Geçen hafta “Hem dindar hem liberal olunmaz mı?”
başlıklı bir yazı yazmıştım. Bana bu soruyu sorduran da Radikal gazetesi köşe
yazarı Türker Alkan’ın “Tanrı’nın buyrukları”na bağlı olmakla liberal olmayı
çelişkili gibi konumlandıran bir başka yazısıydı. Sayın Alkan, sağolsun, aynı
konu üzerine bir kez daha yazmış, meseleye açıklık getirmiş, benim için de
nazik sözler söylemiş. Bilmukabele; ben de kendisinin “saygı duyduğum iyi bir
yazar” olduğunu teslim etmeliyim.
Gelelim
meseleye… Türker Alkan “dinci”lerin liberal olamayacağını söylüyor.
“Dinci”likten ve özelinde “İslamcılık”tan kasıt, devlet eliyle din empoze
etmeyi hedefleyen bir siyasi proje ise, Sayın Alkan tümüyle haklı. Ancak
kendini “Tanrı’nın buyrukları”na sıkı sıkıya bağlayan bir insanın bu anlamda
“dinci” olması gerekmiyor. Bu insanın, dinin devlete değil de bireylere ve
cemaatlere hitap eden bir değerler sistemi olduğunu düşünmesi de mümkün.
Ama aynı
insanın devletin muhtemel tasallutundan korunmaya da ihtiyacı var. (Hele de
Türkiye’de!) İşte liberalizm, devletin bireylere ve cemaatlere mümkün olduğunca
karışmamasını savunarak, tam da bu korumayı üstleniyor. Bir başka deyişle
liberalizm, insana istediği gibi ve istediği kadar dindar olma şansını veriyor.
İşte bu
noktadan yola çıkan bir Müslüman’ın liberalizmi dindarlık perspektifi ile
savunması ve bir tür “İslami liberalizm” anlayışı geliştirmesi mümkün.
Bu elbette
çok kapsamlı bir mesele. Burada sadece bu konuda “İslamcı” kalemlerden gelen
iki tipik itiraza değinmek istiyorum.
Bunlardan
ilki “İslam’da din ve devlet ayrılmaz” görüşü. Bu görüşü savunanlar, İslam
tarihindeki yaygın pratiğe bakarak hüküm veriyorlar. Oysa atladıkları önemli
bir şey var: Klasik İslami devirdeki devlet ile modern devlet birbirinden çok
farklı şeyler. Örneğin klasik İslami devirde kanun yapmak devletin değil
bağımsız ulemanın göreviydi. Ülke sınırları içinde yaşayan herkese uygulanan
standart bir kanun da yoktu. Oysa modern dünyadaki tüm devletler hem kanun
yapıyor hem de bunu tüm vatandaşlara uyguluyor. Siz kafanızdaki İslam yorumunu
alıp da modern devletin doktrini haline getirdiğinizde, klasik İslami devire
dönmüş olmuyor, despot bir ucube yaratmış oluyorsunuz.
İkinci
itiraz ise liberalizmin ve diğer modern ideolojilerin, sırf “modern” ve “Batı
kaynaklı” oldukları için Müslümanlara uymayacağı yönünde. Böyle düşünenlerin
zihninde, siyaseti, toplumu ve ekonomiyi detaylı kurallara bağlayan bir “İslami
sistem” var. Oysa biraz geçmişe baksalar, “İslami sistem” dedikleri şeyin
çoğunun aslında “ilahi” değil “beşeri” ve “tarihsel” kaynaklara dayandığını,
örneğin ilk devir Müslümanlarının Pers ve Bizans devletlerinden pek çok idari
ve hatta hukuki kavram aldıklarını görecekler.
Kaldı ki
eğer “İslami olmayan sistemleri” peşinen reddetmeye girişeceksiniz işiniz epey
zor. Mesela İslam geleneğinde hiç yeri olmayan, tefsir ve fıkıh kitaplarında
izine bile rastlanmayan trafik kurallarını hemen çöpe atmanız lazım. Öyle ya,
alnı secdeye değmemiş insanlar tarafından uydurulan bu kurallar İslam dünyasına
tümüyle dışarıdan sokulmuş durumda.
Oysa trafik
kuralları biz Müslümanların da işine yarıyor. Batılıların bunları
geliştirmesinin sebebi de, motorlu arabayı keşfedip bizden önce kullanmaya
başlamaları. Demokrasiyi, parlamentoyu ve siyasi ideolojileri bizden önce
geliştirmeleri de öyle. Bunları sırf “kökü dışarıda” olduğu için reddetmek
yerine, kendi değerlerimize uygun şekilde nasıl yorumlayıp kullanabileceğimize
bakmak lazım.
Unutmayalım,
Allah’ın bilgisi ve hikmeti sonsuz; İslam medeniyetinin kendi geleneğiyle
sınırlı değil.
İslam
ve Liberalizm: Çatışma mı işbirliği mi?
Zaman gazetesinde Ali Bulaç ile Atilla
Yayla’nın isim vermeden sürdürdükleri tartışmaya Star gazetesinden Mustafa
Akyol da katıldı. Şimdilik bu üçlünün dâhil olduğu tartışma; İslam, liberalizm,
özgürlük, zenginlik isim ve kavramları etrafında şekilleniyor. Özgün Duruş`tan
Yahya Ayyıldız`ın haberi:
Basın
dünyasında ender rastlanan seviyeli ve verimli tartışmalardan birine şahit
olmaktayız. Zaman gazetesinde Ali Bulaç ile Atilla Yayla’nın isim vermeden
sürdürdükleri tartışmaya Star gazetesinden Mustafa Akyol da katıldı. Şimdilik
bu üçlünün dâhil olduğu tartışma; İslam, liberalizm, özgürlük, zenginlik isim
ve kavramları etrafında şekilleniyor. Şimdiye kadar hayli verimli olan
tartışmadan daha fazla istifade edebilmek için mezkûr kavramları alanın
uzmanlarına sorduk. Bu hafta Mustafa Akyol’la başladığımız diziye gelecek hafta
pek çok değerli yazarımızla devam edeceğiz. Zira bu kavramlar 21. yüzyıl
Türkiye’sini şekillendirecektir. Geleceği öngörebilmek veya şimdiden gerekli
pozisyonu alabilmek için bu kavramların toplumun zihninde daha fazla
berraklaşması gerekiyor. Türkiye gerçeğinin daha net bir şekilde anlaşılmasına
yardımcı olması dileğiyle…
Ne oldu?
“İslam`da özgürlük, Allah`a kulluk yapmak üzere
engelsiz bir ortamın; sosyal, politik, ekonomik, maddi ve kültürel dünyanın
tesis edilmesi çabasıdır. Liberal özgürlük ise insanın kul olmaktan çıkarılması
çabası ve talebidir.”
10 Ekim tarihli Zaman gazetesinde yukarıdaki ifadeyi kullanan
Ali Bulaç, İslam’ın özgürlük tanımıyla liberalizmin özgürlük tanımını birbirine
karşıt olarak konumlandırdı. İki gün sonraki makalesinde ise Batı’nın
zenginliğinin kökenini sorguluyordu:
“Batı`daki sermaye birikiminin veya tarihsel
kapitalizmin arkasında üç temel unsur yatmaktadır. Bunlar da sömürgecilik, köle
ticareti ve faizin sistemin bir parçası olarak iş görmeye başlamasıdır.”
“Liberal ekonominin uygulandığı Amerika ve
İngiltere`nin zenginliğinin arkasında liberal sınıfın başarıları, zekâsı,
dâhiyane fikirleri, ahlaki çabası mı var, yoksa bu devletlerin dünyada
çıkarttıkları savaşlar mı?”
Liberalizmin özgürlük anlayışına ve zenginliği edinme
biçimine getirilen bu eleştiriler, liberal yazarlardan karşılık bulmakta
gecikmedi. Aynı gazetenin yazarı ve Liberal Düşünce Topluluğu Başkanı Atilla
Yayla, eleştirileri şöyle cevaplıyordu.
“Liberallerin
anladığı manada özgürlük, dinden önce gelir. İnsan önce özgür olur, sonra bir
dini seçer veya seçmez. İslam`ı veya Hıristiyanlığı özgürlükle
özdeşleştirirseniz dinini değiştiren insan özgürlüğünü de kaybetmiş olur.
Buradaki mantıksızlık yeterince açık değil midir?”
Liberal
özgürlük dışındaki herhangi bir özgürlük anlayışının topluma hâkim olmasının sonucunda,
ya özgürlük kaybı ya düşük şiddetli savaş ya da dini despotizm yaşanacağını
ekledi. Üstelik dindar Müslümanların 28 Şubat döneminde liberal özgürlüğe
dayanarak hak mücadelesi verdiklerini söyleyip aksi iddiada bulunanlara,
“Tersini düşünen varsa bir adım öne çıksın!” diyerek meydan okudu.
İslam dünyasının fakir olmasını Batılıların ve
İslamcıların benzeri şablonlarla açıklamaya çalıştığını, birinin kabahati
İslam’da diğerinin de İslam’dan uzaklaşmakta gördüğünü, ikisinin de ön
yargıların eseri ve anlamsız olduğunu ifade etti. Zenginliğin temelinin piyasa
ekonomisi, yani özgürlük ve serbestliğin olduğunu iddia etti:
“Bu formülün özü basittir: İnsanların insanî
potansiyellerini kullanmalarına ve doğal insanî güdülerin peşinden koşmalarına
set çekmeyin. Kısaca, insanları özgür bırakın. Ekonomik zenginliğe giden yol
işte budur.”
Sorular
- Özgürlüğü nasıl tanımlıyorsunuz? Liberaller ile
İslamcıların özgürlük yorumları arasında ne tür farklar var?
- “Liberal özgürlük anlayışı genel ve barışçı, İslamcıların
özgürlük anlayışı sekteryen ve savaşçıdır” ifadesine katılır mısınız?
- 28 Şubat döneminde dindar Müslümanlar, hukuk
mücadelesini liberal özgürlük anlayışına dayanarak mı vermişlerdir? Eğer
öyleyse niçin?
- Farklı din, mezhep, etnik yapı ve yaşam tarzına
sahip olunan Türkiye’de barış, huzur, özgürlük ve refahı İslamcı özgürlük
anlayışı mı yoksa liberal özgürlük anlayışı mı sağlayabilir?
- Batı’nın zenginliğinin kaynağı, “özgürlük temelinde
çalışma” mı yoksa “köleleştirmeyle yapılan sömürü” mü?
- Liberalizmin küresel hâkimiyetine karşın sosyal
adaletsizlikler, açlık, çevre felaketleri, savaşlar gibi sorunların ileri
düzeyde devam etmesi bir çelişki mi yoksa doğal ve normal mi?
Mustafa
Akyol: Pek çok İslamcımız "sosyal adalet" peşinde sosyalist oldu
Özgürlük,
benim anlayışıma göre, bireylerin (yahut Allah’ın kullarının, nasıl ifade
ederseniz) başta siyasi otorite olmak üzere, hiç bir dış güç tarafından
zorlanmadan, hayatlarını kendi rıza, istek ve vicdani kanaatlerine göre tanzim
edebilme hakkıdır. Bir Müslüman bu hakkı İslam’ın gösterdiği hedefler
doğrultusunda kullanırken, seküler bir insan da seküler hedefler doğrultusunda
kullanır. Bir Müslüman’ın bu ikinci durumu tasvip etmese de, onun var olma
hakkını kabul etmesi, bence İslami açıdan da doğru ve hatta gereklidir, çünkü
"dinde zorlama yoktur" ve "sizin dininiz size, benim dinim
bana"dır. Bu sebeple, liberal siyasi gelenek ile İslami düşüncedeki
özgürlük tanımlarının çelişik olmadığını, en azından olmayabileceğini
düşünüyorum.
"Sekter
ve savaşçı" İslamcılar olduğu gibi, öyle olmayan İslamcılar da vardır.
Liberal düşünce de kendi içinde farklı tonlar barındırır. Genellemelere gitmek
bence bizi sadece yanıltır.
Müslümanlar,
hukuk mücadelesini büyük ölçüde liberal özgürlük anlayışına dayanarak
vermişlerdir. Çünkü başörtüsü hürriyeti, "din özgürlüğü" yahut
"bireysel özgürlük" gibi başlıklar altında savunulmuştur,
"Allah’ın emri budur, bu farzı yerine getiriyoruz" diye değil. Bu
"seküler dil" ise normal ve bence İslami açıdan da meşrudur, çünkü
içinde yaşadığımız hukuk sisteminin "Allah`ın emirleri, farzlar,
sünnetler" gibi nosyonları yoktur. Buna karşın, her ne kadar Türkiye`deki
resmi hukuk kurumları pek kulak asmasalar da "hak ve özgürlükler"
diye bir nosyonu vardır. Kaldı ki, "Allah`ın emri"nin ne olduğunu
tartışmaya başladığınızda da farklı içtihatlar ortaya çıkar ki bunların her
birine hayat hakkı tanımak için yine özgürlük anlayışına ihtiyacınız
vardır.
Kısacası ben
liberalizmi, tüm insanlara ve bu arada tabii ki Müslümanlara diledikleri gibi
yaşama hakkı veren, devleti buna göre terbiye etmek isteyen
olumlu bir ideoloji olarak görüyorum. Doğrudan İslam`ın kendi
geleneğinden çıkıp gelmese de (aynen demokrasi gibi) modern devrin Müslümanları
için "makbul" olması gerektiği kanısındayım.
Türkiye`deki
renkliliği barış içinde bir arada yaşatabilmenin formülü çoğulculuktur ki,
bunun hem İslami geleneğe hem de liberal düşünceye uygun düştüğünü
söyleyebiliriz.
Sömürünün
belirli bir payı olduğuna kuşku yok. Ama "Batı başarısı"nın kanımca
asıl sırrı, bilimsel ve teknolojik gelişme, bunun da altında yatan araştırma,
yeni şeyler keşfetme, bunun için sistemli olarak çalışma düşüncesidir. Bunun da
liberalizmin savunduğu bireysellikle yakından ilgisi vardır. Batı ülkelerinden
bile daha sömürgeci olan Sovyet Rusya`nın batışı ise,
bu bireysellikten yoksun olmasıyla, bireyi devlet ideolojisi ile
hapsetmesiyle yakından ilgilidir. (Bireyselliğin bizde sıkça anlaşıldığı
gibi "bencillik" olmadığını burada hemen belirteyim.)
Köleliğe
gelince… Evet, bu konuda Batı medeniyetinin sicili karanlıktır, ama
diğerlerinin de ne kadar aydınlıktır, tartışılır. Modern zamanlara dek
dünyadaki hemen her medeniyette kölelik vardı ve bu normal, tabii bir durum
sayılıyordu. İslam medeniyeti de kölelere insanca davranma vurgusu yapmasına
rağmen, köleliği bir kurum olarak kaldırmamıştır. Osmanlı`da köle ticaretinin
yasaklanması, ancak 19. yüzyıl ortasında ve İngiltere baskısıyla mümkün
olabildi. "Köleci Batı" hakkında atıp-tutanlar, işin bu yanını pek
görmüyorlar nedense.
"Liberalizmin
küresel hâkimiyeti" altında yaşadığımızı düşünmüyorum. Sadece dünyadaki
etkin devletlerin (ABD ve AB ülkeleri) siyasal sistemleri liberal yahut liberal
olmaya yatkın. Ancak bu, söz konusu ülkelerin "ulusal menfaatleri" olduğu
ve bunlara göre kimi zaman mütecaviz politikalar izlediği gerçeğini
değiştirmiyor. Burada liberalizmin bir "dış politika doktrini" değil,
bir siyasi ideoloji olduğunun da sanırım altını çizmek lazım. Bu, Türkiye`de
çok karıştırılıyor. "Amerika’da din özgürlüğü"nden örnek verince,
"Irak`ı işgal eden Amerika mı, lanet olsun!" cevabını
alabiliyorsunuz. Oysa Irak`ın işgalinin liberalizmle bir ilgisi yok,
Sovyetler`in Afganistan`ı işgal etmesinin sosyalizmle bir ilgisinin olmadığı
gibi. (Bu arada, ABD`deki pek çok "serbest piyasacı" klasik liberal
çevrenin Irak işgaline ve genel olarak militarist dış politikaya karşı
çıktığını da belirteyim.)
Öte yandan
çevre felaketleri, açlık, fakirlik gibi sorunların da liberalizmle doğrudan
ilgisi yok. Çevre sorunlarına yol açan şey "sanayi"dir. Sanayi,
sosyalist veya faşist ülkelerde de çevreyi kirletir. Açlığın ve fakirliğin
liberal ekonomi yüzünden değil, bilakis ona dâhil olamayış yüzünden yaygın
olduğunu öne sürmek mümkündür. Kapılarını "küresel sermaye"ye sonuna
kadar açan Güney Kore mi daha iyi durumda, yoksa kendisini bu "sömürü
düzeni"nden koruyan Kuzey Kore mi, karşılaştırın.
"Sosyal
adaletten" kasıt, "devlet eliyle maddi eşitlik yaratılması" ise,
bu elbette liberalizmle çelişkilidir. Ama zaten kanımca İslamiyet`le de çelişir.
İslam geleneğinde toplumdaki ihtiyaç sahiplerine yardım, temel olarak
"vakıf"lar, yani sivil toplum tarafından yürütülmüştür. Cumhuriyet
döneminde tüm bu vakıfların devlet tarafından gasp edilmesi, ne yazık ki bu
geleneği bize unutturdu, pek çok İslamcımız da "sosyal adalet"
peşinde sosyalist oldu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder