LEVENT KÖKER
Kürt sorununun çözümünde önemli bir aşama geçildi. Sorunun silâhlı ve şiddet içeren boyutu ortadan kalktı.Yalnız, farkında olmalıyız ki bu, Kürt sorununun çözüldüğü anlamına gelmiyor. Aksine, sorunun çözümü için önümüzde bugüne kadar elde edemediğimiz ölçüde büyük bir toplumsal fırsat sunuyor.
Bu fırsatı iyi değerlendirmek ve sorunu çağdaş demokrasilerin tâbi olduğu özgürlükçü hukuk devleti anlayışına uygun olarak çözmek zorundayız.
Çözümün gerçekleşmesi ise “Kürt sorunu”nun varlığını ve içeriğini tespit etmekten geçiyor. Tersinden söylersek, Türkiye’de bir “Kürt sorunu olmadığı” tezi sorunu çözmeyeceği gibi şimdi sağlanan barışın kalıcılığı önünde de en önemli engel. Hafıza-i beşer nisyân ile malûldür.
O yüzden, sorunu kavramaya başlamak bakımından sâdece iki noktayı hatırlatalım: Birinci nokta 12 Eylül askerî darbesinin ürünü olan 1982 Anayasası’ndaki anadilde eğitim yasağı. Bu, 1924 ve 1961 anayasalarında hiç bulunmayan, tamamen 12 Eylül’ün ürünü olan bir yasak.
Bu yasağın bir uzantısı 1983’te çıkartılan “Kürtçe yasağı”nın ancak 1991’de ilga edilmesi ve 2005’te de utangaç bir biçimde “anadil” lâfını kullanmaksızın çıkartılan bir yasayla Kürtçe öğretilmesinin serbest bırakılması.
İkinci nokta, Türkiye’nin son otuz yıllık siyasî hayatında, iktidar ve muhalefet partilerinin büyük bir bölümünün “herkesin birinci sınıf vatandaş olacağı”ndan söz etmeleri ve bu meyanda “Kürt realitesinin tanınacağı” vaadi.
“Herkesin birinci sınıf vatandaş olacağı” ve “Kürt realitesinin tanınacağı” terminolojisi, benim anlayışıma göre, Kürt sorununun “eşit anayasal vatandaşlık”, çokkültürlü demokratik özgürlükler düzeninin kurulması ve bunun içinde en geniş ölçüde adem-i merkeziyetçi bir yapının kamu yönetimine hâkim kılınması demek.
Bunların nasıl somutlaştırılacağı ise ayrı ama hiç de bilinmeyen konular değil ve bu yönde somut adımlar atılmasını mümkün kılacak bir yeni anayasa düzenine geçilmedikçe, Kürt sorununun çözümü ve dolayısıyla şimdi sağlanan barışın kalıcı olması da, en hafif deyimiyle çok zor.
Hâl böyle iken, geçen hafta medyada yer alan üç maddelik bildiri metni, tüm Cumhuriyet târihinin bu muazzam barış ve çözüm fırsatını berhava etmeye dönük bir yaklaşımı dile getiriyor.
Bildiri sâhiplerinin iyi niyetlerinden kuşkum yok ama pek çok hâtâ içeren bu kısa ve öz metnin Kürt sorununun çözümü bağlamında demokratik ilkeler bir yana, işleri kolaylaştırıcı bir kamusal sesleniş olduğunu söylemek de imkânsız.
Görüş ve yaklaşım farklılıklarına olan bütün saygımı muhafaza ederek, bu bildiride gördüğüm yanlışları ve kabulü imkânsız ifâdeleri ortaya koymak istiyorum.
Bildirinin birinci maddesi, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu ve sahibi olan Türk milletinin adı, vatandaşlık tarifinden ve Anayasa’dan çıkarılamaz.” diyor.
“Türkiye Cumhuriyeti Devleti” gibi yıllardır galat-ı meşhur hâline gelmemesi için çaba gösterdiğim bir yanlış ifâdenin daha ilk maddede yer alması, bildiri sâhiplerinin kariyerleri göz önüne alındığında gerçekten üzücü.
Bilindiği gibi 1924, 1961 ve 1982 anayasalarının tümünde 1. madde “Türkiye devleti bir cumhuriyettir” hükmünü içerir. O yüzden devletin adı “Türkiye Cumhuriyeti”dir ve bu devlete “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” demek “Bâb-ı âli kapısı” demekten farksızdır.
Geçelim. “Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve sâhibi olan Türk milleti” ifâdesiyle ne anlatılmak isteniyor? Cumhuriyet’in ilân edildiği 1923’te kullanılan tâbirler “Türkiye halkı”, “Türkiye ahalisi” (1924 Anayasası, md. 88) gibi tâbirler olup, Osmanlı’da “millet” kavramı dinî mensûbiyeti ifâde ettiğinden, hem Mustafa Kemal Paşa’nın o târihlerdeki konuşmalarına ve hem de Lozan Antlaşması’na da yansıdığı üzere, Türklük bir etnisitenin adıdır ve Türkiye halkını birleştirici üst kimlik esasen “Müslümanlık” olarak ifâde edilmiştir.
Uzatmayayım; “Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve sâhibi olan Türk milleti” târihî gerçeklerle uyuşmamakta, bundan da öte, şimdi çözmek zorunda bulunduğumuz ve en iyi “Kürt realitesinin tanınması” diye özetlenebilecek sorun açısından hiç de olumlu bir yaklaşım taşımamaktadır.
İkinci maddeye geleyim: “Devletimizin eşit ve şerefli üyeleri olan aziz vatandaşlarımız, ırklara ve mezheplere ayrıştırılamaz.” Doğru ve demokratik bir yaklaşım gibi duruyor. Karşı çıkmak zor, aksine ben de gönülden katılırım bu ifâdeye.
Peki, 1982 Anayasası’nın 42. maddesi “Türkçeden başka hiçbir dil okullarda Türk vatandaşlarına andilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.” derken Cumhuriyet’in eşit ve şerefli üyeleri olan aziz vatandaşlarımızı ırklara ve mezheplere ayrıştırmış olmuyor mu?
Üstelik, yine bu madde “milletlerarası antlaşmaların” hükümlerini saklı tuttuğunu belirtmek suretiyle, Lozan’da “anadilde eğitim hakkı” güvence altına alınmış olan “gayrimüslim vatandaşlara” tanınmış bir hakkı anadili Kürtçe olan aziz ve şerefli vatandaşlarımızdan esirgemeyi nasıl haklılaştırabiliyor?
Bu bildirinin ikinci maddesi, Türkçe dışındaki dillerin de anadil olarak eğitimde geçerli kılınmasını gerektirmiyor mu?
Bildirinin üçüncü maddesine gelince, “Anadolu coğrafyasında Selçuklu ile başlayıp Osmanlı ile devam eden Türk milletinin kesintisiz egemenliğini esas alan büyük Atatürk’ün kurduğu milli devlet yapısı ortadan kaldırılamaz.” deniyor.
Bu ifâdenin neresini düzeltmeli? Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin hanedân mensuplarının “Türk” etnik kökenine mensup olmalarını, târih dışı (anakronik) bir yaklaşımla modern çağa özgü “millî devlet” (ve tabiî millî egemenlik) kavramıyla benzeştirmedeki kabûl edilemezliği mi öne çıkarmalı?
Yoksa, “Atatürk’ün kurduğu millî devlet yapısı”nın bu “anakronik” yorumla “Selçuklu ile başlayıp Osmanlı ile devam eden Türk milletinin kesintisiz egemenliği”ne dayandığı ifâdesinin bizzat Atatürk’e âit olan Cumhuriyet ile birlikte “saltanat-ı şahsiyyeden saltanat-ı millîyeye geçildiği” değerlendirmesiyle taban tabana zıt oluşundaki talihsiz çelişkiye mi işâret etmeli?
Hakikaten üzüntü verici bir durum. Oysa sorun iki temel ilkeyi kabul etmekle netleşecek ve kolayca çözülebilecektir: (1) Vatandaşlık devlet ile birey arasındaki hukukî bir bağdır. Bu bağın niteliği vatandaşlığın bir hak olmasında somutlaşır.
Anayasalar bu hakkı tanır ve güvence altına alırlar ama asla bizde olduğu gibi “Türklük”, “İtalyanlık”, “Almanlık” vb. terimlerle tanımlamazlar. Yeni anayasada vatandaşlığı bir temel hak olarak güvence altına alan düzenlemeden başkaca bir “tanım”a da gerek yoktur. (2)
Türkiye Cumhuriyeti’nin farklılıkların birlikteliğinden doğan ve farklılıklara eşit saygı ilkesine uygun bir demokratik hukuk devleti olduğunu vurgulayan yeni bir devlet anlayışını ifâde eden bir başlangıç bölümü, şimdiki kutsal Türk devleti yaklaşımının da yerini almak zorundadır.
http://www.zaman.com.tr/yorum_turkluk-bildirisinin-yanlislari_2073776.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder