yitirmesiyle memleketin dışa açılması paralel giden süreçler. 12 Eylül darbesinden sonra tek başına iktidara gelen Turgut Özal’ın dışa açılma hamlesi ve iş dünyasındaki hızlı gelişmelerden basın sektörü de nasibini alacaktır.
İş adamlarının gazetecilik ‘işi’ne ilgi duymaya başlamasıyla, bugün konuştuğumuz pek çok sorunun temeli atılmış olur. O güne kadar mesleği gazetecilik olan patronların elindeki basın sektöründe artık iş adamlarının da gözü vardır.
Nitekim ilk adım Aydın Doğan’dan gelir. Otomobil, ticari araç ve inşaat gibi sektörlerde faaliyet gösteren, Koç Grubu şirketlerinin bayiliğini yapan Gümüşhane Kelkitli Aydın Doğan, 1979’da Milliyet gazetesini alarak sektöre girer.
İkinci büyük hamlesi ise 1994’te, Simavi ailesinden Hürriyet’i almaktır. İzmirli gazete (Yeni Asır) patronu Dinç Bilgin’in ulusal bir gazete (Sabah) çıkarmak için 1985’te gelişinden sonra Hürriyet’in Doğan’a satılması, Bâbıâli’nin Bâbıtelli’ye dönüşümünün en önemli kilometre taşları olur.
Babıâli dönemini bitirerek Bâbıtelli günlerini ilk başlatan Sabah Grubu’dur. Dinç Bilgin, kendi açısından sonun başlangıcı denebilecek serüvene hayli şaşaalı başlar.
İkitelli Basın Ekspres Yolu üzerinde ve tam da Ayamama Deresi kenarına inşa edilen ‘akıllı’ Sabah-atv binası, dönemin teknoloji harikasıdır.
Kısa süre sonra, Türk medyasındaki değişim ve negatif dönüşümün de simgesi olacaktır bu bina. Gazeteciliği halktan koparan, toplumdan uzaklaştıran, medyayı kendi sektörü dışındaki işlere bulaştıran, bankacılığa sokan, toplum mühendisliği operasyonlarının aracı hâline getiren sembollerden biri, belki de en önemlisidir İkitelli’deki ünlü yapı.
Yeni Asır’ın kurucusu, bütün hayatı gazetecilikle geçmiş bir aileyi yoldan çıkaran sürecin temelleri de o binada atılmıştır.
Bâbıâli’nin, Bâbıtelli’ye dönüşümünü simgeleyen ‘plaza gazeteciliği’ Türkiye’nin en kritik yılları denebilecek 90’ların kilit aktörüdür.
Dinç Bilgin’e sadece gazeteciliği değil, neredeyse her şeyini kaybettiren bir dönem olur Bâbıtelli yılları. Nitekim kendisi yıllar sonra verdiği röportajlarda yaptığı yanlışları, askerî vesayetin nasıl dümen suyuda girdiklerini ve gazetecilik dışı işlere bulaşarak yaptıkları vahim hataları tek tek itiraf edecektir.
Basın sektörünün Bâbıâli yılları Osmanlı’nın son dönemlerinde başlıyor. Sultan 2. Mahmut döneminde, o zaman devletin de merkezi konumundaki Bâbıâli’de ilk gazete yayına başlar.
Takvim-i Vekayi adı verilen ‘resmî’ yayın organının amacı, devletin reformlarını halka daha iyi anlatmaktır. Bu gazetenin yayın tarihi 1831’i dikkate alacak olursak, sektörün Babıâli geçmişi 1990’lara kadar yaklaşık 160 yıl devam ediyor.
Buna karşılık sadece 20 yıl devam eden İkitelli dönemi, sektörde uzun yıllar tedavi edilemeyecek yaralar açmış ve derin izler bırakmıştır.
Bunun birkaç sebebi var. Birincisinin basın dışından sermayenin sektöre girmesi olduğunu belirtmiştik. İkinci önemli sebep İkitelli dönemiyle özel televizyonların devreye girmesi.
Bu aynı zamanda basının medyaya dönüşümünün başlangıcıdır. İkitelli’deki Sabah Plaza atv’ye, Hürriyet Medya Towers Show TV’ye, Uzanların Star gazetesi Star TV’ye ev sahipliği yapmaktadır.
Televizyonun etkisini de arkasına alan basın grupları güçlerinin zirvesindedir artık. Bu gücün kontrolden çıkmasına zemin hazırlayansa özel televizyonlarla birlikte İkitelli yıllarına rastlayan ‘koalisyonlar’ dönemidir.
Basın dışından sermayeye ek olarak, reklam pastasının büyümesiyle bir anda maddi gücünü katlayan, televizyonların devreye girmesiyle ulaştığı kitleleri hızla büyüten medya sektörü bir de karşısında zayıf koalisyon hükümetlerini bulacaktır.
Tam bir güç zehirlenmesi vakası. Birkaç milletvekili transferiyle düşürülebilen zayıf hükümetlere karşı diğer güç odağı askerle iş tutmanın dayanılmaz cazibesini de bu dönemde keşfedecektir medya patronları ve elbette yöneticileri.
İkitelli yıllarının çok sorunlu geçmesinde, medyanın ilişkilerdeki dozu ayarlayamaması, daha doğrusu ayarlamak istememesi temel etkendi denebilir.
Medya-siyaset, medya-ticaret ve medya-asker ilişkilerinden bahsediyoruz. 1991-2002 arasındaki koalisyonlar döneminde gerek ekonomi gerekse demokraside yaşanan gerilemelerde, medyanın kurduğu sorunlu ilişkiler başroldeydi.
İşini büyütmek için medyanın gücünü keşfeden sermaye sahipleri ve benzer amaçlarla medyayı kullanmaya hevesli siyasetçilerin ortaya çıkardığı vahim sonuçlar dönemidir 90’lar…
Aradan geçen kısa sürede adını unuttuğumuz birçok yeni yetme ‘basın patronu’ türemiş, ülke normalleşmeye başladıktan sonra da bunların çoğu silinip gitmiştir.
Sürecin en dikkat çekici özelliği, diğer sektör yatırımlarında kâra odaklanan patronların, konu medya olunca kârlılığı ikinci plana atmasıdır.
Çünkü medya, holding menfaatlerinin taşıyıcısı hâline gelmiştir. Nitekim, 2000 yılında Türkiye’de medyanın yüzde 60’ını elinde bulunduran Doğan Holding’in gazetecilik faaliyetlerinden elde ettiği kârın grup şirketleri içindeki payı, kendi internet sitesindeki verilere göre, sadece yüzde 4’tür.
Buna karşılık o tarihe kadar medya yatırımlarının toplam grup cirosundaki payı yüzde 40’a ulaşmaktadır. Bu örnek bile plazalar döneminde gazeteciliğin hangi anlayışla yapıldığını anlatmaya yetiyor.
Aydın Doğan, Milliyet’i Karacanlardan aldığı 1979 yılından beri 34 yıldır medya sektöründe. Onun için, ‘medya sektörüne dışarıdan giren en akıllı patron’ demek yanlış olmaz.
Benzer durumdaki onlarca patron silinip giderken, o bütün çalkantılı dönemlerde ayakta kalmayı başardı. Peki, plaza gazeteciliğinin kurbanı patronlar kimlerdi?
Doğan’dan sonra medya sektörüne 1982 yılında Güneş gazetesini kuran Kozanoğlu-Çavuşoğlu Grubu girer. Yurtdışında müteahhitlik yaparak ciddi sermaye birikimi oluşturan iki ortak, Hisarbank ve Odibank’ın hisselerini alarak finans sektöründe de etkin hâle gelir.
Nitekim medya ve finans, o tarihten 2001 krizine kadar memleketin en dikkat çeken ikilisi olacaktır. Güneş gazetesini daha sonra, Trabzonlu girişimci Mehmet Ali Yılmaz alır.
Gazetenin son sahibi ise Polly Peck Grubu’nun sahibi Kıbrıslı girişimci Asil Nadir olur. Nadir, Güneş dışında Günaydın gazetesi ve Gelişim Grubu’nu da alarak medyadaki etkinliğini artıracak; ancak bu etkinlik uzun sürmeyecektir.
Uzanlar ayrıca Adabank ve İmar Bankası ile finans sektöründe etkilidir. Aile daha sonra özelleştirme ihalelerine girerek aldığı çimento ve elektrik şirketleriyle hızla büyüyecektir. Uzanlar, basını silah gibi kullanarak her alanda etkin olmak isteyen patronlara en önemli örnektir.
Hatta bu gücü parti kurarak siyasette aktör olma noktasına kadar vardıran aile, 2002 seçimlerine katıldıkları Genç Parti ile yüzde 7,5 oranında oy almayı başarır.
Uzan ailesinin sonunu getiren de bankacılık sektöründe yaşadıkları sıkıntı ve tabii Başbakan Tayyip Erdoğan ile girdikleri ‘savaş’ olacaktır.
O dönem televizyonculuğa ilgi duyan bir başka patron, önce Show TV’ye ortak olan, daha sonra Cine 5’i kuran Erol Aksoy’dur. Mehmet Emin Karamehmet de 90’larda medya sektörüne girenlerden.
Önce Mehmet Ali Ilıcak’tan Akşam gazetesini, daha sonra Erol Aksoy’dan Show TV’yi alan Karamehmet, kısa süre elinde tutabildiği Sabah gazetesiye birlikte bir anda 90’ların en dikkat çekici medya patronu hâline gelir.
Sabah’ı bir gece operasyonu ile tekrar Dinç Bilgin’e kaptırmasına rağmen Digitürk hamlesiyle yeni medya alanında kendini ispatlayan Karamehmet’in medya merakı, ona Pamukbank ve Yapı Kredi’yi kaybettirecektir.
Buna rağmen Turkcell gibi çok değerli bir şirket sayesinde ayakta kalmayı başarır bu sessiz patron ve daha sonra ve SkyTürk haber kanalını hayata geçirir.
Basın sektörüne hızlı girip aynı hızla sektörden çıkan ve banka işinden ağzı yanan patronlardan diğeri elbette Bursalı Cavit Çağlar’dı.
Onun başını yakan da, 1996’da Karamehmet’ten aldığı ve 1999’da Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’nun el koyduğu İnterbank olur.
Süleyman Demirel döneminin devlet bakanı ve ‘aile fotoğrafı’ üyelerinden Çağlar, kurucusu olduğu NTV’yi Doğuş Grubu’na satmak zorunda kalır.
NTV’yi alarak sektöre giren Doğuş Grubu, bugün ülkedeki etkili medya gruplarından birinin sahibi. Demirel’in aile fotoğrafından diğer medya patronu Kamuran Çörtük’ü de unutmamak lazım.
BRT televizyonu ile sektöre giren Çörtük’ün medyada ipini çeken yine bankacılık sektörü olacaktır. Sahibi olduğu Bayındırbank’ın 2001’de Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na devredilmesiyle, onun için de çöküş süreci başlar.
90’lardaki ‘yeni medya patronu’ portrelerinden en ilginci kuşkusuz Korkmaz Yiğit’tir. 1998’e kadar iki banka, üç televizyon ve iki gazeteye sahip bir patrondur Yiğit.
Ekim 1998’de patlayan Türkbank skandalı üzerine, 9 Kasım 1998’de gözaltına alınır. Bu süreçte banka, televizyon ve gazetelerini kaybeder.
Yiğit ayrıca televizyonda yayımladığı konuşmasıyla Mesut Yılmaz hükümetini düşüren patron olacaktır. Onun medyaya girişi 90’ların en dikkat çeken hadiselerindendir.
Medyadaki yükselişi Bank Ekspres’i almasından sonra başlar. Yiğit, önce Kanal 6, Kanal E ve Genç TV’yi alır, devamında ise Yeni Yüzyıl ve Milliyet gazetelerini bünyesine katar.
Özellikle Milliyet’i Doğan’dan alması medya çevreleri kadar, askerî cenahta da epey gürültü koparacaktır. O dönem askerlerin Milliyet’in satılmasına karşı çıktığı biliniyor.
Nitekim gazete daha sonra tekrar Doğan’a geçer. Yiğit’in başını yakan, Bank Ekspres’ten hemen önce hisselerini ihaleyle aldığı Türk Bank olacaktır.
Mafya babası Alaattin Çakıcı’nın ihale sürecinde Yiğit lehine devreye girdiği ses kayıtları ile ortaya çıkınca, ihale iptal edilir ve bu, yeni basın patronu için sonun başlangıcı olur.
Doğan Grubu da bankacılık hevesinden kendini alamadı ancak diğer örneklerin aksine kâr ederek defteri kapadı.
Görüldüğü gibi, İkitelli döneminin en önemli belirleyicisi medya patronlarının bankacılık merakı, hızlı yükselme iştahı ve yükselirken de medyayı basamak olarak kullanma stratejileridir.
Patronlar, basın gücünü çıkarlarını korumak ve kamu ihalesi almak için silah gibi kullanırken diğer yandan bankalarından grup şirketlerine para aktarıyorlardı.
Halktan yüksek faizle topladıkları mevduatlar da bu doyma bilmez iştihaya kurban veriliyordu. Bedelini hem onlar hem de batan bankalar kanalıyla bizzat toplum ödedi.
‘Sonradan görme medya patronları’ bunlara ilaveten bir de ‘devlet teşvikleriyle’ güçlerine güç kattı. Nitekim 90’lı yıllarda hortumlanan, içleri boşaltılan ve fona devredilen 25 özel bankanın 10’unun sahibi medya patronlarıdır.
Burada vurgulanması gereken bir husus daha var; medya patronlarının bankacılık meraklarına emekli generallerin verdikleri destek.
Nitekim 28 Şubat sürecinde batan bankaların neredeyse tamamının yönetim kurullarında emekli askerler, özellikle de generaller görev yapmıştı.
Medya patronları için asker kökenli yönetim kurulu üyeleri bir tür kendilerini garantiye alma aracıydı. Olay sadece bankalarla sınırlı kalmadı, askerin ülkedeki gücünden etkilenen pek çok holding, yönetim kurullarına emekli askerleri almakta gecikmedi.
Nitekim 2002’de göreve gelen ve bu alandaki çürümenin farkına varan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, bir genelge yayımlayarak emekli generallerin banka ve şirketlerin yönetim kurullarında yer almasını yasakladı.
O dönemin meşhur paşalarından eski Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhittin Fisunoğlu, Hayyam Garipoğlu’nun sahibi olduğu Sümerbank’ta; eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Vural Bayazıt, Dinç Bilgin’e ait Etibank’ta ve eski Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Teoman Koman da Cavit Çağlar’ın İnterbank’ında yönetim kurulu üyeliği yapmıştı.
Ticari çıkarları için Ankara’nın önemini bilen medya grupları, ‘Ankara temsilciliği’ makamını medyada yükselmenin aracı hâline getirmekte gecikmedi.
Birçok genel yayın yönetmeninin geçmişinde Ankara temsilciliği görevi bulunması elbette tesadüf değil. Ankara’nın öneminin artması, medyada sarkacın ağırlığının muhabirden-haberciden yazar ve temsilciye kaymasına sebep olacaktır.
Yazarlar ve temsilcilerin siyaseti yönetenlerle kuracağı ikili ilişkiler artık medya patronları için hayati önemdedir.
Nitekim Bâbıâli döneminde basının yıldızı ‘muhabir-muharrir’ iken, Bâbıtelli döneminde bu yayın yönetmeni ve temsilciye evrilmiştir, üstelik bu yaklaşım hâlen sürmektedir.
Yine bu anlayışın diğer sonucu, medyadaki magazinleşmenin artmasıdır. 80 darbesinden sonra nasıl siyasi haber yazmanın zorlukları ‘ekonomi haberciliği’nin yıldızını parlatmışsa, 90’larda da magazin gazeteciliği ve ‘televole’ tarzı görsel yayıncılık öne çıkmıştır.
Kısacası 90’lar ‘boyalı basın’ ve ‘üçüncü sayfa haberciliği’ anlayışının da zirve yılları ve sektöre bıraktığı hastalıklı miraslardandır.
Kısaca böyle özetlenebilir, basın sektörünün medyaya dönüşümü ve Bâbıtelli yıllarının bilançosu. Bugün Bâbıtelli’den geriye, elden çıkarılan veya yıkılan plazalardan başka bir şey kalmasa da, medyanın burada geçirdiği 20 yıl, ileride gazeteciliğin nasıl yapılmaması gerektiği konusunda ders yapılabilecek kadar malzeme barındırıyor. Bu malzemeyi işlemek de, 90’lar medyasını tez konusu yapacak gelecek nesillere düşüyor.
Dönemin medya-siyaset ilişkisinin belirleyicilerinden biridir söz konusu teşvikler. Bu konudaki resmî bilgileri açıklayan isim koalisyonlar döneminin meşhur devlet bakanlarından Güneş Taner olur.
Ertuğrul Özkök ile yaptığı bol küfürlü ve pazarlıklı telefon konuşmaları ile de gündeme gelen Taner, Erzincan Milletvekili Tevhit Karakaya’nın soru önergesine, 31 Aralık 1997’de verdiği cevapta, aslında farkında olmadan medya-siyaset-ticaret üçgenindeki kirli ilişkileri deşifre etmiş oluyordu.
Taner’in verdiği bilgilere göre 1983-97 arasında medyaya verilen teşviklerin yüzde 90’ı sadece iki gruba gitmişti.
O yıllar arasında Sabah Grubu ve Doğan Holding’e verilen devlet desteğinin miktarı, Taner’in açıkladığı verilere göre 625 milyon dolar.
Başka bir ifadeyle Doğan Grubu’nun 626,3 milyon dolarlık yatırımının 406,7 milyon dolarını, Sabah Grubu’nun 292,1 milyon dolarlık yatırımının 194,9 milyon dolarını devlet ödemişti.
Tabii bu açıklama Taner’in başını epey ağrıtır. İlgili grupların gazeteleri olayın üstüne gidince, Taner kendisini bürokratların yanılttığını söyleyerek özür dilemek zorunda kalır.
Ancak ok yaydan çıkmıştır artık. Bu hadise, 90’larda medya-siyaset ilişkilerindeki çürümenin en önemli belgelerinden biri olarak Meclis arşivindeki yerini alacaktır.
Nitekim 10 Mayıs 1997’de İstanbul Sultanahmet’te bir miting düzenleyen Başbakan Tansu Çiller, medya gruplarına verilen teşvikleri açıklayarak, bunları kaldırdığı için kartel medyasının hedefi olduğunu söyleyecektir.
Bu arada teşvikler meselesini kapatmadan, en çok teşvik alan iki grubun 90’larda imza attığı ve Türkiye basın tarihi açısından ‘yüz karası’ denebilecek bir anlaşmaya da değinmek gerekiyor.
O dönem basının iki büyük grubu Doğan ve Sabah arasında yazılı olmayan bir ‘centilmenlik anlaşması’ bulunuyordu. Yani bir grubun işten attığı gazeteciyi, diğeri centilmenlik anlaşmasına uyarak almıyordu.
Adı centilmenlik denen utanç uygulaması aslında 90’larda medya emekçileri açısından da nasıl bir çalışma ortamı bulunduğunun en iyi örneği denebilir.
Gazetecilik her zaman halktan kopuktu
Medyadaki dejenerasyon fiziki mekânlarla ne kadar ilişkili? Medya eleştirmeni, gazeteci-yazar Alper Görmüş, gazetelerin Bâbıâli’yi terk edip ‘Plazalar’a taşınmasının her şeyi berbat ettiğine dair giderek büyüyen kanaate katılmıyor.
Görmüş’e göre, gazetecilikte plazacılığın bazı olumsuz sonuçlar doğurduğu muhakkak. Ama sonuçlar üzerinde düşünmek ve odaklanmak, asıl meseleyi gözden kaçırmaya sebep olabilir.
Görmüş, “Bence asıl soru şudur: Gazetecilikte plazacılık hangi koşullarda doğdu?” diyor ve şu cevabı veriyor: “Türkiye’de gazetecilik, devletle kurduğu problemli ilişkinin belirli bir aşamasında şımardı ve bütün şımarıkların içine girdiği psikolojiyle ‘büyüklüğünü’ toplumun gözüne sokmak istedi.”
Peki, bu özgün durumu üreten şartlar nelerdi? Bunun, ekonomik ve siyasal olmak üzere iki ayağının olduğunu düşünüyor Görmüş:
Ekonomik ayak: 1980’lerden sonra Türkiye ekonomisinin liberalleşmesiyle birlikte basın sektörü de büyümeye başladı. Fakat daha da büyüyebilmek için gözünü devlete dikmeye başladı. Bunu da ‘siyasal ayak’ üzerinden başardı.
Siyasal ayak: Medya güçlenirken siyasal iktidarlar güç kaybediyordu. 1990’larda, medya iktidarları doğrudan etkileyecek ölçüde güçlendi.
Medya patronları banka sahibi oldu ve bu kaynakları gayrimeşru yollarla kullandılar; devlet de olan bitene ses çıkaramadı. Plaza düzeninin 90’larda yükselmesi tesadüf değil. Haydan gelen paralar huya gitti.
Gazeteciliğin günümüzdeki ahlaki sorunlarının oluşmasında plazalaşma sürecinin elbette payı olduğuna ancak bunun küçük bir pay olduğuna işaret eden Görmüş, “20 yıllık plazalar dönemi yaşanmasaydı da aynı problemler oluşacaktı.” kanaatinde.
Gazetecilerin ‘halktan kopması’ meselesinin de mekânlarla değil, ideolojiyle ilgili olduğunu vurgulayarak çarpıcı bir tespit yapıyor: “Türkiye’de gazetecilik her zaman halktan kopuk oldu, çünkü bu meslek hiçbir zaman ‘toplum odaklı’ yürütülmedi.”
İktidar odaklarıyla göbek bağı kesilmeli
Gazeteci Yavuz Baydar ‘plaza gazeteciliğinin’ ülkenin demokratikleşmesinden yana tavır koyamamasını birkaç gerekçeyle açıklıyor.
Öncelikle, gazetecilerin ezici çoğunluğunun mesleki cehalet veya deformasyon içinde olması.
Baydar’a göre çoğunluk için, devletin yüce çıkarları her zaman önde geldi. Bunu içselleştirilmiş milliyetçilik ve katı bir Kemalizm sürekli besledi.
Militarizm hep bir gölge gibi yazı işlerine hükmetti. Baydar, medyadaki zihniyeti şöyle anlatıyor: “Hep bir gözü darbede, darbecilerde oldu bir kısım kilit pozisyondaki gazetecinin.
Demokrasiyi küçümsediler. Darbecilerin önünde kuyruk olup ellerini öptüler. Elitten geldikleri için halka tepeden baktılar. Halkın bitkisel hayatta kalması için çaba sarf ettiler. Tabuları yıkmak bir yana, sürekli canlı tuttular.”
İşin zihniyet boyutunun yanına, plazalar dönemiyle birlikte ciddi bir para ve maddi çıkarlar boyutunun da eklendiğinden bahsetmiştik.
Baydar, “1980’ler ortasında başlayan medya liberalizasyonunun iyi yanları çoktu, ama sektör aktörlerinin mesleği sakınmadığı ve açgözlülük uğruna gazeteciliği beş paralık ettiği dönemin de önü alınamadı.” diyerek, sektörün mafyatik yapılanmalara karşı kırılgan hâle getirildiğinin altını çiziyor.
Medya sermayesinin, kurulan büyük saadet düzenini, banka ve ihaleler aracılığıyla sürdürmek istediğini vurgulayan Baydar, üretilen sahte cenneti şöyle tanımlıyor:
“İç yapılanmalar bu düzene uygun kuruldu; editörler muazzam maaşlarla sınıf atladı, lüks plazalarda, iyi altyapı eşittir iyi gazetecilik gibi yalan bir dünya oluşturuldu. Halk, ezilenler, sessizler, mağdurlar bu dönemde asla görülmedi, görülürmüş gibi yapıldı.”
Peki, medyada son yıllarda sermaye açısından çoğulcu bir yapıya doğru gidilmesi, plazalar dönemi sorunlarına çözüm olabilir mi? Baydar bu konuda ihtiyatlı iyimser.
Henüz önemli bir dönüşüm görmediğinin altını çiziyor. Buna karşılık eski düzenin aktörlerinin zayıfladığı tespitini yapıyor.
Sektörde kurallı, ilkeli, sağlıklı bir yapı, çeşitlilik, dağılım ve kalite olmadığını belirterek özellikli insan kaynağı ve çalışanların hakları ekseninde ciddi problemlerin devam ettiğini düşünüyor.
Baydar, esas kaygı verici noktaya da işaret ediyor: “Eski düzene yerleşiklik kazandırıp medyada kangren yaratan, para ve mali-siyasi çıkar eksenli, al gülüm-ver gülüm esaslı ilişkilerin devam ediyor olması.
Eski veya yeni patronaj aktörleri hâlâ sıkı fıkı ilişkiler aracılığıyla Ankara’dan medet umuyor, yamanmaya ve talep etmeye devam ediyor. Bu yapı kırılmazsa ülkede ne bağımsız gazetecilik olur ne de özgür habercilik. Medya ile iktidar odakları arasındaki para eksenli göbek bağının kesilmesi gerekir.”
Bâbıâli de ak kaşık değildi!
Gazeteci Fuat Uğur Bâbıâli zamanında etik sorunların daha az yaşandığını belirtmekle birlikte, o dönemin de basın açısından tamamen sorunsuz olmadığına işaret ediyor.
İkitelli döneminde siyasi süreçlerin sertleşmesiyle birlikte alttan yürütülen kavgaların daha görünür olmaya başladığını belirten Uğur, şu yorumu yapıyor:
“Kavgada yumruğun hesabı sorulmaz mantığıyla etik, gazetecilik meslek ilkeleri, ahlak tamamen bir kenara bırakıldı. 1990-2010 arasında medya patronları ve onların güdümündeki genel yayın yönetmenleri, yetkili yöneticileri, gazeteciliğin infisah ettiği bir dönemin sorumlusudur. Kısaca Bâbıâli’de de zihniyet aynıydı ama yukarıda saydığım sebeplerle görünür ve güçlü değildi.”
Uğur, son yıllarda medyadaki sahiplik yapısının çeşitlenmesini büyük fırsat olarak görüyor. Buna rağmen basın ve ifade özgürlüğü açısından hâlâ sıkıntılar olduğunu, Türk Ceza Kanunu’nun fikir özgürlüğü açısından sınırlamalarının ve Terörle Mücadele Kanunu’nun değiştirilmemiş olmasının endişe verici olduğunu belirterek, “Ancak hükümete eleştiri ya da benzeri konularda ‘Bugün istediğimizi yazamıyoruz, söyleyemiyoruz’ diyenlerin çoğu ikiyüzlü.
İsteyen istediğini söylüyor, söyleyebilir. Hakaret etmeye yönelik yasal yaptırımları engel ya da sansür olarak niteleyemezsiniz.” diyor.
Uğur da Baydar gibi son tahlilde asıl meselenin medya patronlarının devletle bağlarını kesmeleri olduğunu vurguluyor:
“Patronlar devletten sürekli ihale bekledikleri sürece kendi yazarlarının, yayın yönetmenlerinin sesini bizzat kendileri kısacaktır ki zaten bunu yapıyorlar. Medya-siyaset-ticaret ilişkileri ‘bağımlılık’ ilişkisinden çıktığı takdirde özgürleşme de kendiliğinden gelecektir.”
Bir çürük elma bütün sepeti bozar!
Eskişehir Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi Basın Yayın Bölümü Başkanı Prof. Dr. Erkan Yüksel, Bâbıtelli dönemini ‘Türkiye’nin yaşadığı değişim ve dönüşüm sürecinin basındaki yansıması’ diye değerlendiriyor.
Yüksel, medyanın sermaye ile entegrasyon sürecinin hâlâ devam ettiği görüşünde. Medyadaki değişimin, ülkedeki ve toplumdaki dönüşümden farklı olmadığının altını çizen Yüksel, “Medyanın genel alışkanlığı, gücün yanında yer almaktır. Hepsi olmasa bile önemli bölümü için durum böyledir.” diyor.
Medya yapısının gerek siyasal gerek ekonomik gerekse toplumsal yapıdan ayrı değerlendirilemeyeceğini söyleyen Yüksel, bu alanlarda sıkıntı varsa, medyada da olmasının kaçınılmazlığını vurguluyor.
Siyaset, toplum, ekonomik düzen, diğer aktörler ve medyayı aynı sepetin içindeki elmalara benzeten Yüksel, içerideki bir çürük elmanın bütün ürünü etkileyeceğine işaret ediyor.
“Medyayı tek başına suçlamak sorunu çözmez. Çözüm için uzun yıllar gerekir ama tek başına medyayı düzeltmekle de sorunları çözemezsiniz.” tespitini yapıyor.
Son dönemde medyadaki sahiplik yapısının çeşitlenmesini önemli ancak yetersiz buluyor Prof. Yüksel. Medyadaki sermaye sahiplerinin çeşitlenmesi kadar, yerel basının da güçlenmesi gerektiğini hatırlatıyor.
Türkiye’nin bilgi ihtiyacının sadece İstanbul’dan çıkan gazetelerle karşılanamayacağı tespitini yaparak şöyle devam ediyor:
“Türkiye’de medya siyaset gündemine hâkimdir ama kamuoyu gündemi ile medyanın arası aynı oranda iyi değildir. Medya, toplumun sorunlarını ve ihtiyaçlarını dile getirme yerine siyasetin peşine takılıyor. Bu anlamda hem yerel basının güçlenmesini hem de sahiplik yapısındaki çeşitlenmeyi önemli buluyorum.”
Bâbıtelli’de gazeteler promosyonu kadar konuşurdu!
Gerek Bâbıâli gerekse Bâbıtelli dönemlerini içeriden yaşayan ve uzun yıllar medya eleştirileri yapan Zaman Okur Editörü, gazeteci Hasan Sutay, 90’larda gazetelerin promosyon iştahına vurgu yaparak bu sürecin hem basın sektörünü hem de okuru yaraladığını söylüyor.
O dönem İstanbul’un bazı semtlerinde kupon pazarları bile kurulduğunu hatırlatan Sutay, ilginç tespitler yapıyor:
“Sabah Grubu’nun İzmir’den İstanbul’a gelişini Hürriyet bir türlü kabullenemedi. 90’larda ve öncesinde şimdi hiçbir gazetede olmayan bir gelir kapısı vardı: gazino reklamları. Bu bile çekişme konusu olmuştu.”
Sutay, gazino reklamları kavgasının bitmesinin ardından başlayan ikinci bir kavgaya dikkat çekiyor, o da promosyon savaşları ya da daha yaygın adıyla ansiklopedi savaşları.
Ansiklopediyle başlayan promosyonda daha sonra tabak çanaklar devreye girmişti. Sutay’a göre çanak-tabak türü promosyon malzemeleri sadece medyanın değil, okuyucunun da kimyasını bozdu.
Gazeteler verilen ürünlerin yanında promosyon gibi kalmaya başlamıştı. Gazetelerin verdiği tencere ve tavalar, televizyon programlarının tartışma konusu hâline gelmişti.
Ürünlerin kalitesizliğini göstermek isteyen programcılar elleriyle bunları yırtıyordu. Hasan Sutay, promosyon meselesinde diğer bir tuhaflığı da şöyle anlatıyor:
“Akşam gazetesi, kupon biriktiren herkese televizyon verecekti. Gazetenin tirajı bir milyonu aşmıştı. Ne var ki, kuponların tamamlanacağı vakit piyasada gazete bulunmuyordu. Çünkü baskıyı düşürmüşlerdi. Bu yüzden ilk defa kupon pazarı açıldı. Kuponzedeler diye bir kavram bile oluştu. En sonunda konuya devlet el attı ve promosyon yasasıyla bir düzenleme yapılmak zorunda kalındı.”
http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber-34757-b%C3%A2bitellinin-hasar-raporu.html
Gazete patronlarının meslekten gazeteci olduğu, basına dışarıdan sermaye girişinin henüz yaşanmadığı, gazetecilerin vapura, tramvaya bindiği, klasik deyimle ‘toplumdan kopulmamış’ zamandan söz ediyoruz.
Necip Fazıl’lar, Peyami Safa’lar, Bedii Faik’ler, Ali Naci Karacan’lar, Kemal Ilıcak’lar, Abdi İpekçi’ler hatta Simaviler ve Ahmet Emin Yalman’lar dönemi.
En sert polemiklerin yaşandığı, muharrirlerin kalemlerini âdeta silah gibi kullandığı yıllarda, muhalefet Bâbıâli’den yükselirdi.
İnternet ve televizyonun olmadığı vakitlerde, gazetecilerin kıvrak üslubu ve pervasız kalemleri, gündemi belirlerdi. Gazetecilikte üslubun âdeta sanat kabul edildiği günlerdi, Bâbıâli yılları…
Üstad Necip Fazıl, ‘Bâbıâli’ adını verdiği otobiyografisine başlarken, bahsedilenin sadece bir semt adı olmadığını anlatıyor: “Bütün yollar Roma’ya çıkar. Cihana hâkim bir imparatorluk nizamının tarihte mihrak noktasıdır çünkü Roma…
Bizde de bütün yollar Bâbıâli’den geçer. Fikir, sanat, ilim, politika, pafta pafta, bu memlekette duygu ve düşünce kıvranışı belirten kim varsa çarşısını, pazar yerini Bâbıâli’de bulur zira… Bu kabil insanlar nerede ve neyle uğraşmakta olursa olsunlar, Bâbıâli’den sayılabilirler…”
‘Bu kabil insanlar’ Bâbıâli’den sayılmıyorlar artık. Köprünün altından çok sular aktı. Bâbıâli defterini kapatanlar, ikame ettikleri İkitelli’den de çabuk vazgeçti.
20 sene önce tasını tarağını toplayarak İkitelli’deki plazalara taşınan ve basından medyaya inkılap eden sektör, artık yeni sulara yelken açtı.
Bâbıtelli diye de anılan İkitelli medyasının son temsilcisi Hürriyet Grubu ve onun ‘Hürriyet Medya Towers’ diye anılan meşhur binası da inşaat sektörünün çarkları arasında eridi gitti.
Nurol Gayrimenkul’ün 127,5 milyon dolara Doğan ailesinden aldığı binanın yerine iş merkezi ve rezidans inşa edilecek.
Nurol firmasının kepçeleri aslında farkında olmadan medya için bir dönemin daha kapandığını ilan ediyor…
Plaza gazeteciliği
Bâbıtelli’yi ilk terk eden Sabah ve atv’nin yeni mekânı Beşiktaş Barbaros Bulvarı oldu. İkitelli’deki bina bir süre İş Bankası’na ev sahipliği yaptıktan sonra ilaç firması Deva Holding’e satıldı.
Uzanların meşhur binası da önce bir GSM şirketinin merkezi oldu, ardından sahibi değişen Star gazetesi ile Kanal 24 televizyonu buraya taşındı.
Binayı Defacto isimli tekstil şirketiyle paylaşıyorlar. İkitelli ve Türkiye’nin ilk özel televizyonu Star, artık Doğuş Grubu bünyesinde ve Maslak’ta yayına devam ediyor.
Hürriyet gazetesi ise Bağcılar’daki Doğan Medya Center’a taşındı. Milliyet ve Doğan Grubu’nun diğer yayınlarına ev sahipliği yapan binada artık Kanal D, CNNTÜRK kanalları ile Hürriyet, Posta ve Radikal gazeteleri de bulunuyor.
Doğan’ın diğer gazeteleri Milliyet ve Vatan ise Demirören Grubu’na satıldı. Rüzgâr gibi geçen ve hem ülkenin hem sektörün dengelerini altüst eden Bâbıtelli yılları nasıl geçti ve arkasında nasıl bir iz bıraktı? Bir hasar tespiti yapmakta fayda var.
Bâbıâli’nin önemini yitirmesiyle memleketin dışa açılması paralel giden süreçler. 12 Eylül darbesinden sonra tek başına iktidara gelen Turgut Özal’ın dışa açılma hamlesi ve iş dünyasındaki hızlı gelişmelerden basın sektörü de nasibini alacaktır.
İş adamlarının gazetecilik ‘işi’ne ilgi duymaya başlamasıyla, bugün konuştuğumuz pek çok sorunun temeli atılmış olur. O güne kadar mesleği gazetecilik olan patronların elindeki basın sektöründe artık iş adamlarının da gözü vardır.
Nitekim ilk adım Aydın Doğan’dan gelir. Otomobil, ticari araç ve inşaat gibi sektörlerde faaliyet gösteren, Koç Grubu şirketlerinin bayiliğini yapan Gümüşhane Kelkitli Aydın Doğan, 1979’da Milliyet gazetesini alarak sektöre girer.
İkinci büyük hamlesi ise 1994’te, Simavi ailesinden Hürriyet’i almaktır. İzmirli gazete (Yeni Asır) patronu Dinç Bilgin’in ulusal bir gazete (Sabah) çıkarmak için 1985’te gelişinden sonra Hürriyet’in Doğan’a satılması, Bâbıâli’nin Bâbıtelli’ye dönüşümünün en önemli kilometre taşları olur.
Babıâli dönemini bitirerek Bâbıtelli günlerini ilk başlatan Sabah Grubu’dur. Dinç Bilgin, kendi açısından sonun başlangıcı denebilecek serüvene hayli şaşaalı başlar.
İkitelli Basın Ekspres Yolu üzerinde ve tam da Ayamama Deresi kenarına inşa edilen ‘akıllı’ Sabah-atv binası, dönemin teknoloji harikasıdır.
Kısa süre sonra, Türk medyasındaki değişim ve negatif dönüşümün de simgesi olacaktır bu bina. Gazeteciliği halktan koparan, toplumdan uzaklaştıran, medyayı kendi sektörü dışındaki işlere bulaştıran, bankacılığa sokan, toplum mühendisliği operasyonlarının aracı hâline getiren sembollerden biri, belki de en önemlisidir İkitelli’deki ünlü yapı.
Yeni Asır’ın kurucusu, bütün hayatı gazetecilikle geçmiş bir aileyi yoldan çıkaran sürecin temelleri de o binada atılmıştır.
Bâbıâli’nin, Bâbıtelli’ye dönüşümünü simgeleyen ‘plaza gazeteciliği’ Türkiye’nin en kritik yılları denebilecek 90’ların kilit aktörüdür.
Dinç Bilgin’e sadece gazeteciliği değil, neredeyse her şeyini kaybettiren bir dönem olur Bâbıtelli yılları. Nitekim kendisi yıllar sonra verdiği röportajlarda yaptığı yanlışları, askerî vesayetin nasıl dümen suyuda girdiklerini ve gazetecilik dışı işlere bulaşarak yaptıkları vahim hataları tek tek itiraf edecektir.
Medya, siyaset, vesayet!
Basın sektörünün Bâbıâli yılları Osmanlı’nın son dönemlerinde başlıyor. Sultan 2. Mahmut döneminde, o zaman devletin de merkezi konumundaki Bâbıâli’de ilk gazete yayına başlar.
Takvim-i Vekayi adı verilen ‘resmî’ yayın organının amacı, devletin reformlarını halka daha iyi anlatmaktır. Bu gazetenin yayın tarihi 1831’i dikkate alacak olursak, sektörün Babıâli geçmişi 1990’lara kadar yaklaşık 160 yıl devam ediyor.
Buna karşılık sadece 20 yıl devam eden İkitelli dönemi, sektörde uzun yıllar tedavi edilemeyecek yaralar açmış ve derin izler bırakmıştır.
Bunun birkaç sebebi var. Birincisinin basın dışından sermayenin sektöre girmesi olduğunu belirtmiştik. İkinci önemli sebep İkitelli dönemiyle özel televizyonların devreye girmesi.
Bu aynı zamanda basının medyaya dönüşümünün başlangıcıdır. İkitelli’deki Sabah Plaza atv’ye, Hürriyet Medya Towers Show TV’ye, Uzanların Star gazetesi Star TV’ye ev sahipliği yapmaktadır.
Televizyonun etkisini de arkasına alan basın grupları güçlerinin zirvesindedir artık. Bu gücün kontrolden çıkmasına zemin hazırlayansa özel televizyonlarla birlikte İkitelli yıllarına rastlayan ‘koalisyonlar’ dönemidir.
Basın dışından sermayeye ek olarak, reklam pastasının büyümesiyle bir anda maddi gücünü katlayan, televizyonların devreye girmesiyle ulaştığı kitleleri hızla büyüten medya sektörü bir de karşısında zayıf koalisyon hükümetlerini bulacaktır.
Tam bir güç zehirlenmesi vakası. Birkaç milletvekili transferiyle düşürülebilen zayıf hükümetlere karşı diğer güç odağı askerle iş tutmanın dayanılmaz cazibesini de bu dönemde keşfedecektir medya patronları ve elbette yöneticileri.
İkitelli yıllarının çok sorunlu geçmesinde, medyanın ilişkilerdeki dozu ayarlayamaması, daha doğrusu ayarlamak istememesi temel etkendi denebilir.
Medya-siyaset, medya-ticaret ve medya-asker ilişkilerinden bahsediyoruz. 1991-2002 arasındaki koalisyonlar döneminde gerek ekonomi gerekse demokraside yaşanan gerilemelerde, medyanın kurduğu sorunlu ilişkiler başroldeydi.
İşini büyütmek için medyanın gücünü keşfeden sermaye sahipleri ve benzer amaçlarla medyayı kullanmaya hevesli siyasetçilerin ortaya çıkardığı vahim sonuçlar dönemidir 90’lar…
Aradan geçen kısa sürede adını unuttuğumuz birçok yeni yetme ‘basın patronu’ türemiş, ülke normalleşmeye başladıktan sonra da bunların çoğu silinip gitmiştir.
Sürecin en dikkat çekici özelliği, diğer sektör yatırımlarında kâra odaklanan patronların, konu medya olunca kârlılığı ikinci plana atmasıdır.
Çünkü medya, holding menfaatlerinin taşıyıcısı hâline gelmiştir. Nitekim, 2000 yılında Türkiye’de medyanın yüzde 60’ını elinde bulunduran Doğan Holding’in gazetecilik faaliyetlerinden elde ettiği kârın grup şirketleri içindeki payı, kendi internet sitesindeki verilere göre, sadece yüzde 4’tür.
Buna karşılık o tarihe kadar medya yatırımlarının toplam grup cirosundaki payı yüzde 40’a ulaşmaktadır. Bu örnek bile plazalar döneminde gazeteciliğin hangi anlayışla yapıldığını anlatmaya yetiyor.
Aydın Doğan, Milliyet’i Karacanlardan aldığı 1979 yılından beri 34 yıldır medya sektöründe. Onun için, ‘medya sektörüne dışarıdan giren en akıllı patron’ demek yanlış olmaz.
Benzer durumdaki onlarca patron silinip giderken, o bütün çalkantılı dönemlerde ayakta kalmayı başardı. Peki, plaza gazeteciliğinin kurbanı patronlar kimlerdi?
Doğan’dan sonra medya sektörüne 1982 yılında Güneş gazetesini kuran Kozanoğlu-Çavuşoğlu Grubu girer. Yurtdışında müteahhitlik yaparak ciddi sermaye birikimi oluşturan iki ortak, Hisarbank ve Odibank’ın hisselerini alarak finans sektöründe de etkin hâle gelir.
Nitekim medya ve finans, o tarihten 2001 krizine kadar memleketin en dikkat çeken ikilisi olacaktır. Güneş gazetesini daha sonra, Trabzonlu girişimci Mehmet Ali Yılmaz alır.
Gazetenin son sahibi ise Polly Peck Grubu’nun sahibi Kıbrıslı girişimci Asil Nadir olur. Nadir, Güneş dışında Günaydın gazetesi ve Gelişim Grubu’nu da alarak medyadaki etkinliğini artıracak; ancak bu etkinlik uzun sürmeyecektir.
Medya patronları 10 banka batırdı
90’ların başlarında medyada Uzanlar rüzgârı esmeye başlar. Kemal Uzan ve oğulları Cem ile Hakan Uzan, 1991’de, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal ile ortaklık kurarak ülkenin ilk özel televizyonu Star1’i (İnter Star’ı) faaliyete geçirir.
Uzanlar ayrıca Adabank ve İmar Bankası ile finans sektöründe etkilidir. Aile daha sonra özelleştirme ihalelerine girerek aldığı çimento ve elektrik şirketleriyle hızla büyüyecektir. Uzanlar, basını silah gibi kullanarak her alanda etkin olmak isteyen patronlara en önemli örnektir.
Hatta bu gücü parti kurarak siyasette aktör olma noktasına kadar vardıran aile, 2002 seçimlerine katıldıkları Genç Parti ile yüzde 7,5 oranında oy almayı başarır.
Uzan ailesinin sonunu getiren de bankacılık sektöründe yaşadıkları sıkıntı ve tabii Başbakan Tayyip Erdoğan ile girdikleri ‘savaş’ olacaktır.
O dönem televizyonculuğa ilgi duyan bir başka patron, önce Show TV’ye ortak olan, daha sonra Cine 5’i kuran Erol Aksoy’dur. Mehmet Emin Karamehmet de 90’larda medya sektörüne girenlerden.
Önce Mehmet Ali Ilıcak’tan Akşam gazetesini, daha sonra Erol Aksoy’dan Show TV’yi alan Karamehmet, kısa süre elinde tutabildiği Sabah gazetesiye birlikte bir anda 90’ların en dikkat çekici medya patronu hâline gelir.
Sabah’ı bir gece operasyonu ile tekrar Dinç Bilgin’e kaptırmasına rağmen Digitürk hamlesiyle yeni medya alanında kendini ispatlayan Karamehmet’in medya merakı, ona Pamukbank ve Yapı Kredi’yi kaybettirecektir.
Buna rağmen Turkcell gibi çok değerli bir şirket sayesinde ayakta kalmayı başarır bu sessiz patron ve daha sonra ve SkyTürk haber kanalını hayata geçirir.
Basın sektörüne hızlı girip aynı hızla sektörden çıkan ve banka işinden ağzı yanan patronlardan diğeri elbette Bursalı Cavit Çağlar’dı.
Onun başını yakan da, 1996’da Karamehmet’ten aldığı ve 1999’da Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’nun el koyduğu İnterbank olur.
Süleyman Demirel döneminin devlet bakanı ve ‘aile fotoğrafı’ üyelerinden Çağlar, kurucusu olduğu NTV’yi Doğuş Grubu’na satmak zorunda kalır.
NTV’yi alarak sektöre giren Doğuş Grubu, bugün ülkedeki etkili medya gruplarından birinin sahibi. Demirel’in aile fotoğrafından diğer medya patronu Kamuran Çörtük’ü de unutmamak lazım.
BRT televizyonu ile sektöre giren Çörtük’ün medyada ipini çeken yine bankacılık sektörü olacaktır. Sahibi olduğu Bayındırbank’ın 2001’de Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na devredilmesiyle, onun için de çöküş süreci başlar.
90’lardaki ‘yeni medya patronu’ portrelerinden en ilginci kuşkusuz Korkmaz Yiğit’tir. 1998’e kadar iki banka, üç televizyon ve iki gazeteye sahip bir patrondur Yiğit.
Ekim 1998’de patlayan Türkbank skandalı üzerine, 9 Kasım 1998’de gözaltına alınır. Bu süreçte banka, televizyon ve gazetelerini kaybeder.
Yiğit ayrıca televizyonda yayımladığı konuşmasıyla Mesut Yılmaz hükümetini düşüren patron olacaktır. Onun medyaya girişi 90’ların en dikkat çeken hadiselerindendir.
Medyadaki yükselişi Bank Ekspres’i almasından sonra başlar. Yiğit, önce Kanal 6, Kanal E ve Genç TV’yi alır, devamında ise Yeni Yüzyıl ve Milliyet gazetelerini bünyesine katar.
Özellikle Milliyet’i Doğan’dan alması medya çevreleri kadar, askerî cenahta da epey gürültü koparacaktır. O dönem askerlerin Milliyet’in satılmasına karşı çıktığı biliniyor.
Nitekim gazete daha sonra tekrar Doğan’a geçer. Yiğit’in başını yakan, Bank Ekspres’ten hemen önce hisselerini ihaleyle aldığı Türk Bank olacaktır.
Mafya babası Alaattin Çakıcı’nın ihale sürecinde Yiğit lehine devreye girdiği ses kayıtları ile ortaya çıkınca, ihale iptal edilir ve bu, yeni basın patronu için sonun başlangıcı olur.
Doğan Grubu da bankacılık hevesinden kendini alamadı ancak diğer örneklerin aksine kâr ederek defteri kapadı.
Görüldüğü gibi, İkitelli döneminin en önemli belirleyicisi medya patronlarının bankacılık merakı, hızlı yükselme iştahı ve yükselirken de medyayı basamak olarak kullanma stratejileridir.
Patronlar, basın gücünü çıkarlarını korumak ve kamu ihalesi almak için silah gibi kullanırken diğer yandan bankalarından grup şirketlerine para aktarıyorlardı.
Halktan yüksek faizle topladıkları mevduatlar da bu doyma bilmez iştihaya kurban veriliyordu. Bedelini hem onlar hem de batan bankalar kanalıyla bizzat toplum ödedi.
‘Sonradan görme medya patronları’ bunlara ilaveten bir de ‘devlet teşvikleriyle’ güçlerine güç kattı. Nitekim 90’lı yıllarda hortumlanan, içleri boşaltılan ve fona devredilen 25 özel bankanın 10’unun sahibi medya patronlarıdır.
Burada vurgulanması gereken bir husus daha var; medya patronlarının bankacılık meraklarına emekli generallerin verdikleri destek.
Nitekim 28 Şubat sürecinde batan bankaların neredeyse tamamının yönetim kurullarında emekli askerler, özellikle de generaller görev yapmıştı.
Medya patronları için asker kökenli yönetim kurulu üyeleri bir tür kendilerini garantiye alma aracıydı. Olay sadece bankalarla sınırlı kalmadı, askerin ülkedeki gücünden etkilenen pek çok holding, yönetim kurullarına emekli askerleri almakta gecikmedi.
Nitekim 2002’de göreve gelen ve bu alandaki çürümenin farkına varan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, bir genelge yayımlayarak emekli generallerin banka ve şirketlerin yönetim kurullarında yer almasını yasakladı.
O dönemin meşhur paşalarından eski Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhittin Fisunoğlu, Hayyam Garipoğlu’nun sahibi olduğu Sümerbank’ta; eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Vural Bayazıt, Dinç Bilgin’e ait Etibank’ta ve eski Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Teoman Koman da Cavit Çağlar’ın İnterbank’ında yönetim kurulu üyeliği yapmıştı.
Boyalı basın dönemi
90’larda medya-siyaset-ticaret ve asker ilişkilerindeki çürümenin yayıncıları ve elbette haber içeriklerini de doğrudan etkilediğinin altını çizmek gerekiyor.
Ticari çıkarları için Ankara’nın önemini bilen medya grupları, ‘Ankara temsilciliği’ makamını medyada yükselmenin aracı hâline getirmekte gecikmedi.
Birçok genel yayın yönetmeninin geçmişinde Ankara temsilciliği görevi bulunması elbette tesadüf değil. Ankara’nın öneminin artması, medyada sarkacın ağırlığının muhabirden-haberciden yazar ve temsilciye kaymasına sebep olacaktır.
Yazarlar ve temsilcilerin siyaseti yönetenlerle kuracağı ikili ilişkiler artık medya patronları için hayati önemdedir.
Nitekim Bâbıâli döneminde basının yıldızı ‘muhabir-muharrir’ iken, Bâbıtelli döneminde bu yayın yönetmeni ve temsilciye evrilmiştir, üstelik bu yaklaşım hâlen sürmektedir.
Yine bu anlayışın diğer sonucu, medyadaki magazinleşmenin artmasıdır. 80 darbesinden sonra nasıl siyasi haber yazmanın zorlukları ‘ekonomi haberciliği’nin yıldızını parlatmışsa, 90’larda da magazin gazeteciliği ve ‘televole’ tarzı görsel yayıncılık öne çıkmıştır.
Kısacası 90’lar ‘boyalı basın’ ve ‘üçüncü sayfa haberciliği’ anlayışının da zirve yılları ve sektöre bıraktığı hastalıklı miraslardandır.
Kısaca böyle özetlenebilir, basın sektörünün medyaya dönüşümü ve Bâbıtelli yıllarının bilançosu. Bugün Bâbıtelli’den geriye, elden çıkarılan veya yıkılan plazalardan başka bir şey kalmasa da, medyanın burada geçirdiği 20 yıl, ileride gazeteciliğin nasıl yapılmaması gerektiği konusunda ders yapılabilecek kadar malzeme barındırıyor. Bu malzemeyi işlemek de, 90’lar medyasını tez konusu yapacak gelecek nesillere düşüyor.
İki medya grubuna verilen teşvik: 625 milyon dolar
90’ların medya hikâyeleri yazmakla bitmez. Bunlardan biri de, görkemli plazaların inşa edilmesi ve basının son teknoloji ürünleri kullanmasındaki para gücünün kaynağını oluşturan, devlet teşvikleridir.
Dönemin medya-siyaset ilişkisinin belirleyicilerinden biridir söz konusu teşvikler. Bu konudaki resmî bilgileri açıklayan isim koalisyonlar döneminin meşhur devlet bakanlarından Güneş Taner olur.
Ertuğrul Özkök ile yaptığı bol küfürlü ve pazarlıklı telefon konuşmaları ile de gündeme gelen Taner, Erzincan Milletvekili Tevhit Karakaya’nın soru önergesine, 31 Aralık 1997’de verdiği cevapta, aslında farkında olmadan medya-siyaset-ticaret üçgenindeki kirli ilişkileri deşifre etmiş oluyordu.
Taner’in verdiği bilgilere göre 1983-97 arasında medyaya verilen teşviklerin yüzde 90’ı sadece iki gruba gitmişti.
O yıllar arasında Sabah Grubu ve Doğan Holding’e verilen devlet desteğinin miktarı, Taner’in açıkladığı verilere göre 625 milyon dolar.
Başka bir ifadeyle Doğan Grubu’nun 626,3 milyon dolarlık yatırımının 406,7 milyon dolarını, Sabah Grubu’nun 292,1 milyon dolarlık yatırımının 194,9 milyon dolarını devlet ödemişti.
Tabii bu açıklama Taner’in başını epey ağrıtır. İlgili grupların gazeteleri olayın üstüne gidince, Taner kendisini bürokratların yanılttığını söyleyerek özür dilemek zorunda kalır.
Ancak ok yaydan çıkmıştır artık. Bu hadise, 90’larda medya-siyaset ilişkilerindeki çürümenin en önemli belgelerinden biri olarak Meclis arşivindeki yerini alacaktır.
Nitekim 10 Mayıs 1997’de İstanbul Sultanahmet’te bir miting düzenleyen Başbakan Tansu Çiller, medya gruplarına verilen teşvikleri açıklayarak, bunları kaldırdığı için kartel medyasının hedefi olduğunu söyleyecektir.
Bu arada teşvikler meselesini kapatmadan, en çok teşvik alan iki grubun 90’larda imza attığı ve Türkiye basın tarihi açısından ‘yüz karası’ denebilecek bir anlaşmaya da değinmek gerekiyor.
O dönem basının iki büyük grubu Doğan ve Sabah arasında yazılı olmayan bir ‘centilmenlik anlaşması’ bulunuyordu. Yani bir grubun işten attığı gazeteciyi, diğeri centilmenlik anlaşmasına uyarak almıyordu.
Adı centilmenlik denen utanç uygulaması aslında 90’larda medya emekçileri açısından da nasıl bir çalışma ortamı bulunduğunun en iyi örneği denebilir.
Gazetecilik her zaman halktan kopuktu
Medyadaki dejenerasyon fiziki mekânlarla ne kadar ilişkili? Medya eleştirmeni, gazeteci-yazar Alper Görmüş, gazetelerin Bâbıâli’yi terk edip ‘Plazalar’a taşınmasının her şeyi berbat ettiğine dair giderek büyüyen kanaate katılmıyor.
Görmüş’e göre, gazetecilikte plazacılığın bazı olumsuz sonuçlar doğurduğu muhakkak. Ama sonuçlar üzerinde düşünmek ve odaklanmak, asıl meseleyi gözden kaçırmaya sebep olabilir.
Görmüş, “Bence asıl soru şudur: Gazetecilikte plazacılık hangi koşullarda doğdu?” diyor ve şu cevabı veriyor: “Türkiye’de gazetecilik, devletle kurduğu problemli ilişkinin belirli bir aşamasında şımardı ve bütün şımarıkların içine girdiği psikolojiyle ‘büyüklüğünü’ toplumun gözüne sokmak istedi.”
Peki, bu özgün durumu üreten şartlar nelerdi? Bunun, ekonomik ve siyasal olmak üzere iki ayağının olduğunu düşünüyor Görmüş:
Ekonomik ayak: 1980’lerden sonra Türkiye ekonomisinin liberalleşmesiyle birlikte basın sektörü de büyümeye başladı. Fakat daha da büyüyebilmek için gözünü devlete dikmeye başladı. Bunu da ‘siyasal ayak’ üzerinden başardı.
Siyasal ayak: Medya güçlenirken siyasal iktidarlar güç kaybediyordu. 1990’larda, medya iktidarları doğrudan etkileyecek ölçüde güçlendi.
Medya patronları banka sahibi oldu ve bu kaynakları gayrimeşru yollarla kullandılar; devlet de olan bitene ses çıkaramadı. Plaza düzeninin 90’larda yükselmesi tesadüf değil. Haydan gelen paralar huya gitti.
Gazeteciliğin günümüzdeki ahlaki sorunlarının oluşmasında plazalaşma sürecinin elbette payı olduğuna ancak bunun küçük bir pay olduğuna işaret eden Görmüş, “20 yıllık plazalar dönemi yaşanmasaydı da aynı problemler oluşacaktı.” kanaatinde.
Gazetecilerin ‘halktan kopması’ meselesinin de mekânlarla değil, ideolojiyle ilgili olduğunu vurgulayarak çarpıcı bir tespit yapıyor: “Türkiye’de gazetecilik her zaman halktan kopuk oldu, çünkü bu meslek hiçbir zaman ‘toplum odaklı’ yürütülmedi.”
İktidar odaklarıyla göbek bağı kesilmeli
Gazeteci Yavuz Baydar ‘plaza gazeteciliğinin’ ülkenin demokratikleşmesinden yana tavır koyamamasını birkaç gerekçeyle açıklıyor.
Öncelikle, gazetecilerin ezici çoğunluğunun mesleki cehalet veya deformasyon içinde olması.
Baydar’a göre çoğunluk için, devletin yüce çıkarları her zaman önde geldi. Bunu içselleştirilmiş milliyetçilik ve katı bir Kemalizm sürekli besledi.
Militarizm hep bir gölge gibi yazı işlerine hükmetti. Baydar, medyadaki zihniyeti şöyle anlatıyor: “Hep bir gözü darbede, darbecilerde oldu bir kısım kilit pozisyondaki gazetecinin.
Demokrasiyi küçümsediler. Darbecilerin önünde kuyruk olup ellerini öptüler. Elitten geldikleri için halka tepeden baktılar. Halkın bitkisel hayatta kalması için çaba sarf ettiler. Tabuları yıkmak bir yana, sürekli canlı tuttular.”
İşin zihniyet boyutunun yanına, plazalar dönemiyle birlikte ciddi bir para ve maddi çıkarlar boyutunun da eklendiğinden bahsetmiştik.
Baydar, “1980’ler ortasında başlayan medya liberalizasyonunun iyi yanları çoktu, ama sektör aktörlerinin mesleği sakınmadığı ve açgözlülük uğruna gazeteciliği beş paralık ettiği dönemin de önü alınamadı.” diyerek, sektörün mafyatik yapılanmalara karşı kırılgan hâle getirildiğinin altını çiziyor.
Medya sermayesinin, kurulan büyük saadet düzenini, banka ve ihaleler aracılığıyla sürdürmek istediğini vurgulayan Baydar, üretilen sahte cenneti şöyle tanımlıyor:
“İç yapılanmalar bu düzene uygun kuruldu; editörler muazzam maaşlarla sınıf atladı, lüks plazalarda, iyi altyapı eşittir iyi gazetecilik gibi yalan bir dünya oluşturuldu. Halk, ezilenler, sessizler, mağdurlar bu dönemde asla görülmedi, görülürmüş gibi yapıldı.”
Peki, medyada son yıllarda sermaye açısından çoğulcu bir yapıya doğru gidilmesi, plazalar dönemi sorunlarına çözüm olabilir mi? Baydar bu konuda ihtiyatlı iyimser.
Henüz önemli bir dönüşüm görmediğinin altını çiziyor. Buna karşılık eski düzenin aktörlerinin zayıfladığı tespitini yapıyor.
Sektörde kurallı, ilkeli, sağlıklı bir yapı, çeşitlilik, dağılım ve kalite olmadığını belirterek özellikli insan kaynağı ve çalışanların hakları ekseninde ciddi problemlerin devam ettiğini düşünüyor.
Baydar, esas kaygı verici noktaya da işaret ediyor: “Eski düzene yerleşiklik kazandırıp medyada kangren yaratan, para ve mali-siyasi çıkar eksenli, al gülüm-ver gülüm esaslı ilişkilerin devam ediyor olması.
Eski veya yeni patronaj aktörleri hâlâ sıkı fıkı ilişkiler aracılığıyla Ankara’dan medet umuyor, yamanmaya ve talep etmeye devam ediyor. Bu yapı kırılmazsa ülkede ne bağımsız gazetecilik olur ne de özgür habercilik. Medya ile iktidar odakları arasındaki para eksenli göbek bağının kesilmesi gerekir.”
Bâbıâli de ak kaşık değildi!
Gazeteci Fuat Uğur Bâbıâli zamanında etik sorunların daha az yaşandığını belirtmekle birlikte, o dönemin de basın açısından tamamen sorunsuz olmadığına işaret ediyor.
İkitelli döneminde siyasi süreçlerin sertleşmesiyle birlikte alttan yürütülen kavgaların daha görünür olmaya başladığını belirten Uğur, şu yorumu yapıyor:
“Kavgada yumruğun hesabı sorulmaz mantığıyla etik, gazetecilik meslek ilkeleri, ahlak tamamen bir kenara bırakıldı. 1990-2010 arasında medya patronları ve onların güdümündeki genel yayın yönetmenleri, yetkili yöneticileri, gazeteciliğin infisah ettiği bir dönemin sorumlusudur. Kısaca Bâbıâli’de de zihniyet aynıydı ama yukarıda saydığım sebeplerle görünür ve güçlü değildi.”
Uğur, son yıllarda medyadaki sahiplik yapısının çeşitlenmesini büyük fırsat olarak görüyor. Buna rağmen basın ve ifade özgürlüğü açısından hâlâ sıkıntılar olduğunu, Türk Ceza Kanunu’nun fikir özgürlüğü açısından sınırlamalarının ve Terörle Mücadele Kanunu’nun değiştirilmemiş olmasının endişe verici olduğunu belirterek, “Ancak hükümete eleştiri ya da benzeri konularda ‘Bugün istediğimizi yazamıyoruz, söyleyemiyoruz’ diyenlerin çoğu ikiyüzlü.
İsteyen istediğini söylüyor, söyleyebilir. Hakaret etmeye yönelik yasal yaptırımları engel ya da sansür olarak niteleyemezsiniz.” diyor.
Uğur da Baydar gibi son tahlilde asıl meselenin medya patronlarının devletle bağlarını kesmeleri olduğunu vurguluyor:
“Patronlar devletten sürekli ihale bekledikleri sürece kendi yazarlarının, yayın yönetmenlerinin sesini bizzat kendileri kısacaktır ki zaten bunu yapıyorlar. Medya-siyaset-ticaret ilişkileri ‘bağımlılık’ ilişkisinden çıktığı takdirde özgürleşme de kendiliğinden gelecektir.”
Bir çürük elma bütün sepeti bozar!
Eskişehir Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi Basın Yayın Bölümü Başkanı Prof. Dr. Erkan Yüksel, Bâbıtelli dönemini ‘Türkiye’nin yaşadığı değişim ve dönüşüm sürecinin basındaki yansıması’ diye değerlendiriyor.
Yüksel, medyanın sermaye ile entegrasyon sürecinin hâlâ devam ettiği görüşünde. Medyadaki değişimin, ülkedeki ve toplumdaki dönüşümden farklı olmadığının altını çizen Yüksel, “Medyanın genel alışkanlığı, gücün yanında yer almaktır. Hepsi olmasa bile önemli bölümü için durum böyledir.” diyor.
Medya yapısının gerek siyasal gerek ekonomik gerekse toplumsal yapıdan ayrı değerlendirilemeyeceğini söyleyen Yüksel, bu alanlarda sıkıntı varsa, medyada da olmasının kaçınılmazlığını vurguluyor.
Siyaset, toplum, ekonomik düzen, diğer aktörler ve medyayı aynı sepetin içindeki elmalara benzeten Yüksel, içerideki bir çürük elmanın bütün ürünü etkileyeceğine işaret ediyor.
“Medyayı tek başına suçlamak sorunu çözmez. Çözüm için uzun yıllar gerekir ama tek başına medyayı düzeltmekle de sorunları çözemezsiniz.” tespitini yapıyor.
Son dönemde medyadaki sahiplik yapısının çeşitlenmesini önemli ancak yetersiz buluyor Prof. Yüksel. Medyadaki sermaye sahiplerinin çeşitlenmesi kadar, yerel basının da güçlenmesi gerektiğini hatırlatıyor.
Türkiye’nin bilgi ihtiyacının sadece İstanbul’dan çıkan gazetelerle karşılanamayacağı tespitini yaparak şöyle devam ediyor:
“Türkiye’de medya siyaset gündemine hâkimdir ama kamuoyu gündemi ile medyanın arası aynı oranda iyi değildir. Medya, toplumun sorunlarını ve ihtiyaçlarını dile getirme yerine siyasetin peşine takılıyor. Bu anlamda hem yerel basının güçlenmesini hem de sahiplik yapısındaki çeşitlenmeyi önemli buluyorum.”
Bâbıtelli’de gazeteler promosyonu kadar konuşurdu!
Gerek Bâbıâli gerekse Bâbıtelli dönemlerini içeriden yaşayan ve uzun yıllar medya eleştirileri yapan Zaman Okur Editörü, gazeteci Hasan Sutay, 90’larda gazetelerin promosyon iştahına vurgu yaparak bu sürecin hem basın sektörünü hem de okuru yaraladığını söylüyor.
O dönem İstanbul’un bazı semtlerinde kupon pazarları bile kurulduğunu hatırlatan Sutay, ilginç tespitler yapıyor:
“Sabah Grubu’nun İzmir’den İstanbul’a gelişini Hürriyet bir türlü kabullenemedi. 90’larda ve öncesinde şimdi hiçbir gazetede olmayan bir gelir kapısı vardı: gazino reklamları. Bu bile çekişme konusu olmuştu.”
Sutay, gazino reklamları kavgasının bitmesinin ardından başlayan ikinci bir kavgaya dikkat çekiyor, o da promosyon savaşları ya da daha yaygın adıyla ansiklopedi savaşları.
Ansiklopediyle başlayan promosyonda daha sonra tabak çanaklar devreye girmişti. Sutay’a göre çanak-tabak türü promosyon malzemeleri sadece medyanın değil, okuyucunun da kimyasını bozdu.
Gazeteler verilen ürünlerin yanında promosyon gibi kalmaya başlamıştı. Gazetelerin verdiği tencere ve tavalar, televizyon programlarının tartışma konusu hâline gelmişti.
Ürünlerin kalitesizliğini göstermek isteyen programcılar elleriyle bunları yırtıyordu. Hasan Sutay, promosyon meselesinde diğer bir tuhaflığı da şöyle anlatıyor:
“Akşam gazetesi, kupon biriktiren herkese televizyon verecekti. Gazetenin tirajı bir milyonu aşmıştı. Ne var ki, kuponların tamamlanacağı vakit piyasada gazete bulunmuyordu. Çünkü baskıyı düşürmüşlerdi. Bu yüzden ilk defa kupon pazarı açıldı. Kuponzedeler diye bir kavram bile oluştu. En sonunda konuya devlet el attı ve promosyon yasasıyla bir düzenleme yapılmak zorunda kalındı.”
http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber-34757-b%C3%A2bitellinin-hasar-raporu.html