Prof.Dr. Yunus Çengel
Bilimi
evrensel kılan husus, her ilme ait kanun ve prensiplerin sağlam ve
eğitilmiş akıllar tarafından önyargısız araştırmalarla keşfedilmiş
olmasıdır. İnsanların yaptığı şey, hâdise ve varlıklarda parıldayan
bilim ışığını fark edip ifadelendirmek, daha sonra da bu bilgileri yeni
sahalara uygulamaktır.
Temel bilimlerdeki ilerlemeler, hem icat eden
sezgiye dayalı akıl fakültelerini, hem de keşfeden gözlem-sorgulamaya
dayalı akıl bileşenlerini birlikte kullanmakla mümkündür. Bu açıdan
bilim insanları ya mucit, ya kâşif veya hem mucit hem de kâşif
kabiliyetleriyle donatılmış kimselerdir.
Kâşif bilim insanlarının
yaptığı şey, bilimi icat etmek değil, keşfetmektir. Bu açıdan keşiflere
yönelik bilimin kaynağı sadece akıl değildir.
Keşiflerin gerçek olup
olmadığının test edilmesini tetikleyen şüphecilik, ilimde önemli bir
kontrol mekanizmasıdır. Zîrâ araştırmalar esnasında bilim, şahsî görüş
ve önyargılarla karıştırılabilir. Bu yüzden, ortaya yeni konan ilmî
tespitlerin muhakeme edilmesi ve belli testlerden geçirilerek
ayıklanması gerekir. Ancak bu sürecin sonunda, ilim evrenselleşir ve
şahsilikten çıkıp cihanşümul bir hususiyet kazanır.
İnsanların
eğitim ve aklî gelişmişlik seviyesi arttıkça, görüş ayrılıkları
azalmakta ve dünya çapında daha geniş bir mutabakat sağlanmaktadır.
Meselâ bir zamanların en ateşli tartışma konusu olan Dünya’nın
yuvarlaklığı bugün sıradan bir bilgidir. Bilim ışığıyla bakıldığında
bilgi eksikliği veya yanlış bilgiden kaynaklanan fikir ayrılıkları ve
ihtilâflar sona ermekte, aklın tatmin edilmesiyle genel bir mutabakat
sağlanmaktadır.
Bu duruma çarpıcı bir misâl, Erzurum’un Abdurrahman Gazi
mevkiidir. Burası hem türbeleri, hem de yokuşlarıyla meşhurdur. Halk
arasında bu bölge, duran arabaların kendi hâllerine bırakıldığında yokuş
yukarı gittiği rampasıyla bilinir. Görenleri hayrette bırakan ve fizik
kanunlarını göz göre göre ihlâl eden bu hâdiseyi, kimi keramet olarak
tarif eder, kimi de manyetik alanla (nedense arabayı çektiği iddia
edilen bu alanın, para gibi metallere hiç tesir etmemesini kimse
sorgulamaz) izah etmeye çalışır. Aklını yeterli seviyede eğitmeyen ve
sorgulamayan insanların tevatürlere ve gözlerine olan itimatları bazen o
kadar güçlü olabilir ki, diğer muhtemel açıklamaları düşünemezler.
Abdurrahman
Gazi mevkii, coğrafik açıdan ilginç bir topoğrafyaya sahiptir. Yola
paralel konan basit bir su terazisi gösterecektir ki, yokuş olarak
bilinen o yol aslında iniştir ve arabaları hareket ettiren şey de, diğer
inişlerde olduğu gibi yerçekiminden başka bir şey değildir. Burada
aslında bir algı ve görme yanılsaması olabileceğine kimse itibar
etmemekte, hakikat ehlinin nazarında fizik kanunları yalancılık ithamına
maruz kalmaktadır.
Eğer bu kanunların dili ve şuuru olsaydı, adalet
talebiyle bu insanları mahkemeye verecekti. Mahkeme de âdil bir karar
verebilmek için, her iki tarafın doğruluk ve tarafsızlığını kabul
edeceği su terazisi gibi şahitlere müracaat edecekti. Aklın ilim
ışığıyla gördüğü bu manzara karşısında, insaf sahibi insanlar gözlerine
güvenmekle haksızlık ettiklerini görecek ve doğruluğa kanaat
edeceklerdi. Benzer şekilde, bir duvarın eğik veya doğru olduğu
konusunda bir fikir ayrılığı olduğunda, sarkıtılan basit bir duvarcı
şakülü bu ayrılıklarını giderecek ve herkesi aynı görüşte
birleştirecektir. Burada önemli husus, aklın ve gönlün birlikte tam
tatmin olması ve itiraz edilecek bir noktanın kalmamasıdır.
Hayvanlardan
farklı olarak insanlarda bildiğimiz maddî mide ile beraber çok sayıda
mânâ mideleri vardır. Akıl ve adalet bu midelerin önde gelenlerindendir.
Akıl midesinin gıdası ilimdir ve aklen gelişkin bir insanın aklıyla
ilim yemekten aldığı haz, ağzıyla yediği lezzetli bir yemekten aldığı
hazdan daha az değildir. Adalet duygusu da akıl gibi mânevî bir midedir
ve gıdası mağdura hakkını, zalime de cezasını vermektir.
Yani işlerde
adaleti gözetmek ve canlı-cansız bütün varlıklara adaletle muamele
etmektir. Bu duygunun hazzı, mağdurların hak ettiği şeye kavuştuklarını
ve zalimlerin layık oldukları cezaya çarptırıldıklarını görmekten doğan
memnuniyet ve sevinçtir. Haksız muamele ve zulüm, adalet duygusunu
incitir ve vicdan sahibi herkesi rahatsız eder. Geçmişteki adaletsiz bir
muamele hatırlandığında insanı ızdıraba boğar ve hayatın tadını
kaçırır.
Nasıl merak ve ilim öğrenme hissinin insandaki muhatabı
akıl ve zihnin çeşitli fakülteleri ise, adalet hissinin alıcısı da
vicdandır. Bundan dolayı, adalet akıldan ziyade vicdanla tartılır. Rus
yazar Aleksandır Soljenitsin’e göre: “Adalet vicdandır; ferdî bir vicdan
değil bütün insanlığın vicdanıdır. Kendi vicdanlarının sesini net
olarak tanıyanlar genellikle kamu vicdanının sesini de tanırlar.”
Adaletin sembolü terazidir, ancak bir şeyin adalete uygun olup
olmadığını gösteren şakül veya su terazisi gibi fizikî teraziler her
zaman söz konusu değildir. Kendisi madde dışı yani mânâ olan adaleti
tartan vicdan terazisi de mânâdır ve o yüzden adalet de ilim gibi
hissedilir; ama beden gözüyle görülemez ve başkalarına gösterilemez.
Meselâ adaletle hükmeden yöneticileri insanların nazarında yücelten
âdillik hasleti, bu âdil kişilerin atom veya moleküllerinden
kaynaklanmamaktadır.
Zîrâ insan bedeninin temel yapıtaşları olan karbon,
azot, hidrojen ve oksijen atomlarıyla atomlararası bağlar, âdil ve
zalim kişilerde aynıdır. Parçalarında olmayan bir şey bütününde
olamayacağına göre, insanlarda varlığı görülen adalet ışığı insanın
maddesinden değil, aynen elmasın göz kamaştıran pırıltılarının elmasın
atomlarından değil de dışarıdaki bir ışık kaynağından geldiği gibi,
dışarıdan gelir.
Bu yüzden nasıl bilim ve aklın ne olduğu, en kolay
şekilde cehalet ve akılsızlık üzerinden tarif ediliyorsa, adalet ve
vicdan dahi, daha ziyade zıtları olan adaletsizlik ve vicdansızlıkla
bilinir. Eğri olan bir duvar, nasıl su terazisi ile kolayca belirlenen
yerçekimi hatlarını referans alan gözü rahatsız ediyorsa, hukuku ihlâl
eden eğri bir davranış da, bozulmamış bir vicdanda vicdan terazisinin
ibresini denge konumundan saptırır ve vicdanı burkar. Adaleti sağlayan
davranış, vicdandaki bu burkulmayı telâfi eden ve vicdan terazisini
tekrar denge hâline getirip rahatlatan davranıştır.
Adalet fıtrata uygun olmak, bunun gereğini yerine getirmektir.
Adalet;
mizan, ölçülülük ve dengedir. Vicdanlı olma vasfı olan adalet, hakların
belirlenmesi ve hak edenlere layık oldukları ceza veya mükâfatın
verilmesini gerektirir. Adaletsizlik mefhumuyla da haksızlık ve
insafsızlık kastedilir.
Başka bir ifadeyle adalet, her şeyin lâyık
olduğu ve hak ettiği yerde olması, kişinin hakkına razı olup
başkalarının hakkına tecavüz etmemesi, fıtrat veya hikmet olarak da
ifade edilen yaratılış gayesine uygun hareket etmesidir. Adalet ve
dengeden güzellik, nezahet ve estetik doğar; sükûnet, huzur ve hoşnutluk
hâsıl olur. Adalet, insana verdiği huzur ve ulvî haz ile bilinir ve
huzuru yok eden itiraz ve isyan hislerini giderir.
Hak ettiğine rıza
gösterme yerine itiraz etme hissinin kaynağı, fıtrattan sapış ve
yaratılış gayesine aykırı davranıştır. Fıtrata aykırı hareket,
adaletsizliktir. Bunun anında verilen cezası, huzursuzluktur. Hattâ
denebilir ki adalet, güzellik; zulüm ise, çirkinliktir. ABD’li filozof
ve yazar Henry David Thoreau’nun ifadesiyle: “Adalet şirin ve âhenkli,
adaletsizlik ise haşin ve âhenksizdir.” O yüzden adalet çekici, zulüm
ise iticidir.
Eski Romalı filozof ve devlet adamı Marcus Tullius
Cicero’nun dediği gibi: “Adalet, herkese hak ettiğini veren yerleşik ve
değişmez gayedir.” Evrensel bir değer olan “musavat-ı hukuk” kaidesi,
halk arasında genellikle ‘kanun önünde eşitlik’ olarak bilinir, zengin
ile fakirin, âmir ile memurun, işçi ile patronun kanun önünde ve hâkim
karşısında eşit muamele görmesini gerektirir.
Yani hakkını aramada ve
hak ettiği şeyi almada herkes eşittir. Eğer bir yerde kendilerini
kanunun üzerinde gören imtiyazlılar varsa, orada adalet yoktur. Marie
von Ebner-Eschenbach’ın ifadesiyle: “Adaletin en büyük düşmanı
imtiyazdır.” Adalet denince akla genellikle mahkemeler yoluyla alınmaya
çalışılan haklar ve telâfi edilmeye çalışılan mağduriyetler gelir. Ama
adalet, çok daha geniş bir sahayı kapsayan ve âdeta bütün varlıklara
nüfuz eden en temel, kapsamlı felsefî kavramlardan biridir.
Adaletin
kaynağı hakkında birçok teoriden biri, onun insan tabiatından
kaynaklanan ve içten gelen bir his olduğudur. Bu görüşü destekleyen
tecrübî veriler vardır. Adalet sıfatıyla tanınan insanların özelliği,
adalet ışığı için kuvvetli bir alıcı konumunda olmaları, çevredekilere
huzur ve güven veren bu ışığı hâl ve hareketlerine yansıtmalarıdır. Bu
da kâinatta madde ve zamandan bağımsız yaygın bir adaletin var olduğunu
gösterir. Dolayısıyla, insan fıtratı adaletsizliği reddeder ve zulme
karşı bazen hayatı pahasına da olsa isyan eder.
Maruz kalınan zulümler
neticesi adalet hissi yaralanan ve dengesi sarsılan insan, yaralı bir
aslan gibi garaz ve intikam hislerinin kontrolü altına girerek birçok
zulmü işleyebilir. Kabaran garaz ve intikam hislerini teskin eden ve
kükreyen aslanı kuzuya çeviren sakinleştirici iksir, adalet
mekanizmasının işletilmesidir. Çünkü adalet, adaleti celbeder.
William
Hazlit’in ifadesiyle: “Başkalarına adaletle muamele etmeye en hazır
olanlar, dünyanın kendilerine adaletle muamele ettiği hissini
taşıyanlardır.” İngiliz filozof Francis Bacon da bunu şöyle ifade eder:
“Eğer biz adaleti muhafaza etmezsek, adalet de bizi muhafaza
etmeyecektir.”
Kâinatta birlik esastır, bu da ancak hassas bir
denge içinde mânâlı ve uyumlu bir birliktelikle mümkündür. Bir şey ne
kadar büyük olursa olsun, daha büyük bir bütünün parçasıdır. Bir
varlığın var oluşunun esas gayesi kendine yönelik olan hususlar değil,
parçası olduğu bütüne yönelik hususlardır.
Hattâ varlıklar yokluk
âleminden varlık âlemine gelmelerini, parçaları olduğu bütünün varlığına
borçludurlar. Gödel Teoremi’nin de ifade ettiği gibi, bir şeyin bu iç
içe olan varlık daireleri silsilesindeki değişik rol ve konumları ve
diğer şeylerle münasebetleri bilinmeden, o şeyin hakkını tam ve doğru
olarak bilmek ve dolayısıyla adaleti gözetmek mümkün değildir.
Ve ‘O
şeye adalet edelim.’ derken, onun parçası olduğu bütüne ve o bütünün
diğer parçalarına büyük bir adaletsizlik etmek ve birçok yüksek gayeleri
iptal edip çirkinlik sergilemek mümkündür. Meselâ bir arabayı ele
alalım. İrili ufaklı yüzlerce parçadan oluşan arabanın varlığının tek
bir sebebi vardır, o da araba sahibinin rahat, hızlı ve güvenli bir
şekilde bir yerden bir yere gitmesini sağlamaktır.
Zaten hayatında ilk
defa bir araba gören kimse sadece arabayı inceleyerek, onun
koltuklarına, tekerleklerine, direksiyonuna vs. dikkat ederek anlar ki,
bu arabanın yapılış gayesi insanlara araç olmaktır. Eğer insanların
yolculuk için araçlara ihtiyaçları olmasaydı, araba da olmayacaktı.
Arabanın bu yapılış gayesine uygun olarak kullanılması tam bir adalet ve
güzelliktir. Hiçbir vicdan sahibi bundan rahatsız olmaz ve arabaya
acımaz. Yine hiçbir akıl sahibi de; “İnsanın hep arabaya binmesi arabaya
haksızlıktır; ara sıra araba da insana binmelidir ki adalet olsun!”
demez. Arabaya binmeye kıyamayıp onu kendi hâline paslanmaya bırakmak
ise bir adaletsizliktir, israftır ve çirkinliktir.
Eğer arabanın da
insan gibi aklı ve şuuru olsaydı ve mahkemeye gidip, “Bana hep
biniliyor, keyfi muameleye tâbi tutuluyorum, bazen çamurlu yollarda
sürülüp kirletiliyorum.” gibi şikâyetlerle hak dava etseydi, her hâlde
âdil bir mahkemeden red cevabı alacaktı. Ancak, “Bana aşırı yük
taşıtılıyor, tekme atılıyor, bakım ve temizliğim yapılmıyor.” gibi
şikâyetlerle mahkemeye gitseydi, herhalde haklı bulunacak ve zulme
uğradığına hükmedilecekti. Hattâ sahibi tarafından hizmetten alınıp, işe
yarayan parçaları söküldükten sonra hurdaya ayrılan bir araba bile
şikâyet edemez, belki yeni bir araba olarak geri gelecek olmanın şevk ve
heyecanıyla geridönüşüm fırınlarına seve seve gider.
Eşitlik zulüm mü, adalet mi?
Adaletin
eşitlik olmadığına bir misâl ise, yetişkin bir ineğin bir koyundan kat
kat büyük ve gıda ihtiyacının da vücudunun büyüklüğüyle orantılı
olmasıdır. Bu yüzden, eşitlik olsun diye inek ile koyuna aynı miktarda
ot vermek adalet değil, zulümdür. Varlıkların mahiyetlerini dikkate
almayan bu yaklaşımla inek aç kalacak, koyun da fazla otu israf
edecektir ki, ikisi de akıl ve vicdanları rahatsız eden bir
çirkinliktir. Hele ayrımcılık olmasın diye köpeklere de yemeleri için ot
vermek, komiklik derecesinde fıtrattan habersizliktir ve bunu adalet
adına yapmak, adalete adaletsizlik etmektir. Keza inekten koyunlara
bekçilik yapmasını beklemek imkânsızı istemektir. Ancak pratik hayatta,
farkında olmadan bu tür zulümler çok yapılmaktadır.
İnsanlar
bedenen birbirlerine çok benzeseler de, fıtrat, meyil ve kabiliyetçe iki
insan arasındaki fark, bir koyunla köpek arasındaki farktan hiç de az
değildir. Fıtrat, meyil ve kabiliyetçe birbirlerinden bu kadar farklı
olan insanlara eşit muamelesi yapmak aslında en büyük eşitsizlik ve
adaletsizliktir. Benzer durum arabanın parçaları için de söylenebilir.
Arabanın her parçası icra edeceği görevler ve çalışma şartları göz önüne
alınarak bilgi ile ince hesaplarla ve hassas ölçülerle tasarlanmış ve
îmâl edilmiştir.
Meselâ tekerlek, arabanın bütün ağırlığını kaldıracak
güçte, yolu kavrayıp kaymayı önleyecek kabiliyette ve yol
tümsekliklerinin sebep olduğu titreşimleri emecek esneklikte
yapılmıştır. Tekerleğin aynen tasarlandığı gibi iş görmesi, hem tekerlek
için hem de onun yapımcısı için bir memnuniyet hattâ bir zevktir. Zor
şartlarda görev yapan ve daimî şekilde kötü muameleye maruz kalan bir
tekerlek mahiyetini ve varlık sebebini görmezden gelerek araba içinde
zerafetle arz-ı endam eden direksiyona bakıp şikâyet edemez ve eşit
muamele talep edemez.
‘Eşitlik’ olsun diye tekerlekle direksiyonun
yerini değiştirmek cahillik, israf, zulüm ve adaletsizliktir; arabanın
ve parçalarının var oluş sebebinden, fonksiyonlarından ve buna uygun
olarak takdir edilen yapılarından habersizliktir. Öndeki tekerleklerle
arkadakilerin aşınma hızı farklıdır ve ön tekerleklerin belli bir süre
sonra arka tekerleklerle yer değiştirme isteği adalete ve hikmete tam
uygundur.
O yüzden Alman filozofu Friedrich Nietzche eşit olmayanlar
için eşitliği, adalet değil zulüm olarak görür: “Eşitlik doktrini!
Bundan daha zehirli bir zehir yoktur; çünkü o adaletin sonu iken
adaletin kendisi tarafından konulmuş görünümü veriyor. ‘Eşitler için
eşitlik, eşit olmayanlar için eşitsizlik!’ Adaletin gerçek sesi bu
olması gerekir ve bunu takip eden, ‘Eşit olmayanı asla eşit yapma’.”
Adaleti
‘mutlak eşitlik’ olarak algılama hastalığından kurtulamamanın
zararlarını insanlık çok çekmiştir ve hâlâ da çekmektedir. Şu iyi
bilinmelidir ki âlemde mutlak eşitlik olsaydı, âlem homojen bir toz
bulutundan ibaret olurdu. Hattâ insan seviyesinde dahi, kemikteki bir
hücre gözdeki bir hücreyle, böbrekteki bir hücre kalbdeki bir hücreyle
eşitlik talep edip itiraz etse, bu itirazları dindirecek tek yol insanı
bir kıyma makinesinden geçirip ortaya yığmaktır; insanı ve hücrelerini
yok etmektir.
Benzer şekilde, yediğimiz gıdaları yapılarına ve
görecekleri hizmete en uygun yere yönlendirmek yerine eşitlik olsun diye
değişik organlara ve hücrelere kura ile dağıtmak adalet değil,
mezarlıkta kendine bir yer ayırtmaktır. Hâl böyle iken güya ayrımcılık
yapma haksızlığından sakınmak için, yapılacak görevle alâkası olmayan
imtihanlardan alınan puana göre insanları görevlere tayin etmek ve
tayinleri de eleman açığı bulunan kurumun fikri alınmadan kura usulüyle
yapmak acaba hangi mantığa hizmettir?
Bu, çok daha büyük bir haksızlık
değil midir? Bu tür yaklaşımların tabiî neticesi adaletsizliğin
emareleri olan verimsizlik, israf, ve genel memnuniyetsizliktir. Fıtratı
göz ardı edip mutlak adaleti sağlama iddiasıyla ortaya çıkan baskıcı
rejimlerin ve fıtrata zıt tek tipçi uygulamaların neticesi, verimlilik
değil israf, güzellik değil çirkinlik, akıl ve vicdanlara uygunluk değil
zıtlık, huzur değil huzursuzluk ve en nihayet çöküş olmuştur. Bu
farklılıkları gözeten demokratik rejimlerdeki hürriyetçi yaklaşımlar
ise, fıtrata uygun hareketlerin önünü açıp meyvelerini bol bol
toplamıştır.
Nasıl kâinattaki kanunlar, cihanşümul küllî bir
iradeyi yansıtıyorsa, aynen öyle de, demokrasinin doğru işlediği
ülkelerde kanunlar o ülkede yaşayan insanların ortak iradesini temsil
eder. O yüzden akıllar gelişip adalet anlayışı derinleştikçe de
kanunların değişmesi tabiî bir süreçtir.
Dünyanın problemli
yerlerinde kalıcı huzur ve barışın tesis edilmesi için yapılması gereken
şey, öncelikle insanın mahiyetinin ve adaletin ne olduğunun bilinmesi
ve temellerin bu bilgiler üzerine atılmasıdır. Tek başına ihtiyaçlarını
karşılamaktan aciz olan ve bu yüzden toplu yaşamaya mecbur olan insan
‘ben’ merkezlidir ve dolayısıyla bencilliğe meyillidir.
Bediüzzaman’ın
(ra) ifadesiyle: “İnsan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever.
Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever; başka her şeyi nefsine
fedâ eder. Mâbuda lâyık bir tarzda nefsini metheder; mâbuda lâyık bir
tenzih ile nefsini meâyibden tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar
kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez; nefsine perestiş eder
tarzında, şiddetle müdâfaa eder.” Yani insanda kusurlarını görmeme,
menfaatini gözetme ve haksız bile olsa kendini haklı çıkarma meyli
vardır.
Hayvanlardan farklı olarak insanların his, hırs ve heveslerine
sınır konmamıştır ve o yüzden münasebetlerde ve mal ve hizmet
değişiminde zulüm ve tecavüzler meydana gelir. Bu zulümlerin önlenmesi
için adalete ihtiyaç vardır. Ancak hırs ve menfaat gibi hislerin baskısı
altında olan ve çok defa nefsin avukatlığını yapan ferdî akıl adaleti
idrakte zorlanacağından ortak bir akla ihtiyaç vardır.
İstişareden doğan
böyle ortak bir akıl da ancak kanun şeklinde olur. Avusturyalı filozof
ve yazar Elias Canetti’nin dediği gibi: “Adalet, paylaşma ihtiyacını
görmekle başlar. En eski kanun bunu düzenleyendir ve bu, bugün de hâlâ
en önemli kanundur.” Ancak kanun adalet demek değildir ve İngiliz
romancı William McIlvanney bir inceliğe dikkat çeker: “Kanun, adalete
sahip olamayacağımız durumda, sahip olduğumuz şeydir.”
Yerküreye
ve hattâ kâinata bakıldında her şeyin ince bir ölçü, hassas bir denge
ve tam bir yerli yerindelikle yapılmış olduğu görülür. O kadar ki,
atomdaki parçacık âleminden galaksi sistemlerine kadar akıl nereye
bakarsa baksın, bir kusur bulamaz ve saat gibi işleyen bu mükemmel düzen
karşısında ancak hayranlığını ifade eder.
Başta bütün canlıların mânâlı
ve ölçülü bir bütünlük oluşturduğunu ifade eden ekoloji olmak üzere fen
bilimleri ve televizyonlarda yayımlanan belgeseller bu mükemmel
düzenin, hassas dengenin, ve eşsiz güzelliğin birer şahididir. Bütün
varlıklar en uygun şekilde, en doğru miktarda ve belli gayelerle
yaratılmıştır. Bu da kâinatta her şeyin tam bir adaletle yapılmış
olduğunu gösterir.
Zîrâ adaletsizlik olsaydı, varlıklarda abesiyet,
israf ve çirkinlik olurdu. Teknoloji harikalarıyla beraber her türlü
israf ve çirkinliğin insanların yaşadığı yerlerde olduğuna bakılarak
denilebilir ki, insanlar dünyadaki en cahil ve zalim varlıklardır.
Güzellik ve mükemmelliğe tapma derecesinde düşkün, mahiyeti heyecanlı ve
fıtratında ilerleme meyli olan insana yakışan şey kendini tanıması ve
fıtratına en uygun şekilde hareket ederek hem kendine hem de diğer
varlıklara adalet etmesidir.
Geniş çapta adalet tesis edilince de, hayat
bir haz ve huzur kaynağı olacak ve belgesel programları insan eli
değmemiş yerlerdeki güzelliklerle beraber insanlık âlemindeki
güzellikleri de göstermeye başlayacaktır.
http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/fitrat-ve-adalet.html