20 Ağustos 2011
AHMET KURUCAN
İman gibi bir ortak paydası olan insanlar bir ve beraber olmak için
başka ortak paydalara ihtiyaç duyar mı?
İslamî öğretiler, duymaması
gerektiğini söylüyor; çünkü İslam, dil, ırk, cins vs. gibi insanı
insandan ayıran bütün özellikleri iman potası altında eritiyor.
İyi ama böylesi bir inanca ve mirasa sahip olan biz günümüz Müslümanları, bu hakikatin ne derece farkındayız; hangi seviyede bu öğretileri hayatımıza taşıyoruz? Cevap; maalesef menfi. İster devletler, ister cemaatler, isterse fertler hangi seviyede meseleyi ele alırsanız alın, netice değişmiyor. Her üç seviyede bazı istisnaların varlığı maalesef genel manzarayı ve menfi dediğimiz neticeyi değiştirmiyor.
İşte yine ders halkasındayız ve işte yine her ne zaman bu mesele açıldığında söz ummanında yüzmeye duran Hocaefendi var karşımızda. Neden? Çünkü bu mesele hem Müslümanların, hem Müslümanlığın hem de insanlığın bugün ve yarınki kaderini alakadar eden ciddi ve büyük bir mesele.
Hocaefendi ise bu büyük derdi dert edinmiş dertli bir insan. Dertli de 'söyleyen' olduğuna göre, o konuşmayacak da kim konuşacak? Şöyle bir teşbih ile de yaklaşabiliriz buna; Hocaefendi bu derde âşık olmuş iflah olmaz bir âşık. Mâşukunu görünce âşığın dilinin bağı çözülüyor ve söz ummanlarının içine iradî olarak dalıyor.
Önce vakıayı tespitle işe başladı. Rasyonel adımlar atabilmek için şart bu türlü bir başlangıç. Fiilî durumu baz alacak ve ona göre tedaviye tasaddi edeceksiniz zira. "Benim tekye ve zaviyelerde yetiştiğim dönemlerde birbirlerini çekememezlikler vardı tarikatlar arasında. Hissî rekabet oluşmuştu kendi aralarında nasıl olduysa. Üstad o dönemde böylesi bir rekabet alanı içine girmemiş. Girseydi, tarikat dairelerinin dışında yerini alan yüzde 80'e ulaşamazdı. Girseydi, birbirleri ile çatışan taraflardan biri olur ve yol yürüyemez, mesafe kat edemezdi."
Bir arkadaş devreye girdi: "Haydi öyleyse hep hayırlara koşun, yarışın.", "İşte yarışanlar bunun için yarışsınlar." ayetlerini hatırlattı. Aslında mevzu netti; çünkü ayetler hayırda yarışı emrediyordu yoksa hayırda yarışırken birbirinize rekabet edin, haset edin, düşman olun demiyordu.
Ama yarışın tabiatı rekabeti gerektiriyorsa -ki gerektiriyor- bu rekabeti nasıl aşmalı? Şahsen sorunun bu eksende sorulduğunu düşündüm. Hocaefendi de tamamlanmayan sorudan bunu anlamıştı; çünkü cevap bu istikametteydi. Dedi ki: "Tenafüsün (yarışın) bir ucu hasede dayanır.
Bence tenafüsü şöyle anlamak lazım; bakın bu iman ve Kur'an hizmetinde bulunan arkadaşlarımız, kardeşlerimiz Allah'ın rızasını kazanacak işler yaptılar. Bizim bunlardan ayrı kalmamız, cüda düşmemiz doğru olmaz. Madem onlar yapıyor biz de yapalım. Eğer böyle düşünür, inanır ve çalışırsanız hem hasetlere girmez, hem de yaptığınız işlerde bereket bulursunuz."
Sonra İzmir'li yıllarda yaşadığı bir hatırasını anlattı. Bornova'da yatsı namazlarında yaptığı irticali soru-cevap sohbetlerinin birinde bir başka camianın şeyhinin yapmış olduğu hizmetleri anlatmış ve hakkında hüsn-ü şahadette bulunmuş.
Hocaefendi'yi yakından tanıyanlar için çok sıradan, adiyattan bir şey bu; çünkü hayatının her bir döneminde İslam'a küçücük dahi olsa hizmeti geçmiş herkesi ayakta alkışlayan, gıyaplarında söz ettirmeyen bir insan o. Kaldı ki bir camianın şeyhi olacak ve aleyhinde konuşacak; imkânsız bir şey bu.
Camide 500 km'lik bir mesafeden arkadaşların teşvikiyle vaaz ve sohbeti dinlemeye gelmiş ve konuşulan şeyhin camiasına mensup bir mürid varmış. Hayretler içinde dinlemiş cevabı. Çünkü "Hocaefendi şeyhimizi sevmez, aleyhinde konuşur" türünden şeyler duymuş daha önce başkalarından.
Aradan bir hayli zaman geçmiş; ikinci bir gelişinde İzmir'e, benzer bir hadise daha yaşanmış yine aynı camide. Kutuya atılan soruların rastgele seçilerek cevaplandığı bu sohbet, o müritte şu kanaati oluşturmuş: "Bu bana yönelik bir mizansen olamaz.
Sorular rastgele; cevap aynı cevap, benim o camiaya mensup olduğumu bilen yok; bu sohbete geldiğimi bilen yok; binlerce insan arasında bir ferdim. Demek ki bu yaklaşım Hocaefendi'nin gerçek düşüncesi; samimi hissiyatı." Sonra o gün bugün maddî-manevî desteklerini esirgememiş.
Yıllar sonra kendisine bizzat bu işin kahramanı tarafından anlatılan bu hatırayı anlattıktan sonra dedi ki Hocaefendi: "Ne olur dine, imana hizmet eden o kardeşlerinizin hizmetlerini takdir etseniz? Ne olur onları sevdiğinizi gıyaplarında ifade etseniz? Riya değildir bu, süm'a değildir. Aksine Efendimiz'in beyanı ile teşvik edilen bir davranıştır. İşte delili; Efendimiz'in huzurunda bir münasebetle arkadaşını sevdiğini söyleyen sahabiye Efendimiz, 'Git bunu onun yüzüne ifade et.' buyuruyor."
Yazının başlığına 'uzaklığı aşma, yakın olana kavuşma' dedim. İman ortak paydası etrafında toplanan Müslümanlar dünyanın neresinde olursa olsunlar birbirleri ile o kadar yakınlar ki, karşılıklı sevgileri, münasebetleri ile bu yakınlığı daha yakın hale getirecekken, aksine uzaklaşıyorlar.
İradî veya gayri iradî davranışlarımız nedeniyle bizzat kendimizin sebebiyet verdiği bu uzaklığı aşmamız ve zaten yakın olana kavuşmamız şart.
Yapılan hizmetlerde bereket bulmak buna bağlı. Muvaffak olmak buna bağlı. Sahabe-i kiram misali buhranlar içinde kıvranan Müslüman dünyasına ve bütün insanlığa huzuru ve saadet iklimleri üfleme, medeniyet hocalığı yapma buna bağlı.
Çokları, 'şimdi biz yapıyoruz ama karşılığını göremiyoruz' diyecek belki. Görmesek de yapmak lazım. Mahlûk görmese de Hâlık görüyor zira.
Bu dünyanın bir de ukbasının olduğu, Hz. Muhammed'in (sas) kaptanlığını yaptığı gemide yerlerini alan yolcular olduğumuz gerçeği hiçbir zaman unutulmamalı. Meşreb sevgisi bizi taassuba sürüklememeli.
"İnhisar-ı fikir tahabbübü nefisten gelir" diyor Hocaefendi. Siz bu cümleyi isterseniz "inhisar-ı meşreb tahabbübü nefisten gelir" diye okuyun. Yanlış, kim yaparsa yanlıştır. Yanlışı müdafaa etme belki yanlıştan daha büyük bir yanlıştır. Yanlışı müdafaa için harcayacağı enerjiyi onu düzeltmeye harcasın.
Bir hadis:
"Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki; sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız."
Başka söze hacet var mı?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder