KUR’AN DA NEFS
VE RUH KAVRAMININ ANLAM VE MÂHİYETİ
‘Nefs’,
öncelikli olarak bir kimsenin kendisi veya özü anlamına gelir. Açık ve gizli,
dünyaya ve ahirete bakan duyuları, maddî ve mânevî becerileri, arzu, heves ve
ihtiyaçları, canı, ruhu, hayatı ve istekleriyle kişinin bizzat kendisi
demektir.
‘Nefs’, ruh
ve kalp mânâsında da kullanılmıştır. Şeriat ilminde ise, insanın içindeki
mânevî güce nefs denilmektedir. Nefs kelimesi zaman içerisinde birçok anlam
kazanmıştır ki, bunların bazıları şunlardır: Can, kalp, benlik, kan, iç, kimse,
beden, izzet, görüş, kötü göz, arzu, yücelik, bir şeyin özü gibi.
‘Nefs’, tek
tek her varlığa işaret ettiği gibi, bu varlıklara yön kazandıran mânevî güce de
verilen addır. Bu anlamda nefs, isteklerin merkezidir. İnsan, şekil yani
cisim ve mânevî cephe sayılan ruhtan meydana gelir. İnsanın rûhu onun
nefsidir de denmiştir. Hayatın devamı için bedenin bazı şeylere ihtiyacı
vardır. Nefs bu ihtiyaçların şekillendiği ve çıktığı yerdir. Nefsin istekleri
hayatın devamı için gereklidir. Ancak nefis başıboş bırakıldığı zaman, aşırı
istekler gündeme gelir ve insan o noktada hataya düşer. Kişinin yeme içme,
soluk alıp verme, barınma, uyuma, sahip olma arzuları nefsin normal istekleridir.
Ancak bu istekler başıboş bırakıldığında, kişi câhil, cimri, hasetçi, gözü
doymaz, azgın, sapıtmış, gurura kapılmış bir varlık haline gelebilir. Çünkü
nefsin yapısı buna uygundur.
İslâm’ın
getirdiği ölçüler nefsin isteklerini olumlu bir şekilde yönlendirmeyi sağlar.
Nefs bazen şeytanın kandırmasıyla kendini büyük görmeye ve doyumsuz olmaya
başlar. O noktada kendini ve işlevini unutur. Sahibini azgınlığa ve isyâna
sürükler. Aslında nefse isyanı da takvâyı da, hata yapmayı, aşırı istekleri
ve Allah’a itaat etmeyi de öğreten Allah’tır (91/Şems, 7-8). Ancak insan bu
noktada sınanmaktadır. İslâm, insan ile onun nefsinin isteklerinin arasına bir
denge getiriyor. Meşrû istekler ile, gayrı meşrû arzular arasına sınır koyuyor
(91/Şems, 9-10). (1)
Allah,
Kitab’ında iki ayrı yerde nefse yemin etmekte, ona dikkatimizi çekmektedir: “Nefse
ve onu şekillendirene; ona fücûrunu (bozukluğunu/isyânını) ve takvâsını
(korunmasını/itaatini) ilham edene yemin olsun. ” (91/Şems, 7-8). Yine,
kıyâmet gününün hemen ardından nefse (kendini hesaba çeken, levvâme
özelliğindeki nefse) de yemin etmektedir (75/Kıyâmet, 1-2). Allah Teâlâ, direkt
olarak nefse hitap edip, onu cennetine dâvet etmektedir: “Ey mutmain (huzura
eren) nefis! Râzı olmuş ve kendisinden râzı olunmuş olarak Rabbine dön!”
(89/Fecr, 27-28)
Âyetlerde
nefisle ilgili olarak verilen bilgiler son derece önemlidir: Allah, insanı
yaratırken nefsini düzenlemiş ve ona “fücur” ilham etmiştir. Fücur Arapçada,
“doğruluk sınırlarının yırtılıp parçalanması” anlamına gelir. Dinî terim olarak
fücurun anlamı ise şöyle verilir: “Günaha ve isyana girişmek, fâsık olmak,
yalan söylemek, başkaldırmak, karşı gelmek, haktan yüz çevirmek, nizamı bozmak,
zinâ, ahlâkî çöküntü…”
Şems
Sûresi’ndeki âyetlerden öğrendiğimize göre Allah, bu kötülüklerin yanı sıra,
insana nefsin fücurundan sakınmayı da ilham etmiştir. Ayrıca nefsini arındırıp
temizleyen, yani nefsinin fücurunu kabul edip, Allah’ın ilhamına uyarak ondan
sakınanlar kurtulacaklardır. Bu, ebedî ve gerçek kurtuluştur, yani Allah’ın
rızâsını, rahmetini ve cennetini kazanmak… Buna karşılık, nefsini örten, yani
onun fücurunu, pisliğini dışarı atıp temizlemeyen, içinde saklı tutan kişi ise
yıkıma uğrayacaktır. Yıkım da Allah’ın lâneti ve cehennem azâbı demektir.
Kur’ân-ı
Kerim’den nefse fücurunun yanı sıra bir de, bu fücurdan sakınmasını sağlayan
bir kabiliyetin ilham edildiğini öğrenmekteyiz (91/Şems, 7-10). İnsanı
Allah’a ve dinin bildirdiği doğrulara, hayırlara yönelten, iyiyi ve kötüyü
ayırt etmesini sağlayan nefsin bu yönü, halk arasında “vicdan” olarak
tanımlanır.
Kur’an,
nefsin sadece olumsuzluğa meyilli ve tek yönlü olduğunu kabul etmez. Kur’an’a
göre, insanı daima kötülüğe çağıran nefsin hevâsına karşın, onu daima iyiliğe
çağıran nefsin vicdanı da vardır. Dolayısıyla insan, içinde, kendisini sürekli
olarak doğruya çağıran şaşmaz bir pusulaya sahiptir. Vicdan denilen nefsin bu
yönü, bir anlamda doğruya yönelten Allah’ın sesidir. İnsan sürekli olarak bu
sese kulak verdiği ve Kur’an’da gösterilen temel prensipleri tam olarak
kavradığı takdirde, sürekli olarak doğru yolda ilerleyecektir.
Nefs-i
emmârenin, Yusuf (a. s. ) tarafından kullanılış tarzı, iyi ve kötü bütün
insanların nefislerinin kötü şeylere yönelme istidadında olduğunu ortaya
koymaktadır. Çünkü bir peygamber olan ve bu sebeple günahlardan temizlenmiş
bulunan Yusuf (a. s. ): “…Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis
kötülüğü emredicidir” (12/Yusuf, 53) diyor. Dolayısıyla kötülüğü şiddetli
arzulama, her nefsin tabiatındandır. Ancak Allah’ın emirlerine yönelen ve
böylece İlâhî rahmetin gölgesi altına sığınan kimseler, nefsin arzuladığı
şeyleri işlemekten sakınırlar. İyiliğe yönelen kimselerin üzerinde nefsin
yaptırım gücü azalır. Belirli bir aşamadan sonra ise, kalbe yönlendirici hiç
bir tesiri olmayan gelip geçici düşüncelerden ibâret kalır. Zira Yusuf (a. s. )
Mısır azizinin karısının kendisini çağırdığı zaman onun çağrısına cevap
vermemiş ve böyle bir kötülükten Allah’a sığınmıştı. Ve aslında nefsinin,
tabiatından kaynaklanan bir özelliği olarak bu çağrıya cevap vermesini telkin
ettiğini itiraf etmektedir: “Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. ” Ancak bu sadece
bir dürtü olarak kaldığı ve Rabbine sığınıp bu dürtüye iltifat etmediği için
bir zararının dokunması sözkonusu olmamıştır. (2)
Sûfilerin
(Tarikatçıların) nefsi çeşitli mertebelere ayırıp en düşük mertebesinin nefs-i
emmâre olduğunu belirtmesini Kur’an’dan ve bir peygamberden yola çıkarak doğru
bulmak mümkün değildir. Bu mertebe anlayışına göre, Hz. Yûsuf’un nefsi, demek ki en aşağı
mertebede olmakta ve Hz. Yusuf’a devamlı kötülüğü emretmektedir. Hâlbuki,
Hz. Yûsuf, nefsin bir özelliğinden bahsetmektedir. Her insanın nefsi, ne
kadar terbiye ederse etsin, yine de kötülüğü emretmektedir. Önemli olan
nefsin bu emrini yerine getirmemek, nefsin hevâsının bu arzusunu kişinin
reddetmesidir ki, Yûsuf (a. s. ) da böyle yapmıştır. Nefsin bu kötülüğü
emredici (emmâre) özelliği, bir peygamber için bile sözkonusudur.
Gerçekte
insan nefsi tek bir şeydir. Ancak o çeşitli sıfatlarla nitelenmektedir. Dünyaya
olan bağlılıklardan kurtulup İlâhî âleme yöneldiği zaman nefis, “nefs-i
mutmainne” olarak adlandırılır. Şehvete tâbi olup üzerine gazap hâkim
olduğu zaman da nefis, sahibine kötülükleri işlemeyi emreder. Bu nefsin
tabiatından olan bir durumdur (Fahreddin er-Râzî, Tefsirul Kebîr, XVIII, 157).
Taberî; “kötülüğü emreden nefis, insanların tamamına ait olan nefistir”
demektedir (İbn Cerir et-Taberî, Tefsir, Mısır 1968, XIII, 1).
Nefsin
mertebeleri/merhaleleri olarak merdiven basamağı ve sınıf atlama
şeklinde çıkılan makam olarak kabul edilen bu yaklaşımların, Kur’an’la
sağlaması yapılmadan, daha çok tasavvufî anlayışa dayandığını hatırlatmamız
gerekiyor. Nefisle
ilgili Kur’ân-ı Kerim’deki ifâdeleri, nefsin özellikleri olarak anlamak
gerekmektedir.
KUR’ÂN-I
KERİM’DE NEFS KAVRAMI
“Nefs” ve
türevleri Kur’ân-ı Kerim’de toplam 298 yerde geçer. “Nefs”i, temel olarak
olumsuz şekilde tanımlayan, hep mücâdele edilmesi, hatta öldürülmesi gereken
bir özellik olarak düşünen bir yaklaşım, Kur’an’a uygun değildir. Kur’an,
çünkü, nefis kelimesini Allah’a da nisbet etmektedir. Kur’an’da hem de altı
âyette Allah’ın nefsinden bahsedilmektedir. Allah’a ıtlak olunan şeyin kötü olduğunu iddia
etmek nasıl mümkün olabilir?
“Nefs”in
Allah’a ıtlak olunduğu âyetler, ya bizzat Allah Teâlâ’nın kendi sözleriyle veya
başka birinin ağzından dile getirilmiştir. Bu âyetler hep “Allah’ın zâtı”
mânâsını ifâde etmektedir. Örneğin Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ’ya hitâben: “Seni
nefsim (kendim) için seçtim. ” (20/Tâhâ, 41) buyuruyor. Başka bir âyet-i
kerîmede de, bu defa Hz. İsa’nın ağzından “nefs” sözcüğü Allah Teâlâ için
kullanılmaktadır: “(Ey Rabbim!) Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben Senin
nefsinde olanı bilmem. ” (5/Mâide, 116).
Bazı
âyetlerde Allah Teâlâ, “nefs” kelimesini kendisi için kullanır: “O (Allah)
rahmet etmeyi Kendi nefsine (üstüne) yazdı. ” (6/En’âm, 12); “Rabbiniz
rahmet etmeyi Kendi nefsine (üstüne) yazdı. ” (6/En’âm, 54); “Allah sizi
nefsinden (Kendisinden) sakındırır. ” (3/Âl-i İmrân, 28 ve 30).
Nefsin Diğer
İlâhlar Hakkında Kullanılması: Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ’dan başka,
putperestlerin tapındıkları tanrılar için de iki ayrı yerde “nefs” kelimesinin
kullanıldığı görülmektedir (25/Furkan, 3; 13/Ra’d, 16).
KUR’ÂN-I
KERİM’DE NEFS KELİMESİNİN FARKLI ANLAMLARDA KULLANILMASI
Nefsin Ruh
Anlamında Kullanılması: “Nefs” ile “ruh”un aslında aynıdır; terbiye edilmemiş rûha “nefs”,
terbiye edilmiş nefse de ruh denilir. Kur’an’da “nefs”in en çok “ruh” anlamında
kullanıldığını görüyoruz (6/En’âm, 93); 39/Zümer, 42; 75/Kıyâmet, 2; 91/Şems,
7-10 vb).
Nefsin
“Kalp, Gönül, İçdünya” vb. Anlamlarında Kullanılması: Kur’ân-ı Kerim’in birçok yerinde
nefs kelimesinin, “insanın kalbi, gönlü, içdünyası” gibi mânâlarda da
kullanıldığı görülmektedir (2/Bakara, 87, 109, 235; 3/Âl-i İmrân, 154; 11/Hûd,
31; 12/Yusuf, 77; 27/Neml, 14 vb).
Nefsin
“İnsan Bedeni” Anlamında Kullanılması: (12/Yusuf, 32, 51; 3/Âl-i İmrân, 61, 145; 6/En’âm,
151; 17/İsrâ, 33; 2/Bakara, 240; 16/Nahl, 7 vb).
“Nefs”in
“Bedenle Birlikte Ruh” Anlamında Kullanılması: (16/Nahl, 111; 3/Âl-i İmrân, 25, 151; 11/Hûd, 105;
21/Enbiyâ, 47; 36/Yâsîn, 54; 82/İnfitâr, 5; 81/Tekvîr, 14; 82/İnfitâr, 5, 19
vb).
Nefsin
“Kötülüğü Emredici” Anlamında Kullanılması: İnsanın her türlü kötülüğü işlemesine sebep olan
nefs-i emmâre ile ilgili âyet-i kerîmede Hz. Yusuf şöyle konuşuyor: “Ben
nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis, daima kötülüğü emredicidir. Ancak
Rabbimin merhamet ettiği hâriç…” (12/Yusuf, 53).
İnsan nefsi, kötülük yönüne
meyledicidir ve bütün gücüyle kötü işleri telkin edicidir. Genel olarak, insan
nefsinin yaratılışında şehvete, günaha ve kötülüğe doğru bir eğilim vardır.
Nefis, kendi gücünü bu yönde kullanır. Bu nedenle insan sırf kendi nefsiyle
başbaşa kalırsa kötülüğe sürüklenebilir. Ancak, yukarıdaki âyet-i kerîmeden de
anladığımız üzere Allah Teâlâ’nın koruduğu, yani Hz. Yusuf (a.s.)’un nefsi gibi
Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve rahmetiyle tüm kötülüklerden arındırılıp temizlenmiş,
başka bir deyişle terbiye edilerek rûhânî ve mânevî özellikler kazandırılmış
nefisler bundan müstesnâdır. Allah Teâlâ’nın himâyesi nefsin kötülüğü emredici
özelliğini etkisiz kılar. Kur’ân-ı Kerim’de nefsin insanı aldatıcı ve kötü
işlere sürükleyici özellikleri, özellikle şu âyetlerde belirtilir: 12/Yusuf,
18; 20/Tâhâ, 96; 5/Mâide, 30; 14/İbrâhim, 22; 50/Kaf, 16; 59/Haşr, 9 vb.
Nefsin
“İnsan, Cin, Melek, Hayvan veya Bitki İçin Zât (Kişi, Kimse, Kendi, Şahıs vb.
)” Anlamında Kullanılması: Nefsin bir yönüyle de, “bir şeyin zâtı ve hakikati, yani varlığı”
mânâsına geldiğini biliyoruz. İşte bu anlamda Kur’ân-ı Kerîm’de nefsin
insanlara, cinlere, hayvanlara veya bitkilere, kısacası yeryüzündeki canlı
varlıklara ıtlak olunarak, onların zâtı, varlığı mânâsında kullanıldığına
şâhit oluyoruz: (2/Bakara, 48; 31/Lokman, 28, 34; 74/Müddessir, 38)
Nefsin,
“Cins, Tür” Anlamında Kullanılması: Kur’ân-ı Kerim’in zengin kullanım biçimlerinden biri
de “nefs”in geçen tüm mânâlarının yanısıra, bir de “cins, tür” anlamında
kullanılmış olmasıdır (9/Tevbe, 128; 30/Rûm, 28; 7/A’râf, 189; 16/Nahl, 72;
42/Şûrâ, 11).
Nefsin Diğer
Kullanılış Biçimleri: Kur’ân-ı
Kerim’de, “nefs”in, ana başlıklar altında toplamaya çalıştıklarımızdan başka
kullanılış şekilleri de vardır. Meselâ Fahreddin Râzî, “nefs”in Kur’an’da
“akıl” mânâsında da kullanıldığını söyler. Ona göre: “Odur ki; geceleyin
sizi öldürür (gibi uyutur), gündüzün de ne işlediğinizi bilir. Sonra
belirlenmiş süre geçirilip tamamlansın diye gündüzün sizi diriltir…”
(6/En’âm, 60) âyetinde geçen bu durum, akıl dışındaki hallerin, uyku durumunda
etkisini sürdürmesi nedeniyledir. Akıl, uyku ile uyanıklık ânında değişen bir
haldir. Demek ki; Râzî, uyku ânında insanın aklını kullanamaması nedeniyle,
bazı âlimlerin “ruh” olarak anladıkları “nefs”i, burada “akıl” olarak kabul
etmiştir. Uyku ânında aklın fonksiyonlarını yitirmesi gözönünde
bulundurulursa, bu âyet-i kerîmedeki “nefs”ten “akıl” da anlaşılabilir.
Kur’an’da
nefsin işkence ve cezâlandırma (3/Âl-i İmrân, 28, 30), gayb (5/Mâide, 116)
nefes, gırtlak, boğaz (9/Tevbe, 118) gibi başka anlamlarda kullanıldığı da
görülür.
Görüldüğü
gibi, Kur’ân-ı Kerim’de nefis, sadece kötülüklerin kaynağı olarak gösterilmez. Kur’an, nefsin terbiye edilerek
güzel özelliklerin ona kazandırılıp iyi bir ruh haline getirilebileceğini ifade
ederek bunu tavsiye eder. İnsanın gönlüne, kalbine, iç dünyasına da delâlet
eden nefis, insanın bedenden oluşan cüssesini ve bedeniyle birlikte rûhunu da
ifâde etmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de, nefs kelimesinin 298 yerde kullanılması
ve nefs üzerine yemin edilmesi, Allah Teâlâ’nın bu kavrama ne derece önem
verdiğini göstermektedir. (3)
HADİS-İ ŞERİFLERDE
NEFS KAVRAMI
“Sizden
biriniz, sakın ‘nefsim habis (pis) oldu’ demesin!” (S. Müslim ve Tercümesi,
Mehmed Sofuoğlu, c. 7, s. 118)
“Sizden
biriniz kendi nefsi için istediğini (din) kardeşi için de istemedikçe (tam)
iman etmiş olamaz. ” (Müslim, İman 71, 72, hadis no: 45)
“Müftüler
sana fetvâ vermiş olsalar da sen yine nefsine (kalbine) danış. ” (Ahmed bin
Hanbel, IV/228; Dârimî, Büyû’ 2; Buhârî, Târih)
Vâbisa ibn
Ma’bed (r. a. )’den rivâyet edildiğine göre, o şöyle dedi: “Rasûlullah’ın
huzuruna varmıştım. Bana: “İyiliğin ne olduğunu sormaya mı geldin?” buyurdu.
“Evet” dedim. O zaman şunları söyledi: “Kalbine danış. İyilik, nefsin uygun
gördüğü ve yapılmasını kalbin onayladığı şeydir. Günah ise, içini
tırmalayan ve başkaları sana ‘yap’ diye nice nice fetvâlar verse bile içinde
şüphe ve tereddüt uyandıran şeydir. ” (Ahmed bin Hanbel, IV/227-228; Dârimî,
Büyû’ 2)
“Seni
işkillendirip huzursuz edecek, sana şüphe veren şeyleri bırak,
işkillendirmeyen, şüphe vermeyene bak!” (Buhârî, Büyû’ 3; Tirmizî, Kıyâmet 60;
Nesâî, Kudât (Kazâ) 11)
NEFİSLE
İLGİLİ UYDURMA HADİSLERDEN BAZILARI
Nefsi,
Kur’an’da kullanılan anlamlarından soyutlayıp günah keçisi haline dönüştüren
mutasavvıflar(tasavvufçular), bu konuda sağlam delil bulamayınca, hadis
uydurmaktan da çekinmemişlerdir. Bunlardan sık sık tekrar edilip, halka mal edilen ve
araştırma yapmayan nice hocanın bile kulaktan dolma bilgilerle doğru olduğunu
zannederek hadis diye sunduğu meşhur rivâyetlerden birkaçını belirtelim:
“Nefsini
bilen, Rabbini bilmiş olur. ” Aliyyu’l-Kari: “İbn Teymiye, mevzû (uydurma)
olduğunu, Sem’ânî, merfû olarak bulunmadığını, ancak Yahya bin Muâz er-Râzî’nin
sözü olduğunu söylemiştir. Nevevî: ‘Lafzı hadis değildir, fakat mânâsı
sâbittir’ dedi. Denildi ki: ‘Kendi cehâletini bilen, Allah Teâlâ’nın bâkî
olduğunu, kendisinin âciz ve zayıf olduğunu bilen, Rabbinin kuvvet ve kudretini
anlamış olur. ” Bu sözün, Hz. Ali bin Ebî Tâlib (r. a. )’e âit olduğu beyan
edilir (Nehcü’l-Belâğa, Hz. Emir Ali bin Ebî Tâlib, Çev. Abdülbâki Gölpınarlı,
Kum, 1989, s. 419; A. Yıldırım, 229-230).
Anlam bakımından bu sözün tersi
daha doğru olmalıdır: “Rabbini bilen nefsini/kendini bilmiş olur.” Allah’ı
tanımadan insanın kendini/nefsini doğru tanıyabilmesi hemen hemen mümkün
değildir (Yard. Doç. Dr. Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin
Hadislerdeki Dayanakları, T. Diyanet Vakfı Y. , Ank, 2000, s. 229-230; Muhittin
Uysal, Tasavvuf Kültüründe Hadis, Yediveren Y. , Konya, 2001, s. 326-332).
“Küçük
cihaddan büyük cihada dönmüş bulunmaktayız” Hz. Peygamber böyle deyince,
‘Ey Allah’ın Rasûlü! Büyük cihad nedir?’ diye soruldu. O da şöyle buyurdu:
“Dikkat edin, o nefs mücâhedesidir. ” Mutasavvıflardan Ebû Tâlib el-Mekkî (a.
g. e. I/187)ve Hucvirî (a. g. e. 314) bu rivâyeti nefsle mücâhedenin önemi ile
ilgili olarak eserlerine almıştır. Bu rivâyet, ikinci el kitaplarda yer
almaktadır. Rivâyeti Irâkî, “bu hadisi Beyhakî’nin Kitâbu’z-Zühd adlı eserinde
rivâyet ettiğini ve senedinin zayıf olduğunu” belirtir (Gazzâlî, İhyâ,
III/14; V/132). İbn Hacer, bu sözün hadis değil; İbrâhim bin Able’ye
ait, dillerde dolaşan bir söz olduğunu söylemiştir (İbn Hacer,
Tesdîdu’l-Kavs; Aliyyu’l-Kari, el-Esrâr, s. 211-212, no: 211). Hz. Peygamber’in
Tebük Gazvesi dönüşü buyurduğu rivâyet edilen bu söz hakkında İbn Teymiyye
şöyle demektedir: “Bunun aslı yoktur. Hz. Peygamber’in fiillerini ve
ef’âlini bilen hiçbir kimse bunu rivâyet etmemiştir. Bunun yanında
kâfirlerle cihad etmek en büyük amellerdendir. İbn Teymiyye, görüşünü âyet
(4/Nisâ, 95; 9/Tevbe, 19-20) ve hadislere (bkz. Buhârî, Cihad 1; Müslim, İmâre
111; Nesâî, Cihad 17, hadis no: 3128) dayandırarak açıklar. İbn Teymiyye bu
rivâyetin kendisinin zikrettiği âyet ve hadislere ters olduğunu belirtir
(Mecmûu Fetâvâ, c. 11, s. 197-200). Gerçekten, Kur’an’da kâfirlere karşı
cihadın önemini anlatan birçok âyet vardır. Kur’an, büyük cihad olarak
kâfirlere karşı cihadı göstermektedir (25/Furkan, 52).
İsnâdı problemli olan
bu rivâyetin metninin de âyet ve sahih hadislere ters olduğu anlaşılmaktadır
(Ahmet Yıldırım, a.g.e., s. 227-228; Muhittin Uysal, a. g. e. , s. 324-325).
“Düşmanlarının
arasında en azılı olan düşmanın, iki yanın arasında ve içinde bulunan nefsindir.
” Hadis kitaplarında bulunmayan bu rivâyet, Gazzâlî’nin İhyâ’sında (III/10)
zikredilir. Irâkî, rivâyetin senedinde bulunan Muhamed bin Abdirrahman bin
Gazvân’ın hadis uydurucularından birisi olduğunu kaydeder. Rivâyetin uydurma
olma ihtimali yüksektir (A. Yıldırım, s. 228; M. Uysal, s. 325-326).
“Nefsine
düşman ol. Çünkü o Bana düşmanlığa kalkışmıştır. ” İmam Rabbânî, bu
rivâyeti nefs-i emmâreyi zemmetmek bâbında zikretmiştir (Mektûbât, I/66, Mek.
No: 52). Ancak, buradaki dipnotta bu rivâyetin Hz. Dâvud (a. s. )’dan rivâyet
edilen kudsî hadislerden olduğu belirtilmektedir. Hiçbir hadis mecmuasında,
Kitab-ı Mukaddes’te ve zühd kitaplarında bu rivayet yoktur, kaynaklarda
bulunamamıştır. Hadis kaynaklarında yer almayan bu rivâyetin uydurma ihtimâli
çok yüksektir. (A. Yıldırım, s. 231-232; M. Uysal, s. 325)
“Ölmeden
önce ölünüz. ” Aliyyu’l-Karî şöyle der: “Askalânî, sâbit olmadığını
söylemiştir. Aslında bu, tasavvuf ehli sofilerin sözüdür. Ölmeden önce
nefis ve şehvetlerinizin esiri olmaktan kendinizi kurtarınız, demektir. ”
(Aliyyu’l-Kari, Zayıf Hadisleri Öğrenme Metodu, Çev. Ahmet Serdaroğlu, İst.
1986, s. 122; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c. 2, s. 291, no: 2669).
Genellikle
tasavvuf literatüründe bulunan ve bu literatürde hadis diye kabul edilen bu
vecîze, hadis kitaplarında tesbit edilememiştir. Ancak, mevzû(uydurma) ve zayıf
hadisleri toplayan eserlerde mevcuttur (A. Yıldırım, s. 263). Yaptığımız
araştırmalara göre Hz. Peygamber (s.a.s.)’den böyle bir söz rivâyet
edilmemiştir. Kesin olan husus, bu sözün hadis olmadığıdır (M. Uysal, s.
340-342). Ölmeden önce ölmek, ölü gibi yaşamak yerine; öldükten sonra
yaşamanın, ölümsüzleşmenin, şehâdet ehli şehid olmanın yolu bulunmalıdır.
MÜSLÜMAN
NEFSE HAKARET EDİLEBİLİR Mİ?
Merhum
Çekmegil, “Müslüman Nefse Hakaret Edilebilir mi?” diye sorup bu başlık altında
şöyle diyor: (Başta tasavvuf kültüründen etkilenenler olmak üzere, nice
müslümanın ağzından ya da kaleminden nefse hakaretler yağdırıldığına şâhit
olmuşuzdur. ) “İnsanın en büyük düşmanı nefsidir. ” Onun için “herkes
kendi nefsiyle savaşmalıdır”, hatta bu işe “büyük cihad” denir
şeklinde ifadelere rastlamayan yok gibidir. Hatipler kürsüde, imamlar minberde,
yazarlar kitap ve makalelerinde, büyük çoğunlukla nefsin büyük düşman
olduğunu telkin edegelmişlerdir. Bu kontrolsüz telkinler, tekrar edile edile
insan zihninde öyle yer etmiştir ki, değil bu söylenenlerin kritiğini yapmak,
hatalı olabileceğini bile hatırına getirmez.
Nefsi
suçlama ve ona hakaret konusunda aşırıya giden, “benim nefsim Firavundan
aşağıdır” diyen, “ah şu köpek nefsim” şeklinde nefsini suçlayan
insanlar, toplumda bu sözleriyle takvâ sahibi olduğunu göstermiş kabul
edilir.
Peygamberimizin
şu hadisi konunun nasıl değerlendirilmesi gerektiği husûsunda ölçü verir: “Sizden
biriniz, sakın ‘nefsim habis (pis) oldu’ demesin!” (S. Müslim ve Tercümesi,
Mehmed Sofuoğlu, c. 7, s. 118)
Kur’ân-ı
Kerim’de, kişinin kendi nefsine zulmetmesinin kınanmış olduğunu (35/Fâtır, 32; 2/Bakara, 57; 3/Âl-i
İmrân, 117; 11/Hûd, 21; 16/Nahl, 33; 18/Kehf, 35; 23/Mü’minûn, 209; 29/Ankebût,
40; 30/Rûm, 9; 34/Sebe’, 19; 39/Zümer, 53; 37/Sâffât, 113; 65/Talak, 1), “… Nefsinizi
ayıplamayın…” (49/Hucurât, 11) emrini görüyoruz.
Kaynaklara
baktığımızda, nefs, insanın bizzat kendisi, kendi rûhudur. Kur’an’da nefs, daha
çok, insanın kendisi anlamında karşımıza çıkar (82/İnfitâr, 5, 19). İnsanın
şahsiyetini meydana getiren zâtı, özüdür. (…) Bizzat, nefsi “düzenleyen”
Yaratıcısının bildirdiği gibi, nefs, kötülüğe düşme tehlikesiyle de karşı
karşıya olduğu halde, takvâya da tâlip olacak bir tercih hakkıyla
şereflenmiştir (91/Şems, 7-8). Bu şerefe şükretme vücûbiyetine imanla
“itmi’nâna, huzur ve tatmine ermiş nefs” (89/Fecr, 27) o kadar mesuttur ki,
artık o, Yaratıcısından râzı olarak huzurdadır. Bu huzurlu kul Allah’ından;
O’nun kendisine lâyık gördüğü fıtrattan ve imtihanındaki takdirlerden râzı ve
Allah da o nefsin itmînânından râzı olduğu halde saâdete dâvet olunmaktadır
(89/Fecr, 28-30). Ki, nefsin kendisini tertemiz yapmanın mükâfatı olarak
umduğuna ermiştir (91/Şems, 9).
Bu kadar
şerefli bir fıtratla yaratılarak en büyük saâdete namzet kılınan nefs, elbette
ki ayıplanamaz, kınanamazdı. Hattâ, söz konusu her nefse, kendi nefsî
kişiliğine saygı göstermesinin ve nefsini en önde beslemesinin, bazı Usûl-i
Fıkıh âlimleri bu saygının vâcip olduğu kaydeder (Muhammed Ebû Zehra, Fıkıh
Usûlü, çev. Abdülkadir Şener, 1973, s. 356).
“Kimse
‘nefsim pis oldu’ demesin” ayıplamasın diye mü’minleri sakındıran Allah Rasûlü,
üstelik iyilik yapmaya “önce kendi nefsinden başla…” (Müslim; Fî Zılâl,
Hikmet Y. c. 1, s. 458) diye emretmesi, dikkat edilmesi gereken husustur.
Cenâb-ı Hak, insan nefsindeki âyetlerden (41/Fussılet, 53) haber vererek “nefsini
bilmeyen, nefsini aşağılık yapanlardan başkasının” tevhid dininden yüz
çevirmeyeceğini vahyetmiştir (2/Bakara, 130).
İslâm
fıkhına göre, “bir kimse ne kendisine, ne de başkasına zarar verebilir. ” Onun
için bir mü’minin kendi nefsini “Allah’tan başkasına karşı alçaltması helâl
değildir. ” Bir kimse birini haksız yere öldürürse büyük bir günah işlemiş olur
(4/Nisâ, 93). Katilin dünya ve âhirette cezâsı çok ağırdır. Fakat bir kimse,
bizzat kendi nefsini öldürürse intihar etmiş olur ki, onun cezâsı ebedî hayatta
daha da ağırlaşır (Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. c. 2, 1344). “Kendinizi
tehlikeye atmayın. ” (2/Bakara, 195), “…Nefislerinizi öldürmeyin. ”
(4/Nisâ, 29).
Aynı zamanda nefsinize eziyet de etmeyin. Değil nefsi eziyetlere
lâyık görmek; tam aksine, onun meşrû ihtiyaçlarını temin ederek, hayatiyetini
muhâfaza etmektir iş. Nefsin korunması, İslâm’da aslî görevler arasında
zikredilir. Din, nefis, akıl, ırz, mal gibi temel haklar insanın
vazgeçemeyeceği vazifelerindendir. Hatta, nefsi korumak, dini korumaktan
hemen sonra ikinci sırada yerini alır. Nefsi her çeşit tecâvüzden koruyarak
onu izzette tutmak, hayatî bir görevdir.
Böyleyken
“nefsi öldürmek”ten bahsetmek, hele hele “ölmeden önce ölünüz” ve cihadın en
büyüğü, nefse karşı olanıdır”, “küçük cihaddan büyük cihada döndük” gibi
sözleri Allah Rasûlüne mal ederek delillendirmeden söylemek, değişik mânâlarla
da olsa, insanı hadis uydurmuş olmanın vebalinden kurtaramayacağı gibi, diğer
insanları da yanıltmaya götürebilir.
Başkasına
hakaret eden kötülük etmiş olur da, bizzat kendi nefsine hakaret eden insan,
nasıl kınanmaz?
Şüphesiz
nimet ne kadar büyük olursa, onu veren Allah’a şükretmeye yanaşmayan nankör
insan da o kadar hakir olur. Bu imtihan âleminde fıska da, takvâdaki şerefe de
tâlip olma hürriyetiyle yaşayan her nefse, bu fırsatı izzette tutmak için bazı
hudutlara dikkatle yaşaması tavsiye edilmiştir. Yaratıcımız bizlere iyiye,
güzele, doğruya, kişiliği muhâfazaya kabiliyetli bir nefis vermiştir. Buna
şükreder halde bulunmak saâdete götürür insanı. Diğer yaratılmışlardan ayrı
olarak da tâlip olma hürriyeti verdiği bu nefse, kötüyü arzulama meylini, yani
hevâ ve hevesini kontrol altında tutmak için yine vahiyle çizilmiş sınırlar
göstermiş; onları aşmanın tehlikesine işaret buyurmuştur (Bk. 9/Tevbe, 112;
4/Nisâ, 13-14; 2/Bakara, 187, 229; 65/Talâk 1; 58/Mücâdele, 4). Elbette bu çok
önemli bildirilerin ışığı altında nefsi kötülüklere düşmekten korumak her
nefse fert fert aslî bir görevdir ki, takvâ da işte budur. Bu hudutlar,
izzete yetenekli, zillete temâyüllü her nefis için konulmuş sınırlardır; büyük
rahmettir.
Kim bu
merhamete lâyık olmak için, ihtiraslarından kendi nefsini korumuşsa kurtuluşu
müjdelenmiştir (Bk. 59/Haşr, 9; 64/Teğâbün, 16; 91/Şems, 9). Hatta sevmediği
halde, istemeyerek bu rahmet hudutlarını aşan, “bilmeyerek bir fenâlık” yapan,
ancak sonradan pişman olarak nefsini tekrar sınırlar içerisinde muhâfazaya alan
kimse, yine bu rahmete lâyık görüleceği şefkatle haber veriliyor (Bk. 6/En’âm,
54). İşte bu büyük rahmeti unutarak Allah’ın zikrinden gaflete düşersek, o
zaman sadece -bizden hiçbir zaman ayrı olmayan- nefsimiz kötülüğe düşmez;
topyekün bütün insanlığımızla beraber helâk olmayı hak etmiş oluruz demektir.
Şüphesiz ki insanlardan “iyi hareket edeni (muhsin) de vardı, nefsine apaçık
zulmedeni de” vardır (37/Sâffât, 113). Ve bu imtihan âleminde daima var
olması da yadırganamayacaktır.
Kötü
arzularından rahatsız olan her insan için meşrû görülmeyen hevâ ve hevesler
kendi öz nefsinde bile olsa, “Ben nefsimi tebrie etmem/temize çıkarmam”
(12/Yusuf, 53) diyerek haksızlığın müdâfa edilmemesi gerektiğini, bir Peygamber
ifâdesiyle veriliyor. Bu haberden şunu da anlayabiliriz: Bir insan, peygamber
de değilse, yaratanı tarafından özel olarak ikaz edilmiyorsa, günahsız kalacağı
garantisine hiç sahip değildir. Şüphesiz ki irâde sahibi insan, şükürsüzlüğe
râzı olarak yaşarken bir fenâlık ederse, kendi nefsine kötülük etmiş olur
(35/Fâtır, 18). Kim ihsân eder, güzellik ve iyilik sergilerse, ancak kendi
nefsi için yapmış olur (17/İsrâ, 7). Ebedî hesap gününde “artık onlardan kimi
şakıy, kimi de saîd” olarak hesaplarını kendileri verecektir (11/Hûd, 105).
Müslümanı günah işlemez bir melek, ya da koyun telâkkî etmek sünnet anlayışına
uymaz.
Emmâreleşerek, yani Allah’ın emirleri dairesine
girmeye çalışmayarak kendi kendisini diktatörleştiren; mutlak âmir
olabileceğini zanneden her insan, hudutlara dikkat eden değil; sınırları
tesbit etme hakkının kendisinde olduğunu vehmeden ahmaktır. İşte bu tipler, her
istediğini illâ da yapmaya kalkar ki, bunlara nefs-i emmâre diyebiliriz.
Hudûdunu tanımadan “kötülükleri emreden” her nefis ölmeden evvel, “kendini
alabildiğine kınayan (levvâme/levm eden) nefs” (75/Kıyâme, 2) haline
inkılâp ederek tevbe ibâdetini yapmaya başlarsa kurtuluşa yönelmiş olur.
Yüce Allah, böylesi bir nefsin önemini anlatmak için “Kasem ederim o pişman
cana (nefs-i levvâmeye)” (75/Kıyâme, 2) buyurarak yeminle bir iman esasını
açıklıyor. Söz konusu emmâreleşen nefis, bir kimsenin kendi öz nefsi de olsa,
babası, atası, evlâdı veya kavmi de bulunsa, İlâhî hudutları aşar halde ise
elbette ki cezâlandırılmalıdır. Çünkü suçludur o haliyle.
Eğer bir
nefis, ister
kendisinde, isterse başkalarında bulunsun; vahyî tebliğlerle açıklanmış olan
günahları âdilâne ölçülerle karşılayarak kınayabilecek bir kişiliğe
yükselebilmişse, yine de takvâya tâlip olarak azizleşebilir. Hem nefsini hem de
ailesini, “acı azaptan koruyun!” (66/Tahrîm, 6) emrine uyarak kim “nefsini
hevâdan alıkoyduysa” muhakkak onun yeri cennettir (79/Nâziât, 40-41). Çünkü
onun yaratıcısı, nefislerin zaaflarını bildiğinden tevbelerini kabul buyurarak
“bağışladı” (2/Bakara, 187).
Kısacası, insan nefs olarak kerîm ve şerefli
yaratılmıştır. Ve bu lutfedilmiş nefis, Kur’ân-ı Kerim’de bizzat insanın
kendisi olarak zikredilir (82/İnfitâr, 5). Ayrıca, kibrin düşürdüğü zulümle
kendisini ezenlerin dışında, doğruları kabullenen nefis, iyiye, güzele; takvâya
kabiliyetini mahfuz tutmuş bulunur ki, müjdelenmiş olur (91/Şems, 7-9).
Özellikle bu yetenek ve müjdelere şükrederek yaşıyorsa bir nefis, artık Allah’ın
kendisinden râzı olduğu mutmain bir nefistir (bk. 89/Fecr, 27).
Ruh, can,
nefis, yani insan, eğer Allah’ın zikrinden gafletle, kendi kendisinin emrine
giren bir gâfil gibi; “Hem ogan (tanrıyız), hem kullarız” mısrâlarıyla,
böbürlenen Ziya Gökalp gibi bir nefs-i emmâre olmuşsa, yani mutlak “emretmek ve
hükmetmek Allah’a mahsus” olduğu halde gafletle kibirlenerek, kendi adına
fermanlar çıkaran, savaşlar açan modern putperest bir nefis olmuşsa, tabiatıyla
kötülüğü emreden olur.
Ancak, bu kınanacak hal, nefsin kötülüğü emretmek
için yaratılmış olduğundan değil; İlâhî hudûda dikkate lüzum görmeyen insanın
kendinden çıkar olduğundandır. Bir kimse bu halden pişman olarak “nefs-i
levvâme” haline gelemiyorsa, bu onun gafletinin, ya da küfrünün eseri olabilir.
Böyle olunca da “mutmain nefis” olmaya çalışmayan hiçbir kimse elbette temize
çıkarılamaz.
Aslında
nefis, mükerremdir. Ve İslâm fıtratıyla doğan her nefis, dünyaya şeref
vermiştir. İnsan malıyla olduğu gibi, nefsiyle de imtihan olunmaktadır.
“Sabredenlere müjdeler!” (2/Bakara, 155)
Bütün bu
özellikleri düşünebilirse, Rasûlullah’ın, “Sakın nefsinizi kötülemeyin”,
“Sizden biriniz, sakın ‘nefsim habis (pis) oldu’ demesin!” (S. Müslim ve
Tercümesi, Mehmed Sofuoğlu, c. 7, s. 118) şeklindeki uyarısını daha iyi anlamış
oluruz. Hele İslâm’da edâ edilmesi emredilen en büyük ibâdetin dahi insanın “… ancak
nefsi için…” (29/Ankebût, 6) yapar olduğunu Kitab-ı Kerim’de görünce, herhangi
bir delil göstermeden, mü’minin öz nefsini düşman olarak ilân etmesinin izahını
bulamıyoruz.
İnsanın
kendi nefsine haksızlık etmiş olmasının ne olduğunu, daha çok ahmak
münkirlerin hakkında “Onlar nefislerine zulmedenlerdir” (11/Hûd, 21)
mealindeki âyetten anlayabiliriz. İbâdet maksadıyla da olsa, nefse eziyet
vermenin tasvip edilmediğini, Rasûlullah’ın bu husustaki ikazlarını da görünce,
İslâmiyet’in fıtrata uygun yegâne ve tek din olduğunu bir daha idrâk ederek
şükrediyoruz. Budistlerin ve benzerlerinin, nefse eziyet çektirerek, onu
güya ıstıraplarla terbiye etme metodundan ilham alınan davranışlarla, nefsi,
İslâm’ın sunmuş olduğu kolaylıklardan, helâl nimetlerden; hakkı bulunan
meşrû hazlardan mahrum bırakmanın sünnete uymadığını görüyoruz. Allah Teâlâ,
gerek lezzetleri, gerek iştihaları “zarûret miktarından daha azaltan kişileri
de kınadı. ” Ebû’d-Derdâ (r. a. ) şöyle söylüyordu: Allah Teâlâ, bütün
lezzetleri ve her türlü iştihaları, “aslında tamamıyla mahlûkatın yararlanması
için yaratmıştır; Gadabı/kızmayı kendilerine zarar veren şeyi onunla
defetsinler için yarattığı gibi. Doğudaki ruhu öne çıkaran Budizm ve benzeri
dinler, nirvana kelimesiyle ifâde edilen kurtuluşa ermek için nefse eziyet
vermeyi ibâdet sayan mistisizmin etkisindeki bazı kimseler, Buda’nın altı yıl
oruç tutarak kendisine eziyet edip duruşunu taklit eder olmuşlardır.
Kişinin
kendi nefsini kötülüklerden bizzat korumasının “vâcip” olduğunu anlayan ve
“müslümanım” diyen bir kimsenin kendisini, “köpek nefsim”, “alçak nefsim”,
“kâfir nefsim” gibi gereksiz hakaretlerle kötülemesi ve bizzat kendi nefsini
“en büyük düşman” zannetmesi yakışık almaz; aynı zamanda, “mü’minim”
deyişiyle açık bir çelişki teşkil eder ki, günahtır. Bir kimse, kendisinin hem
mü’min ve insan olduğunu iddiâ edecek, hem de aynı zamanda kendisinde bir de
ayrıca, kâfir bir nefsin, köpek bir nefsin bulunacağına inanmış olması, olacak
şey midir? Ölçüsüzlüğün ortaya koyduğu bu nevî tezatlara ne denir ki? Cenâb-ı
Hak “insanın (bizzat) kendi nefsine karşı bir şâhit (75/Kıyâmet, 14) olduğunu
haber veriyor. Bizlere, İbn Kuteybe’nin “Bir şeyi kendi nefsine isnâd eden
kimse, onunla anılmalıdır” vecîzesiyle hareket etmek hoş gelmiyor.
Yücelerden yüce Allah, hepimizi, insanlardan işittiği her sözü kritiksiz olarak
hemen kabullenen mukallitler olmaktan korusun. (4)
Müslümanca
düşünmek ve müslümanca yaşamak için, Kur’ânî terimlerin aslından, özünden
uzaklaştırılmasını önleme gayreti gerekmektedir. Tasavvufçular, nefis kavramını
çok açık bir şekilde tahrif etmişlerdir. Tasavvufçular, nefis kavramını
sürekli olumsuz çağrışımlarla izah etmişlerdir. Oysa Kur’an’da bu kavram, tek
boyutlu olarak ne tam olarak olumluya, ne de tam olarak olumsuza işaret etmek
için kullanılmıştır. Nefsin olumlu yönleri de vardır, olumsuz yönleri de
vardır; Tıpkı insan gibi. İyi insanlar da vardır, kötü insanlar da vardır.
Nefsin iyi hasletleri de vardır, kötü hasletleri de. Kur’ân-ı Kerim’de insan,
bir yanda olumlu, diğer yanda olumsuz özelliklerle değerlendirilir.
“Nefis”
terimi, başka bir anlama geldiğine ilişkin kesin bir delil olmadığı sürece,
insanın bizzat kendisini ifâde eder. Nefis kelimesi, insan için
kullanıldığında insanın nefsi, onun benliği, özüdür. Yaşayan canlı varlık,
hayat özü, şahsî kimlik, insanlık, insan niteliklerinin toplamı gibi
tanımlamalar da nefsi anlatmaktadır. Kur’an’da nefis, insan için
kullanıldığında; “benlik, kişilik, fıtrat, şâkile” anlamlarında
değerlendirilimiştir; hem iyiliğin hem de kötülüğün taşıyıcısı olabilen bir
vasfa sahiptir. Kur’an’da nefis, genellikle zât, şahıs, kişi anlamında
kullanılmıştır (18/Kehf, 74; 2/Bakara, 72, 286; 20/Tâhâ, 40; 28/Kasas, 19, 33).
Kur’an’daki ilgili âyetlerden anlıyoruz ki, nefs, insanın kendisi, insanı insan
yapan özdür, takvâ ve fücur ilham edilen öz, benlik.
Kur’ân-ı
Kerim’e göre nefsin tüm arzuları kötü değildir. Nefs, insan yapısındaki tabiî
eğilimlerin toplamıdır. Nefsin hevâ ile ilgili istekleri önlenmelidir. Ölçüsüz
isteklerde gündeme gelen hevâ, nefsin olumsuz yönüdür.
Tasavvufta
Nefis: Kuşeyrî’ye
göre nefis, kulun sıfatlarının, huylarının, davranışlarının kötülerine verilen
isimdir (Kuşeyri, Risâle, I/305). Nefis, tasavvufta bütünüyle yok edilmesi
gereken bir şeydir. Nefis, tümüyle olumsuzdur ve öldürülmelidir. Tasavvufta
nefsin ölümlü ve iğretiden ölümsüze doğru yükselişi şeklinde yorumlanan yedi
aşama vardır. Nefsin merteberini mutasavvıflar şöyle sıralarlar:
1- Emmâre: Yabancılarla dolu karanlıklar
mekânı,
2- Levvâme: Nurlar makamı,
3- Mülhime: Sırlara mazhariyet makamı,
4- Mutmainne: Kemal, olgunluk makamı,
5- Râdıye: Visal, Mevlâ’ya ulaşma makamı,
6- Mardıyye: Mevlâ’nın fiillerinin tecellî makamı,
7- Kâmile: Mevlâ’nın makam, isim ve sıfatlarının tecellî makamı
2- Levvâme: Nurlar makamı,
3- Mülhime: Sırlara mazhariyet makamı,
4- Mutmainne: Kemal, olgunluk makamı,
5- Râdıye: Visal, Mevlâ’ya ulaşma makamı,
6- Mardıyye: Mevlâ’nın fiillerinin tecellî makamı,
7- Kâmile: Mevlâ’nın makam, isim ve sıfatlarının tecellî makamı
(Erzurumlu
İbrahim Hakkı, Marifetnâme, Âlem Tic. Y. İst. 1996, s. 556).
Nefis
Tezkiyesi: Tezkiye;
temizlemek, arındırmak demektir. Nefsimizdeki kötü yönelimleri temizlemenin
yollarını Rabbimiz bize öğretmiştir. Müridi şeyhe kul yapan, insanın
hürriyetini mürşid lehine yok eden, miskinleştiren, irâdeyi yok eden, şeyhi
yükseltip mâsumlaştıran tasavvuf anlayışıyla nefsin kötü eğiliminden kurtulmak
mümkün değildir. Nefis tezkiyesi, ney ve kaval üfleyerek, şiş batırarak,
sihirbaz ve canbazların yaptığı gibi ateş avuçlayıp kızgın demirler tutarak,
râbıta yaparak ve silsile ezberleyerek, ibâdet yerine danslar yaparak, posta
oturup el öptürerek olmaz. Nefis tezkiyesi, Allah’a gereğince kulluk
yaparak olur.
Nefislerini
tezkiye ettiklerini iddiâ eden bazı mutasavvıflar, ulûhiyete, rubûbiyete
kalkışmakta, bazıları Allah’ın zâtını müşâhede ettiğini, kimisi öldükten sonra
da dirilere tasarrufta bulunacağını iddia etmekte, kimi levh-i mahfûza
hükmettiğini, oradaki yazıları değiştirdiğini, melekût âlemine çıktığını
söyleyebilmektedir. Oysa,
nefsini tezkiye eden kula kulluk yapmaktan, hevâsına kulluk yapmaktan
kurtulandır. Yoksa, kendine kulluk yapmaya çağıran biri, nefsini tezkiye etmiş
değil; şirkini arttırmış olur. Tezekkî, şahsiyetin kötülüklerden temizlenmesi,
arındırılmasıdır. “(Nefsini/kendini) arındıran kurtuluşa ermiştir. ” (87/A’lâ,
14).
Nefis,
insanın kendisidir. İnsan ise, iki yönlü bir varlıktır. İyiye de eğilimlidir,
kötüye de. Kur’an’da
nefis, felsefecilerin dediği gibi ruh demek değildir. Tasavvufçuların iddiâ
ettikleri gibi de nefis, bütünüyle mücâdele edilmesi gereken bir şey değildir.
Nefsin fücur boyutuna karşı fıtrî ve vahyî âyetlerle mücâdele etmeli,
benliğimizi arındırarak takvâ eylemlerinin ortaya çıkmasını sağlamalıyız. (5)
NEFS
KAVRAMINININ YOZLAŞTIRILMASI VE “NEFSİN MERHALELERİ” TÂBİRİ
“Kur’ân’ı
Kerim’de nefsin çeşitli merhalelerinden bahsedilir mi, yoksa bunu tasavvuf mu
böyle anlamıştır?” Merhale, hedefe ulaşmak için geçilmesi gereken konak
yerine denir. Kur’ân-ı Kerim nefsin merhalelerinden bahsetmez. Ama,
tasavvufta nefsin yedi merhalesinden bahsedilir. Bunlar nefs-i emmâre, nefs-i
levvâme, nefs-i mülheme, nefs-i mutmainne, nefs-i râdıye, nefs-i mardıye ve
nefs-i kâmile’dir. Nefs-i kâmile dışındakilere Kur’an’dan delil getirilmeye
çalışılır.
Nefsin
mânevî yükselişini Allah’tan başka kim takip edebilir. Bu konuda kendini karar
verme mevkiinde gören bir şeyh, bir münâfığı pek yüksek bir mertebede göremez
mi? Nitekim Kur’ân-ı Kerim bize Hz. Peygamberin münâfıkları tanıyamadığını
bildirmektedir (9/Tevbe,
101; 63/Münâfikûn, 4).
Şimdi nefsin
merhaleleri ile ilgili ifadelere bakalım: Nefs-i emmâre: Münker ve günah olan
şeyleri işlemeyi teşvik ve emreden nefistir. Tasavvufa göre emmâre nefis, ilk
merhaledir. İnsan bir mürşide bağlanarak bu aşamayı geçer, nefs-i emmâreden
kurtulur. Hâlbuki nefs-i emmâre her insanda olur. Âyete göre Hz. Yusuf gibi
büyük bir peygamberin nefsi de nefs-i emmâredir. Zaten insanın canı günahı
çekmese ondan kaçınmanın ne anlamı olur?
Âyetin metni
de önemlidir. “Nefis kötülüğü emreder durur” diye tercüme
edilen, “İnne’n-nefse le emmâretun bi’s-sû’ ” isim cümlesidir. Arapça’da
isim cümlesi sübût ve devam ifâde eder. Yani isim cümlesi ile ifade
edilen hüküm bir zamanla sınırlı olmaz. Yani âyet, nefsin, kötülüğü
emredip durma özelliğinin kalıcı ve sürekli olduğunu ifade eder.
Tasavvuf,
ikinci merhaleye nefs-i levvâmeyi, üçüncü aşamaya nefs-i mülhemeyi koymuştur.
Tasavvuf anlayışına göre; “Nefs-i mülheme: İlhâm ve keşfe mazhar olmaya
başlayan; neyin hayır, neyin şer olduğunu idrâk edebilme melekesine sahip,
şehvet isteklerine karşı kısmen direnme gücü bulunan nefstir. ” Adını “And
olsun nefse isyânını ve itâatını ilhâm edene. ” (91/Şems, 8 )âyetinden alır.
Nefsin, bir
noktadan sonra ilham ve keşfe mazhar olacağına inanmak insanı şeytanın oyuncağı
yapar. Şeytanın
vesvese ve saptırmaları ilham ve keşif sanılmaya başlar. Büyüklerin ağzından
çıkan her söz, Allah’ın ona ilhamı sayılır ve tartışmasız kabul edilir.
Nitekim bu inanç, Allah ve Resulüne iftiralarla dolu nice kitapların
kutsallaştırılmasına yol açmıştır.
İçe doğan
şey, şeytan vesvesesi de olabilir. Çünkü o, “insana vesvese veren, onların
içini karıştıran” (114/Nâs,
5) varlıktır. Bazıları şeytan vesvesesini keşif ve ilham zanneder de sapıtır.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah bazısını yola getirdi, bazısı da sapıklığı
hak etti. Çünkü onlar Allah’tan önce o şeytanları evliyâ edindiler.
Üstelik kendilerini doğru yolu tutmuş sanırlar. ” (7/A’râf, 30)
Aslında, nefs-i
mülheme, tasavvufçuların iddia ettiği gibi olgunlaşıp ilham ve keşfe, kerâmete
mazhar olan nefsin bir aşaması değildir. Mü’min-kâfir, herkesin nefsi, nefs-i
mülhemedir. Allah ona, isyankârlığını ve takvâsını ilham ettiği gibi başka
şeyleri de ilham eder.
Dördüncü
merhaleye nefs-i mutmainne, beşincisine nefs-i râdıye, altıncısına da nefs-i
mardıye adı verilmiştir. “Ey itmi’nâna ermiş itâatkâr nefs! Dön Rabbine, sen
O’ndan râzı olarak. ” (89/Fecr, 27-28) âyeti bu makama işaret kabul edilir.
Hâlbuki Fecr sûresinin bu son âyetleri, Kıyâmet günü Allah Teâlâ’nın
müslüman kuluna yapacağı hitâbı bildirir. Bunların öncesine bakan hiç kimse bu
konuda şüphe edemez. (Bk. 89/Fecr, 21-30). Yedinci ve son merhaleye nefs-i
kâmile konmuştur. Tasavvufçular bunu şöyle ifâde eder: Nefs-i kâmile: Bu
makamda sâlik, bütün marifet makamlarını kazanarak irşâd mevkiine yükselir.
Bu makam vehbîdir. ” Bu iddiaları iliştirecek bir âyet veya hadis bulunamaz.
Allah’ın ve Rasulü’nün bildirmediği bu makamları kim nereden bilebilir?
Yukarıda
belirtilen nefsin makamları ile ilgili tasavvufî açıklamalarda her bir
makamla ilgili akaid açısından çok tehlikeli ifâdeler vardır… (6)
Tasavvufa
göre, nefs-i mülheme mertebesine gelen kişinin içine ilham gelmeye ve perdeler
açılmaya, gizli şeyler görünmeye başlıyor. Nefs-i mutmainne mertebesine gelince
beşer olma, yani insan olma özelliği bitiyor, “Nûr-i Muhammedî” ortaya çıkıyor.
Yani kişi insan-ı kâmil haline geliyor ve Allah tarafından muhatap alınma yani
Allah ile karşılıklı konuşma safhası başlıyor. Nefs-i râdıye mertebesinde ise
kişi, esrâr-ı ilâhiyyeyi yani Allah’ın sırlarını öğreniyor. Nefs-i mardıye
mertebesinde o, Allah’tan, Allah kuldan râzı oluyor, karşılıklı olarak
birbirlerini memnun ediyorlar. Şimdi bunlar, nefsin ilahlaşma süreci değildir
de ya nedir? (7)
91/Şems,
7-10 âyetlerinden anlaşıldığı gibi, herkesin nefsinde mutlaka kötülük vardır.
Bir insanın, nefsindeki kötülükten temizlenmesinin tek yolu ise, bu kötülüğün
varlığını kabul etmesi ve Allah’ın gösterdiği biçimde ondan sakınmasıdır.
12/Yusuf,
53’de belirtilen Hz. Yusuf (a. s. )’un sözleri, mü’minlerin nasıl düşünmeleri
gerektiğini göstermektedir. Mü’min, her ortamda nefsinin kendisini yanlış yola
yöneltmek isteyeceğinin bilincinde ve uyanık olmalıdır.
İZZET-İ
NEFS:
Evet, bazılarınca
hep “zillet”le ilgili vasıflar yüklenip zelil kılınan “nefs”in izzeti vardır,
olmalıdır. Nefsin onurunu korumaya izzet-i nefs denilir. İzzet-i Nefs;
İnsanın insanlık, şeref ve haysiyetini koruması demektir. İzzet kelimesi
kuvvet, üstünlük, şeref ve gâlibiyet anlamlarını dile getirdiği gibi, insanı
zillete düşmekten alıkoyan iyi nitelikler anlamına da gelir. İzzet’in zıddı
zillettir. İnsan, nefsinin izzetini korumakla yükümlüdür. Bu ise ancak
Allah’a iman etmek, hayatını O’nun emir ve yasaklarına göre düzenlemekle mümkün
olabilir. Küfür, şirk, nifak, isyan ise insanı zillete düşürür. Mü’min, imanı
ile izzet kazanır. Ne var ki kendisini(nefsini) küçültücü, izzetini
zedeleyici her türlü davranıştan kaçınmalıdır. “Nefsini temizleyip yücelten
kazanmıştır, onu alçaltan da ziyana uğramıştır. ” (91/Şems, 9-10)
Önemine
binâen tekrar edelim: “Nefs”i, temel olarak olumsuz şekilde tanımlayan, hep
mücâdele edilmesi, hatta öldürülmesi gereken bir özellik olarak düşünen bir
yaklaşım, Kur’an’a uygun değildir. Kur’an, çünkü, nefis kelimesini Allah’a
da nisbet etmektedir. Kur’an’da hem de altı âyette Allah’ın nefsinden
bahsedilmektedir. Allah’a ıtlak olunan şeyin kötü olduğunu iddia etmek
nasıl mümkün olabilir? Allah’ın sıfatlarından biri de ‘Kıyam bi-Nefsihi’dir,
yani O nefsiyle kaimdir, kendi kendine vardır, hiç kimseye muhtaç değildir.
İFRAT VE
TEFRİT;
Kur’an
referanslı düşünüp yaşamayanların en temel problemi… Kimi boşvermişlik, kimi de
takvâ adına aşırılıklar sırât-ı müstakîmin önünde engel olmaktadır. Nefis
konusunda da, nefsin oyununa gelip aşırılıklardan birini seçme durumunda
kalıyor insanlar. Nefsin emmâre özelliğini, kötü arzularını, yani Kur’an’ın
tâbiriyle hevâyı alabildiğine tatmin etme arzusuyla yanıp tutuşan halk
yığınlarının bu tavrına Kur’an hevâyı putlaştırma diyor (25/Furkan, 43;
45/Câsiye, 23). Buna tepki de, nefsi öldürülesi bir canavar görme şeklinde
tarihten bu yana ortaya çıkmış. Kur’ân-ı Kerim’de Yüce Allah; “…Nefislerinizi
öldürmeyin. ” (4/Nisâ, 29) diye emrettiği halde.
Allah, nefsi
insana zulüm olsun diye yaratmamış. Tam tersine insanın olgunlaşması ve
derecesinin yükselme için bir araç olarak ihsan etmiş. Zâten nefis olmadan,
insanın imtihana tâbi tutulması, yaratıkların en güzeli ve en hayırlısı
olmasına da imkân yoktur. Kur’an, insana kendi kusurlarını ve nefsin
problemlerini sayarak nasıl tedbir alınması gerektiğini belirtir. Nefsin
isteklerine mubah istikametler çizmesi ve arzularına sınır koyması gerektiği
halde, nefisten şikâyet edip onu yok etmeye (ki, bu mümkün de değildir) çalışıp
olmayacak işlerle uğraşır nice insan.
Kur’an’ın
beyanlarına göre “nefsine zulmetmek”, günahkârların ve daha çok da kâfirlerin
özelliğidir.
Peygamberimiz’in ifâde ettiği gibi, cesedinin/nefsinin senin üzerinde hakkı
vardır (Müslim, Sıyâm 193). Hadis-i şeriflerde nefsini müdâfaa için öldürülenin
şehid olduğu vurgulanır (bak. S. Müslim Tercüme ve Şerhi, A. Davudoğlu, Sönmez
Y. c. 2, s. 7). Kur’an’da “…Nefislerinizi ayıplamayın…” (49/Hucurât, 11)
diye emredildiği halde, nefisler suçlanır hep. Halbuki nefis, insanın
kendisidir. Suç ve günah varsa, insan kendisi işlemiştir onu. Ve suçu
yükleyecek bir yer arayacağına kendi hatasını kabul ve itiraf edip hemen
tevbeye sarılmalı, Allah’ın affına mürâcaat etmelidir. Şeytanın bir oyunu
da, kişinin yaptığı suçu kabullenmesini engelleyip bir günah keçisi
aratmasıdır. Bir günah veya bir dinî görevi ihmal varsa, suçlu “ya yahûdidir,
ya düzendir, veya çevre, ya da nefis.” Böyle düşünen kimse tevbe
kapısına yaklaşamayacak ve temiz bir sayfa açıp olgunlaşamayacaktır; kısır
döngü içinde suçu bir yerlere yamayıp rahat edecektir… Ve kolaycılık bu konuda
da kendini gösterecektir: “Nefis merhale merhaledir, sınıf sistemi gibi
basamak basamaktır. En alttaki nefis, emmâre olan nefistir…” Bazı
yaptırımlarla (ki, bunların en kolayı bir şeyhe bağlanıp, her şeyi ona havâle
etmektir) insan, nefsine sınıf atlattıracak, râdıye, mardıye, kâmile gibi
zirvelere tırmandıracaktır.
O durumdaki nefis de kötülüğü artık hiç
emretmeyeceğinden iş otomatiğe bağlanmış, kendiliğinden kurtulma yolu sonuna
kadar açılmış olacaktır. Artık nefis öldürülmüş olmakta, kişi ölmeden
önce ölmüş bulunmaktadır. (!)
Hâlbuki
nefsin ilk ve en alttaki basamağı sayılan emmâre vasfı, Hz. Yusuf tarafından
dillendirilmiştir (12/Yusuf, 53).
Buna göre Yusuf (a.s.), hem de först leydinin isteğine olumsuz cevap verdiği
halde, insan duygularının, yani nefsin kötülüğü şiddetle emrettiğini,
günahlardan hevânın zevk alacağını vurgular. Âyetin başında da nefsin
tümüyle tebrie edilip temize çıkartılmasının yanlış olduğunu vurgulama ihtiyacı
duymuştur. Çünkü nefsin doğasında kötülüğü emretme vardır. Bu,
tevhid şuuru ve Kur’an ahlâkıyla hayat boyu terbiye edilecek, ama buna rağmen,
ölüme kadar insanda bulunan nefis, fırsat buldukça kötülüğü emretmeye
çalışacaktır. Böylece müslüman da son nefesini verinceye kadar olgunlaşmaya
ve derecelerini arttırmaya devam etmiş olacaktır. Demek ki, insan peygamber
bile olsa, hem de ölünceye kadar nefsi, bazen takvâdan râzı olurken, bazen
kötülüğü de isteyip emredecektir.
Nefis
altı-yedi tane değil; bir tanedir. İnsan nefsi, zaman zaman uysallaşır,
kendisine ilham edilen takvâ ağır basar; zaman zaman azgınlaşır, kendine ilham
edilmiş fücur isteği ile dolar. “Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de fücûru
(kötülükleri) ve takvâyı (iyilikleri) ilham edene yemin ederim ki, nefsini
kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan
etmiştir. ” (91/Şems, 7-10). Nefis, devamlı terbiye ve ıslah edilmeye ihtiyaç
hissettirir. İnsan hangi yaşta ve hangi seviyede bulunursa bulunsun, yine
insandır, beşerdir. Hata yapma ihtimali ve meyli hâlâ olacaktır. Hevâsının
bazı kötülük ve günahlardan zevk alması devam edecektir. Kur’an talebesi
müslümana düşen görev, ibâdet ve ihsan çizgisini sürekli yaşayarak, takvâya da
meyilli olan nefsini ölünceye kadar ıslah etmeye ve onun isteklerine karşı
uyanık ve dikkatli olmaya gayret etmektir. Nefsini, hevâsını aklının ve
imanının kontrolünde tutmaktır. Bu dikkat gösterilmezse, hangi yaş ve hangi
seviyede olursa olsun hevâ insanı mahvedebilecek, hatta insanın tanrısı
olabilecektir. Nefsine hâkim olan, kimseye mahkûm olmaz. İnsan gâlibiyeti
içinde kazanır veya mağlûbiyet, onu kendi içinde yakalar.
Tasavvufun
etkisiyle insanlarımıza hâkim olan yanlış nefis anlayışının Kur’an’daki nefis
kavramıyla sağlaması yapılmalı, ifrat ve tefritten kaçınılarak hayat boyu bize
kötülüğü emredecek olan nefsin oyununa gelmeden ona hâkim olmaya gayret
edilmelidir. Hevânın hâkim olduğu kalp, her türlü bireysel ahlâksızlığın,
toplumsal fesâdın, her çeşit pislik, kötülük ve zulmün kaynağı olan şirkin
bulaşıcı mikroplarının toplandığı yerdir. Bunun yanında, nefse karşı da
âdil olmak, nefsimizin de bizim üzerimizde hakkının olduğunu unutmamak
gerekmektedir. Müslümana yakışan, nefis kaynaklı hevâya değil; İlâhî kaynaklı
hüdâya, tâbi olmaktır. Başkalarının hevâsına değil; ilme/vahye sarılmaktır.
Nefsin kötülüğü emreden özelliğine, iman ve takvânın imkânlarıyla cevap
verebilmektir. Esselâmu alâ men ittebea’l-hüdâ. Hevâya değil; Hüdâya tâbi olanlara
selâm olsun!
Konumuzu
birkaç âyet meâliyle noktayalım:
“Ancak nefsini
aşağılık yapan kimse İbrâhîm (’in tevhid) dininden yüz çevirir…” (2/Bakara,
130)
“…Nefislerinizi
öldürmeyin. ” (4/Nisâ, 29)
“Velâ
telmizû enfüseküm / Nefislerinizi ayıplamayın. ” (49/Hucurât, 11)
“Ey huzura
kavuşmuş nefs! Sen O’ndan hoşnut, O da senden râzı olarak Rabbine dön. (Seçkin)
kullarım arasına katıl. Gir Cennetime!” (89/Fecr, 27-30)
“De ki:
Allah’ın, kulları için çıkardığı (yarattığı) ziyneti/süsü ve güzel rızıkları kim
haram kıldı? De ki: Onlar, dünya hayatında (inanmayanlarla birlikte) iman
edenlerindir. Kıyâmet gününde ise yalnız mü’minlerindir. İşte, bilen bir
topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz. ” (7/A’râf, 32) (Ahmed Kalkan)
Dipnotlar:
1- Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y. , s. 492-494
2- Ömer Tellioğlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 5, s. 74
3- Nefs kelimesinin Kur’an’da kullanımlarıyla ilgili geniş bilgi için; Ahmed Ögke’nin, Kur’an’da Nefs Kavramı (İnsan Yayınları) adlı kitabına, özellikle s. 23-37’ye bakılabilir.
4- M. Said Çekmegil, Tetkiklerde Metod ve Tenkid, Sanih Y. Ank, 1979, s. 104-112
5- Fevzi Zülaloğlu, “Nefs” Kavramı Çerçevesinde Kur’an’da Kişiliğin Tekâmül Aşamaları, Hak Söz, sayı 69, Aralık 1996
6- Abdülaziz Bayındır, Duâda Evliyayı Aracı Koyma ve Şirk, Süleymaniye Vakfı Y. , İst. 2001, s. 91-103
7- A. Bayındır, a. g. e. , s. 187-189
http://www.erdemyolu.com/ruh-beden/kuranda-nefis-ve-ruh-kavramlari.html web sayfasından alınmıştır.
Kur'an'da "NEFS" hic bir ayette "RUH" ya da "KALB" yerine kullanilmamistir. "‘Nefs’, ruh ve kalp mânâsında da kullanılmıştır. Ama Kur'an disinda bunlar birbirine karistirilip durlulmaktadir. Kelimelerin anlami onlarin lisan icindeki kullanimlaridir, sonradan onlara katilan yeni kullanimlar eger Kur'an'dan alinma kelimelerse bunlar Kur'an'daki kullanimlariyla celiskiliyse Kur'an'a gore bu gibi kullanimlar anlamsizdirlar. Mesela birileri Kur'an'da "NEFS" ve "RUH" kelimelerini alip bunlari birbirinin yerine kullanmissa bu gibi kullanimlar Kur'an'a gore anlamli degildir. Aslinda bu gibi anlam karmasasi pozitivis anlam kavramina dayali edebiyattan kaynaklanmaktadir. Yukaridaki makale de positivist anlam kavramina gore derlenmistir. Halbuki positivistler bile bu anlam kavramlarini 1970'lerden itibaren terketmek zorunda kalmislardir. Bakin su cumle tamamen pozitivist anlam kavramina dayalidir : "Nefs kelimesi zaman içerisinde birçok anlam kazanmıştır ki, bunların bazıları şunlardır: Can, kalp, benlik, kan, iç, kimse, beden, izzet, görüş, kötü göz, arzu, yücelik, bir şeyin özü gibi." Buna gore "NEFS" kelimesine Kur'an'da olmadik kullanimlar sokusturularak bu kelime yukaridaki bir tertip olmadik kelimelerin kullanimlariyla karmas dolas edilerek anlam kaymasina ugratilmaktadir. Basit bir ornekle Kur'an'da icinde "NEFS" gecen ayetler yerine yerine "KALB" kelimesini koysaniz Kur'an'da gecen yuzlerce ayeti birbirine karistirmis olurdunuz, "NEFS"'i "KALB"'e indirge "KALB"'i neye indirgiyeceksin?! Ali'inin kulahini Veli'ye, Veli'ninkini Ali'ye, ne basarmaya calisiyoruz?!
YanıtlaSilBurada acikca bir uyarida bulunmam gerek : Sun "Anlam/Mana" kavramlari uzerine gununuzun bilgi duzeyine ulasmadan "Allah'in su kelimesinin anlami sudur, budur" diye cumleler kurmaktan kacinin, su anda bilmeden buyuk gunaha girdiginiz gibi, sizin sozlerinize kulak verecek olan gelecek nesilleride gunaha sokmus oluyorsunuz, Muslumanlarin lisanini bozuyorsunuz, ya da bozulmuslugu idame ettiriyorsunuz. Oteyandan "anlam kavrami"'ni anlamaniz kolay is degil, gununuzun Mantik, Felsefe, Matematik bilgilerine tamamen hakim olmaniz gerekir, ya da illa icnde Allah'in kelimesi ve "anlam" gecen bir cumle kuracaksaniz bunu yayinlamadan once "anlam kavrami" konusunda zamaninizin bilgilsine vakif birinin elestirsinden gecirin. Bakin bunu buraya bu konudaki bilgime dayanarak yazmis bulunuyorum, Ahiret'te "Bizi bir uyaran olmadi" diyemiyesiniz diye. Benden gunah gitti, buraya postalamis, postalanacak her yaziya yetisemem, boylece bildigimi de sizden saklamiyorum, benim bildiklerimi siz de o konularda calisma yaparak ogrenebilirsiniz, bunlar bana anadan dogma bilgiler olarak gelmedi. Vesselam.
YanıtlaSilneye dayanarak " “Nefs” ile “ruh”un aslında aynıdır" diyebiliyorsunuz? Kur'an'da "nefs" ve "ruh" diye iki kelime birbirinden tamamen farkli kullanilmaktadir, bunlardan birni digerine indirgemek bunlarin gectigi ayetleri tahrife etmektir. Fakat tabii siz bunu pozitivist anlam kavramina bilmeden angaje oldugunuz icin boyle uyduruyorsunuz. Sizin edebiyata gore "millet" de "din"'le "kavim"'le ayni, "ummet"'de "kavimle" ayni - eh baslamisken yeni bir Kitap getirseniz de onu Allah'in Kitabiyla karsilastirsak?! Bir an once "anlam kavrami" uzerinde derin arastirma yapmanizi, bu konuda gunumuzun bilgi duzeyine ulasmanizi tavsiye ederim, yoksa bilmeden buyuk gunaha giriyorsunuz, bu yetmiyor sizin burada yayinladiklarinizdan etkilenenlerin gunahini da yuklenmis oluyorsunuz - Allah'im sen sahit ol, beni bunlarin isledigi gunaha ortak olmaktan koru.
YanıtlaSilDediniz ki "“nefs”in en çok “ruh” anlamında kullanıldığını görüyoruz (6/En’âm, 93); 39/Zümer, 42; 75/Kıyâmet, 2; 91/Şems, 7-10 vb)." demek ne demek oluyor? Yani bu ayetlerde "nefs" yerine "ruh" kelimesi gecirseniz de ayni mi olacak? Neye gore?! Bir kelimenin anlami onun lisan icindeki kullanimidir, buna gore siz sunu iddia etmis oluyorsunuz : "su ayetlerde (6/En’âm, 93); 39/Zümer, 42; 75/Kıyâmet, 2; 91/Şems, 7-10 vb) “nefs”in en çok “ruh” gibi kullanildığını görüyoruz." O zaman bakalim gorelim bu ayetlerdeki "nefs" Kur'anda "ruh" kelimesinin kullanildigi hangi ayetlere benziyor?!
YanıtlaSilBuyurun gosterin saydiginiz ayetlerdeki "nefs" kelimesinin kullanimi "ruh" kelimesinin kullaniladigi su ayetlerden hangisine benziyor, hangisine benzemiyor :
https://www.facebook.com/notes/chevalier-des-mots/how-ruh-is-used-in-the-quran/152198841551799
Dusunun : iki insani mukayese ediyorsunuz, birinin kasi otekinin kasina benziyor diye "aa tamam bunlar ayni" mi diyebilecektiniz?
"ruh"'la "nefs"'i birbirine benzetmek icin Allah'in "nefs" kelimesini kullandigi ayetlerde "nefs" yerine "ruh" kelimesini gecirmek, Kur'an'i tahrif etmek. kavram kargasasi yaratmak degildir de nedir?