9 Nisan 2013
ERGUN ÖZBUDUN*
AK Parti'nin, “Türk usûlü başkanlık sistemi” adı altında sunduğu öneri,
bu kilitlenmeleri açacağını umdukları bazı mekanizmalar öngörmekte,
ancak bunu yaparken başkanlık sisteminin özünden ve temel mantığından
uzaklaşmaktadır.
Bu şekilde seçilen Meclis ve başkanın görev süreleri de beş yıldır.” Böyle bir mekanizma, ilk bakışta kilitlenmeleri çözebilecek gibi görünmekle birlikte, yukarıda değinildiği üzere, yeni seçimlerin eskisinden farklı bir tablo çıkarmayacağının hiçbir garantisi yoktur.
Başkanlık ve Meclis seçimlerinde uygulanacak seçim sistemlerinin zorunlu olarak farklı oluşu ve seçmenlerin bu seçimlerde farklı saiklerle ve farklı kriterlerle oy verme eğiliminde olabilecekleri düşünülürse, bu olasılık daha da güçlenmektedir.
Ayrıca, başka bir teknik sorun da ortaya çıkmaktadır. Başkan, öneriye göre en çok iki defa beşer yıllık süreler için seçilebileceğine göre, böyle bir durum kendisinin ikinci döneminin ortasında vuku bulduğu takdirde ne olacaktır? Başkanın toplam görev süresi on yılı aşabilecek midir?
Nihayet, başkanın Meclisçe yeni seçimlere girmeye zorlanabilmesi, başka bir deyimle şarta bağlı olarak düşürülebilmesi, başkanlık sisteminden beklenen istikrar ve güçlü yürütme avantajlarını da zedelemeyecek midir?
AK Parti önerisinde başkanlık sisteminden ikinci önemli sapma, başkanlık kararnameleri ile yönetim konusundadır. Öneriye göre, “başkan, genel siyasetin yürütülmesinde ihtiyaç duyduğu konularda başkanlık kararnamesi çıkarabilir.
Bir konuda başkanlık kararnamesi çıkarılabilmesi için, kanunlarda o konuyu düzenleyen uygulanabilir açık hükümlerin bulunmaması şarttır. Kişi hak ve hürriyetleri kararname ile düzenlenemez.
Kararnameler ile kanunlarda aynı konuda farklı hüküm bulunması halinde, kanun hükümleri uygulanır.” Başkanın, yasama organını by-pass edecek şekilde ülkeyi kararnamelerle yönetmesi, zaman zaman Latin Amerika ülkelerinde görülmüş olan ve pek çok yazarın başkanlık sisteminin bir dejenerasyonu olarak gördüğü bir eğilimdir (decretismo).
AK Parti önerisindeki “genel siyasetin yürütülmesinde ihtiyaç duyduğu” ibaresi, çok geniş ve sınırları belirsiz bir alanı işaret etmektedir.
Gerçi öneride “kanunlarda o konuyu düzenleyen uygulanabilir açık hükümlerin bulunmaması” şartı vardır ama böyle hükümlerin var olup olmadığı her zaman yoruma ve tartışmaya açık bir konudur.
Dolayısıyla bu alanda da, sık sık başkanla TBMM arasında bir ihtilâf çıkması tehlikesi mevcuttur. AK Parti sözcüleri, önerdikleri sistemi savunurken, bunun hem güçlü ve istikrarlı bir yürütme, hem yasama ve denetim yetkilerini daha etkin şekilde kullanabilecek bir yasama organı yaratacağını savunmaktadırlar.
Oysa, bu iki amacın aynı anda gerçekleşmesi, imkânsız denilebilecek derecede güçtür. Gerçekçi olmak gerekirse, güçlü yürütme zayıf parlâmento, güçlü parlâmento ise zayıf yürütme anlamına gelir.
AK Parti önerisinde daha da endişe verici unsurlar, yargı organına ilişkin hükümlerdir. Yukarıda değinildiği gibi, yargı organının siyasal organlar karşısında bağımsızlığı, hükûmet sistemi ne olursa olsun, bütün demokratik hukuk devletlerinin ortak özelliğidir.
Oysa, öneride başkana “Anayasa Mahkemesi üyelerinin yarısını, Danıştay üyelerinin yarısını, Yargıtay cumhuriyet başsavcısını ve Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerinin yarısını seçmek” yetkisi verilmektedir.
Öneriye göre, Anayasa Mahkemesi'nin on yedi üyesinden sekiz üyeyi başkan, dokuz üyeyi TBMM seçecektir.
Kanunların iptali gibi çok önemli bir yetkiye sahip olan anayasa mahkemelerinin tüm veya bir kısım üyelerinin siyasal organlarca, özellikle yasama meclislerince seçilmeleri Batı demokrasilerinde de sıklıkla görülen bir sistem olmakla birlikte, söz konusu ülkelerde bu seçimler, yasama meclislerinin üçte iki veya beşte üç gibi nitelikli çoğunluklarına bağlanmıştır.
AK Parti'nin önerisinde ise TBMM'nin yapacağı üye seçimlerinde birinci oylamada üçte iki çoğunluk aranmakta, ancak bu çoğunluk sağlanamadığı takdirde, ikinci oylamada “üye tam sayısının salt çoğunluğu” ile yetinilmektedir.
Görünür gelecekte AK Parti'nin hem Cumhurbaşkanlığı makamına, hem TBMM çoğunluğuna sahip olması en güçlü ihtimal olduğuna göre, böyle bir sistem, Anayasa Mahkemesi'nin tamamen bu partinin tercihleri istikametinde oluşmasına yol açabilecek niteliktedir.
Benzer eleştiriler, önerinin Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'na ilişkin hükümleri açısından da dile getirilebilir.
Öneriye göre, 22 üyeden oluşan Kurul'un yedi üyesi başkan, yedi üyesi (gene ikinci oylamada üye tam sayısının salt çoğunluğuyla) TBMM tarafından, sadece altı üyesi alt derece mahkemesi hâkim ve savcılarınca hâkim ve savcılar arasından seçilecektir.
Adalet bakanının Kurul'un başkanı, Adalet Bakanlığı müsteşarının da Kurul'un tabiî üyesi ve Savcılar Dairesi başkanı olduğu düşünülürse, Kurul üyelerinin ancak üçte birden azının hâkimler tarafından seçilen hâkimlerden oluştuğu görülmektedir.
Oysa, Avrupa demokrasilerinde bizim Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'na tekabül eden yüksek yargı konseylerinin oluşumunda “hâkimler tarafından seçilen hâkimlerin” çoğunlukta olmaları, yargı bağımsızlığı açısından önemle uygulanan bir prensiptir.
2010 Anayasa değişikliği ile Avrupa standartlarına uygun böyle bir sisteme ulaşılmışken, şimdi bundan geriye dönülmek istenmesini anlamak mümkün değildir.
Sonuç olarak, AK Parti'nin başkanlık sistemine ilişkin önerisi, bu sistemin özü, temel felsefesi ve onun içerdiği güçlü “frenler ve dengeler” sistemiyle bağdaşmayan, iktidarın bir merkezde aşırı ölçüde yoğunlaşmasına yol açabilecek bir sistem olarak görünmektedir.
Sonuçta böyle bir sistem kabul edildiği takdirde Türkiye'nin yarı-otoriter bir sisteme mahkûm olacağı yönündeki eleştiriler abartılı olsa bile, unutmamak gerekir ki, anayasal demokrasinin temel felsefesi, devlet iktidarının bir merkezde aşırı yoğunlaşmasını önleyecek bir frenler ve dengeler sistemi kurmaktır.
Ünlü İngiliz anayasa hukukçusu ve düşünürü Lord Acton'un dediği gibi, “iktidar ifsad eder (yozlaştırır), mutlak iktidar mutlak surette ifsad eder.”
* Prof. Dr., İstanbul Şehir Üniversitesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder