TAMER ÇETIN*
Son günlerde cumhurbaşkanı ve başbakan arasında var olduğu söylenen iki
başlılık tartışmaları, Türk siyasi yapısının önemli hastalıklarından
birinin her durumda ne tür bir potansiyele sahip olduğunu açıkça gözler
önüne sermiştir.
Bu olayı bu kadar gündem yapan unsur aslında, uzun bir süredir politik kurumsal yapımızdaki bu risk potansiyelinin bir şekilde sahne almamış olmasıydı.
Hafızalar tazelenecek olursa yakın geçmişimizde cumhurbaşkanlığı kurumunun, siyasi iktidarların politik inisiyatiflerini kadük bırakarak, siyaseti nasıl politikasızlaştırdığı kolaylıkla hatırlanacaktır.
Zaten sorunlu siyasi yapımız, bir de bu iki başlı kurumsal yapı nedeniyle politikasız siyaset yılları bir yana, büyük ekonomik krizleri bile beraberinde getirmiştir.
Diğer tüm politik aktörlerden daha geniş yetkilerle donatılmış, ama sorumluluğu olmayan bir cumhurbaşkanlığı ile politik inisiyatif almakla yükümlü ve fakat bu eylemlerinden sorumlu bir başbakanlık müessesesiyle karşı karşıyayız.
Politik arenada bu yapıda iki kurumun varlığı, kendiliğinden bir iki başlılık iması barındırmaktadır. Eğer son dönemdeki gibi ideolojik olarak aynı politik zeminden gelen cumhurbaşkanı ve başbakana sahip değilseniz, ortaya çıkacak tablo belirgin görünüyor.
Bu konu üzerine bakışın, cumhurbaşkanı ve başbakanın üslupları tartışması olarak algılanmasının bir anlamı yok.
Sorun demokrasimizin kurumsal temellerine ilişkin daha temelli bir meseledir. Çok değil bir dönem önceki cumhurbaşkanı ile onun dönemindeki iktidarlar arasındaki çatışmacı süreçleri hatırlayalım.
Ahmet Necdet Sezer, kendi dönemine denk gelen hem koalisyon hükümeti hem de AK Parti iktidarıyla uzlaşmak yerine çatışmayı tercih eden bir tarz takip etti.
Genellikle her iki dönemde de cumhurbaşkanlığı kurumu, siyasi iktidarın politikalarına muhalefeti benimsedi. Şüphesiz kendisine tanınan yetkiler dolayısıyla Sezer'in bunda bir sorumluluğu bulunmamaktadır.
1982 Anayasası, 1980 öncesi dönemdeki siyasi istikrarsızlığı temel alarak, bu iki başlılığı bir siyaset üzerinde kontrol ve denge mekanizması tesis etmek üzere Türk siyasi yapısının kurumsal unsuru haline getirdi.
Ancak sorun şu ki, zaten yüksek işlem maliyetleri ve politik taahhüt konusunda kredibilite sorunu barındıran politik ortam, bu yönetim tarzının benimsenmesi ile, ilgili sorunların daha da fazlalaşmasını ve hatta zamanla, Türk politik yaşamının kurumsal donanımı haline gelmesini getirmiştir.
Bağımsız yüksek yargının var olduğu politik çevrede, bir de cumhurbaşkanlığı kurumunun tesis edilmesi, ülke siyasetinde politik işlem maliyetlerini artırmaktan başka işe yaramamıştır.
Yakın siyasi tarih göstermiştir ki cumhurbaşkanlığı kurumu, darbelere çanak tutmaktan, büyük iktisadi krizlerin müsebbibi olmaya kadar pek çok kronik sorunun temelini teşkil etmiştir.
Bir cumhurbaşkanının, başbakana anayasa kitabı atmasıyla büyük iktisadi krizin başlaması, tarz olarak iki başlılığın sonucu değildi. Bu metafor alınabilir, fakat sorunun, politik kurumsal yapımızdaki iki başlılıktan kaynaklandığı gözden kaçmamalıdır.
Zira bir ülkede politik kurumsal yapı, politika belirleme süreçlerinde karar alıcı aktörlerin sayısının fazla olmasını ve bu oyuncular arasında uzlaşma yerine çatışmayı motive ediyorsa, sonuç, kaçınılmaz olarak yüksek işlem maliyetli, istikrarsız ve güvenilir olmayan politik süreçler olacaktır.
Bu tür bir yapı, bu ülkede yatırım yapmak isteyen sermaye sahiplerinden, standart bir yaşam seviyesi peşinde koşan tüm diğer sosyal aktörlere kadar toplumun tamamının refah düzeyini, önemli ölçüde olumsuz şekilde etkilemeye açık bir yapı tesis edecektir.
Nitekim Türkiye deneyiminin de şahıslara indirgenmiş bir seviyede değil, ama kurumsal olarak iki başlı bu kurumsal yapının olumsuzluklarına tanıklık ettiğini söyleyebiliriz.
Bunun dışında bu tür ikili bir yapının demokratik olma konusundaki sorunları da ayrı bir tartışma konusudur. Bir yanda iktidarı yürütmekle görevli olarak seçilmiş ve sorumlu bir kurum, diğer yanda kararlarında sorumsuz bir başka kurum.
Aslında cumhurbaşkanlığı kurumu ile başbakanlık kurumu arasındaki bu oyunda, karar alıcı veya politika yapıcı olarak milletin yetki delege ettiği başbakanlık asıl ve güçlerin ayrılığı sisteminde bağımsız yargının etkin işlediği bir yapıda etkin bir fonksiyonel karşılığı olmayan cumhurbaşkanlığı vekil konumundadır.
Yani asıl olan başbakanlıktır. Ancak Türkiye deneyimi, tersine bir etkileşime tanıklık etmektedir. Uzun yıllar boyunca sanki cumhurbaşkanlığı asıl konumunda algılanmıştır.
Bu algı, doğal bir sürecin değil, 1982 Anayasası'nın sonucudur. Bu haliyle de iki başlılık, kurumsal yapımızın hiç de demokratik olmayan bir başka hastalığına işaret etmektedir.
Sonuç olarak, son dönem tartışmalarındaki sorun, başbakanla cumhurbaşkanının karşı karşıya gelmesi değil, iki başlılığı kendiliğinden getiren kurumsal yapımızın niçin bir türlü yeniden yapılandırılamadığı sorunudur.
Türkiye'de son dönemde bu iki kurumun başında yer alan kişilerin aynı politik tabandan gelmeleri, ideolojik olarak çakışan zeminde yer almaları ve bireysel çabaları neticesinde iki başlılığın görülmemesi, bu ikili yapının Türkiye'de nasıl bir politikasız siyaset geleneği ürettiğini gölgeleyemez.
Bu suni gündem açıkça başbakan ve cumhurbaşkanının iki başlı davrandıklarını değil, ama cumhurbaşkanlığı ve başbakanlığın politik kurumsal yapımızda nasıl bir iki başlılığa neden olduğunu/olabileceğini göstermiştir.
Bu nedenle eğer eleştirilecekse, politik aktörler olarak cumhurbaşkanı ve başbakanın tutumları değil, bu ülkede hâlâ niçin mevcut yapılarıyla cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık müesseselerinin var olduğu üzerine odaklanılmalı.
Sorun, Türk politik kültüründe iki başlılığın kurumsallaşmış olmasıdır. Bu ise başbakanın, başkanlık, yarı başkanlık veya parti içinden cumhurbaşkanı önerisini destekleyen anekdotal bir kanıt sunmaktadır. Dolayısıyla bizi tekrar yeni anayasa tartışmalarına götürmektedir.
* Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder