27 Ağustos 2012 / AYŞE ADLI - MURAT TOKAY
Sokaktan
çevireceğiniz mütedeyyin görünümlü kaç kişi olumlu cevap verir ‘İslamcı
mısın?’ sorusuna? Bize sıfat olarak ‘Müslüman’ yeter aslına bakarsanız.
Ama gelin görün ki meselenin tarihî seyri, teorik kurgusu hiç olmazsa
entelektüel planda zorlaştırıyor bunu.
Ana gündemimizi günlük telaşlar teşkil ediyor. Her şey, her zaman olduğu gibi akıp gidiyor. Ya da öyleydi demek gerek belki; zira beklenmedik bir tartışma, kendini ‘öncelikle’ Müslüman addeden mütevazı bireyleri küresel vizyonun sorumlusu hâline getiriverdi.
Biz ki; 150 yıl evvel ‘İslamcı’ diye tanımlanmıştık. Bir ölçüde ‘bu dünyanın’ müsebbibiydik. Fatura ismimize kesilmişti.
Ali Bulaç’ın gazete köşesinde başlattığı İslamcılık tartışmasına bundan evvelki denemelerin aksine pek çok isim katıldı. Çok seslilik bir muhasebenin göstergesi kabul edilebilir elbette. Ancak bir yanıyla da kafa karışıklığını artırmaya hizmet ediyor.
İlk mükellefiyetimiz cebri tarafı ilan edildiğimiz (bkz. Ali Bulaç; her Müslüman bizzarure İslamcıdır!) tartışmayı anlamak olsa gerek. Önümüzde açık duran dosyada müşterek sorularımız var: İslamcılık nedir? İslamcı kime denir? Bu düşünce hangi ihtiyaca cevap verir? Tartışmalar hangi derdimize derman olur?..
Bir modern zaman meselesi duruyor karşımızda. Din, dünya ve ahiretle ilişkimizi topyekûn etkileyen, sonuçları itibarıyla Müslüman’la İslam arasına derin mesafe koyan bir mesele… Her birimizin tartışmanın kaçınılmaz tarafı olmamızın sebebi de, İslamcılığın bu kuşatıcı ve yeniden inşa edici yönü…
Tek bir tanımı yok İslamcılığın. İçerik hakkında konuşmaya geçmeden kimin kavramdan ne anladığını netleştirmek gerekiyor. Kendi değerlendirmemizi yapmaksa ancak tarihî süreci doğru değerlendirmekle mümkün. İki asır önceye kadar potansiyelde evrensellik iddiası taşısa da her hayat tasavvuru, belli alanlarda varlık gösteriyor.
İslam’ın, Hıristiyanlığın nüfuz alanları belli. Rönesans ve Reform sonrası hız kazanan teknik ilerlemeler, dünyanın merkezini Batı’ya kaydırıyor. Osmanlı’nın şahsında İslam dünyası, Batı’yla girdiği mücadelelerden mağlup çıkmaya başlıyor. Devlet de halk da hazır değil böyle bir yenilgiye.
Müslümanlar, İslam nizamı ile yönetilen devletlerini kaybetme riski ile karşı karşıya kalıyor aniden. İmparatorluğun aldığı her darbe dine vurulmuş kabul ediliyor. Sarsıntının şiddeti artarken birileri yenilginin faturasını İslam’a çıkarıyor.
‘Din terakkiye mâni’ onlara göre. Gelişebilmek için bu esaretten kurtulmak gerekiyor. Dininden, bir anlamda kendinden şüpheye düşen o devrin bir kısım münevveri; modernleşme hamlelerinin bir an önce başlatılması ve hızla tatbik edilmesi fikrini savunuyor.
Prof. Dr. İsmail Kara, “Bir idrak tarzı, zihniyet dünyası o gün için hedeflenen terakki yahut galibiyeti getirmiyorsa daha önce yerine getirdiği fonksiyonlara bakılmaksızın bu bilgiden ve arkasındaki zihniyet dünyasından şüpheye düşülmesi kaçınılmaz olacaktır.” diyor.
Batı’da çok önce başlayan, Osmanlı’nın 19’uncu yüzyılda katıldığı modernleşme, büyük bir iddia koyuyor ortaya. Değerlerin temeli; geleneksel zamanlarda iddia edildiği gibi vahiy değil, akıl. İnsan aklı her şeyin üzerinde yer almalı, dünya ve ahiret algısı/hayatı bu bakış açısıyla yeniden inşa edilmeli. Aynı açıklıkla izah edilmese de yeni dünya tasavvurunda ‘madde’ ‘mana’ya yer bırakmıyor.
Osmanlı hızla çözülürken devleti kurtarmak için Batı gibi güçlü olmak zarureti doğuyor. ‘Düşmanın silahıyla silahlanılacak’, yani modernliğin icapları yerine getirilecek. Saray eliyle uygulamaya konan yenilikler, bu temel üzerine inşa ediliyor.
Devlet idaresi, bir taraftan modernleşme hareketlerini yürütürken öte taraftan şaşırtıcı biçimde İslamî unsurları kuvvetlendiriyor. Batılılaşma hamlelerinin iki önemli ismi; İkinci Mahmud ve Sultan Abdulhamid devri, bu paradoks içinde geçiyor. Islahat hareketlerinin ortaya çıkaracağı problemler, dine daha fazla vurgu yapılarak aşılmaya çalışılıyor.
Başta şeyhülislam, resmî ulema, Batılılaşma serüveni boyunca fetvalarıyla Saray’ın yanında yer alıyor. Namık Kemal, Ziya Paşa, Ahmed Cevdet Paşa, Ali Suavi, Cemalettin Afgani ve Muhammed Abduh’un aralarında bulunduğu enletektüel bir zümre ise ‘Kâfire benzemek küfrü gerektirir’ düsturunca bu istikameti sert ve açık bir dille eleştiriyor.
Faturanın İslam’a çıkarılmasını reddeden, sonradan ‘İslamcılar’ diye tanımlanacak bu isimler, ‘Batı karşısındaki yenilgimize din değil onun bugüne kadarki yorum ve yaşanış biçimi sebep olmuştur.’ diyor. Bu hâlden kurtulmak için tecdit ve ihya gerekiyor. Bu karar, o güne dek kazanılmış tüm ilmî birikimin, tasavvuf ekolleri aracılığıyla yerleşen irfanın ve geleneğin reddi anlamına geliyor.
Toplumun kendini var eden kökleriyle bağı radikal biçimde kesiliyor. Artık aradaki yorumlar yok sayılacak, her mesele için doğrudan Kur’an ve sünnete dönülecek. Ve yeni devrin Müslümanları; pragmatik bir yöntem uygulayarak kaynaklardan ‘işlerine yarayacak’ yorumları kendileri çıkaracak. Dünya çok parçalı bir konumdan tek merkeze kayıyor. Problemlerin derinliği de aynı şiddette, kaçınılmaz olarak.
Teknolojiden mahrum kalmanın bedeli açıkken topyekûn bir red söz konusu olmuyor elbette. İlk İslamcı münevverler, sonradan Mehmet Akif ve çağdaşlarının da sahipleneceği bir çözüm buluyor. ‘Dini ve devleti kurtarmak için Batı’nın ilmi, fenni alınmalı; ahlakından uzak durulmalı!’ Yani bir yönüyle modernleşmeye ve getireceği aşınmaya karşı çıkılırken öte yandan gönüllü bir modernleşme evresine giriliyor.
Bu yüzden hiç olmazsa ortaya çıkışı itibarıyla muhalif karakteriyle anılan İslamcılığın ‘hem uyum hem de muhalefet hareketi’ olduğuna dikkat çekiyor İsmail Kara. Dini ve devleti birlikte kurtarma kaygısı taşıyan bu adamlar; bir yandan modernizmin tahripkâr etkileriyle mücadeleye niyetlenirken öte taraftan toplumun modernliğe uyumunu kolaylaştırıyor ve gerekçelendiriyorlar.
Modern dönem, aynı zamanda ideolojiler çağı olarak da adlandırılıyor. Sosyalizm, kapitalizm, komünizm, liberalizm hep bu dönemde teorize edilip uygulamaya konuyor. Bir modern zaman üslubu olan İslamcılık da kendine çok daha geniş bir ufuk çizmesine rağmen dinin ideolojileştirilmiş hâli kabul ediliyor. Kavram daha ilk ortaya atıldığı dönemde yükleniyor meşruiyet sorununu.
Sosyolog Müfit Yüksel, bir zaruretten doğduğunu reddetmese de İslamcıların, ideolojileştirerek, İslam’ı dünya nizamı parantezine hapsettiklerini düşünenlerden: “Neden yenildik, sorusuna cevap aranıyor. Bir kompleks, yenilgi psikolojisi içindeler.” Bu psikoloji belirliyor tavırlarını. ‘Nasıl güçlü olabiliriz?’ sorusuna, ‘Batı gibi, dünyevileşerek!’ cevabı veriliyor Yüksel’e göre.
Dünyaya yeni bir nizam teklif edecek vakit yok. Prof. Dr. Ali Yaşar Sarıbay aynı gerekçeyle, İslamcıların medeniyet iddiası taşımadıklarının altını çiziyor.
Büyük bir risk alınıyor ve modernleşmeye kapı aralanıyor böylelikle. İslamcılığı, ‘Müslümanların, üzerlerine gelen modern dünya karşısında nefsi müdafaası’ şeklinde tanımlayan Abdurrahman Arslan’a göre, bir varoluş biçimi temellerinden sarsılırken modernliğin aynı zamanda ‘ahlak’ olduğunu anlayacak zamanları bile olmuyor. İsmail Kara ise riskin görüldüğü kanaatinde. Fakat devletin, paralelinde dinin kurtarılması her şeyin üstünde. Gereken bedellerin ödenmesi pahasına…
Samimiyeti sorgulanamayacak bir gayret, sözü edilen. ‘Kur’an’a ve sünnete uygun yeni bir siyasi hareket ve dünya mümkün!’ iddiası yatıyor söylemin ardında. İlk bakışta siyasi unsurları dikkat çekse de ilk günden itibaren bütünüyle dinî bir tartışma yapılıyor aslında.
60’lar siyasi mücadele yılları
İlk İslamcılar aydın/ulema profili çiziyor. Batı’yı tanıyor, lisan biliyorlar. Aynı zamanda İslamî ilimlere, Arapça ve Farsçaya vâkıflar. Millî Mücadele yıllarına kadar önemli bir vazife ifa eden İslamcılar, Batı’ya doğru atılan adımları eleştiriyor, basın aracılığıyla toplumun tartışmalardan haberdar olmasını sağlıyor.
Ancak önce Çanakkale Savaşı’nda verilen medreseli kaybı, ardından Cumhuriyet tecrübesinin dine ve dinî söyleme hayat hakkı tanımaması, ağır bir darbe vuruyor bu düşünceye. Mehmet Akif, Eşref Edip, Elmalılı Hamdi, Babanzâde ve arkadaşları, neredeyse 40 yıl sonra bozulacak bir sessizliğe mahkûm ediliyor. Konuşuyorlar, yazıyor, tartışıyorlar fakat seslerine aks-i seda bulunmuyor.
Ali Bulaç’ın üç nesle böldüğü İslamcılığın ilk evresi 1920’lerde sona eriyor. İkinci neslin varlık sergileyebilmesi için imparatorluk toprağının kesin sınırlarla bölünmesi, İslam âleminin büyük ölçüde sömürgeleşmesi ve İkinci Dünya Savaşı’nın yaşanması gerekiyor.
Mısır, İran, Pakistan ve Türkiye’deki İslamcıları yeniden harekete geçiren en önemli olay 1947’de Pakistan İslam Cumhuriyeti’nin kurulması. Türkiye’de Demokrat Parti iktidarıyla yakalanan kısmi rahatlık havası ve köyden kente göç de destekliyor süreci. 1920’lerde Mısır’da toplumu ahlaki ve sosyal bakımdan takviye etmek maksadıyla kurulan İhvan-ı Müslimin, Pakistan’ın kurulmasıyla birlikte millî devleti savunmaya başlıyor.
İslamcılık düşüncesinin politika parantezine alındığı yıllar da demek mümkün bu döneme. Büyük kısmı sömürgeleşen, geri kalanı dinî kimliğinden uzaklaşan İslam dünyası, kurtuluşu millî devlet fikrinde buluyor.
Seyyid Kutup, Mevdûdî, Hasan el-Benna okunuyor, talepler siyasi mücadele konusu oluyor. Ali Bulaç, ‘ikinci nesil’ İslamcıların ıslah edilecek bir devletten mahrum olmaları sebebiyle devlet kurma hedefine döndüklerini iddia ediyor.
İslamcılık düşüncesinin yeni temsilcileri, fikrî açıdan önemli bir zaafla malûl. Namık Kemal, Eşref Edip çizgisi düşüncelerine temel teşkil edecek İslamî altyapıya sahipken 1960’lar nesli için bunu söylemek mümkün değil. Mısır’da, Pakistan’da, Türkiye’de mühendisler devralıyor vazifeyi.
Dinî yönü zayıf politik bir söylem benimsiyorlar. Hedefleri devleti kurtarmak! En azından Türkiye İslamcılarının sonrasına yönelik bir teklif ya da programları olduğunu söylemek mümkün görünmüyor. Politik kaygıları ön planda ancak din, gündemlerinde önemli bir yer işgal etmiyor.
Bulaç’a göre birinci nesilden ‘gelenek düşmanlığı’nı miras alan bu isimler; İslamiyet’i, daha çok siyasi vurgusu olan bir din gibi görüyor, hedeflerini siyasi sahada gerçekleştirebileceklerine inanıyor.
80 kuşağı dünyayı okuyamadı
Türkiye’de 1980’lere kadar kendine Millî Görüş partileri altında yer buluyor İslamcılar. Tercüme kitapları saymazsak; ilmî, entelektüel bir gayretten, siyasi mücadele dışında bir çabadan söz etme imkânına sahip değiliz. Köyden kente göçün artmasıyla paralel olarak oy oranı yükseliyor Millî Görüş çizgisinin. En fazla koalisyon ortağı olabildikleri için birikimlerini test etmek söz konusu değil.
Müfit Yüksel, 80’li yıllara doğru ciddi bir literatür daralması yaşandığına işaret ediyor. Devir ve sorunlar değişse de İslamcılar dönüp dönüp Seyyid Kutup, Mevdudi, Hasan el-Benna okuyor. Kendilerini devrimci jargonla ifade ediyorlar.
Entelektüel yetersizlik içindeki ‘ikinci nesle’ bir darbe de 12 Eylül vuruyor. Liderleri hapse atılan, partileri kapatılan İslamcılar, üzerlerindeki Millî Görüş şemsiyesinden de mahrum kalıyor. Oluşan boşlukta radikalizme kayan İslamcıların ellerinde bir tek devlet kurma hayali kalıyor. ‘Değişen dünyayı okuyamadılar’ diyor, Müfit Yüksel.
“Öğrenci evlerinde kurmaya çalıştıkları İslam devleti hayaliyle gerçekler arasında çok mesafe vardı. Gerçeğe çarptılar. Soğuk savaşın bitmesiyle ideolojiler çökmüştü. Yeni dünyayı tanımadıkları için erimeye başladılar. Çizgileri modernleşme yönünde ağırlık kazandı.”
Yazar ve yayıncı Cevat Özkaya, İslamcıların daha 60’larda içerik mücadelesinden iktidar odaklı siyasete kaymalarını ‘büyük bir hata’ olarak değerlendiriyor. İslamcılığın iktidara karşı olduğundan değil.
‘Dinin siyaset dışındaki biçimlerini ihmal ederseniz, bir süre sonra iktidarın sahibi olmaktan ziyade hadimi hâline gelirsiniz.’ düşüncesinden. Nitekim öyle de oluyor Özkaya’ya göre. İslamcılar, siyaseten çözüm bulamadıklarında pragmatist tercihlere kayıyor.
Sadece siyasette değil, genel olarak şehirli Müslüman halkın inanç ve hayat biçimlerinde de hızlı bir değişme, kimilerine göre aşınma baş gösteriyor aynı süreçte. Kısmen de olsa entelektüel birikime sahip İslamcıların savrulması toplumda karşılık buluyor.
90’larda ciddi inanç kırılmaları yaşandığına dikkat çekiyor Müfit Yüksel. İslamcılık düşüncesine en büyük darbeyi, o güne dek kendini İslamcı kabul edenlerin İslam’ı sorgulamaya girişmesi vuruyor. “İslam iflas etmiş bir ideolojidir noktasına kaydılar. İtikadı da sorgulamaya varan, şeriatı tümden reddedenler oldu.
Ve 1991’de Refah Partisi’nin yükseliş grafiğini görüp oraya eklemlenmeye başladılar. Partiyi sekülerizme doğru kaydıran da eski İslamcılar oldu. Millî Görüş tabanı tek başına bu dönüşümü sağlayacak entelektüel donanıma sahip değildi. 80’lerin radikal İslamcıları bu donanımsızlık sayesinde belirleyici oldu. AK Parti içindeki sekülerleşmeye de yine onlar öncülük etti.”
AK Parti İslamcı mı?
Millî Görüş çizgisi konusunda itiraz olmasa da mesele AK Parti’ye geldiğinde tartışmanın çerçevesini genişletmeden önce iktidarın karakteri konusunda bir hüküm koymak gerekiyor. AK Parti’yi İslamcı kabul edip değerlendirme kapsamına alacak mıyız yoksa ‘değildir’ diyenlerin hükmünü benimseyip kapsam dışı mı bırakacağız?
Bu konudaki en net yargıyı İslamcılık tartışmasını başlatan Ali Bulaç koyuyor. Bulaç’a göre, yola çıkarken ‘Millî Görüş gömleğini çıkardığını belirten’ AK Parti, aslında İslamcılıktan vazgeçtiğini ilan ediyordu. Bu yüzden iktidarın yaptıklarını İslamcılık düşüncesiyle ilişkilendirmek doğru değil.
Ali Yaşar Sarıbay, farklı gerekçelerle de olsa Bulaç gibi AK Parti’nin İslamcı olduğu fikrine karşı çıkıyor. “İktidar iddiası taşıdığınızda belli mekanizmaların, süreçlerin gereklerini yerine getirmeye hazırsınız demektir. Günümüz kapitalist parlamenter sisteminde iktidar olmanın şartları bellidir.
Mümkün olduğunca fazla oy almanın yolunu bulacaksınız. Bunun için yine mümkün olduğu kadar geniş bir kesime hitap edeceksiniz. Dolayısıyla keskin formüller önermeyeceksiniz. AK Parti bunların hepsini başardı. İslamcı çizgide gitse iktidar olamazdı. Büyük, kendince doğru, pragmatik bir strateji güderek geldi bu noktaya.”
İktidar Partisi’nin İslamcı çizginin dışında olduğu, herkesin kabul ettiği bir fikir değil elbette. Aksine kimileri, tartışmanın uyandırdığı heyecanı iktidarda İslamcı bir parti bulunmasına bağlıyor. Sarf edilen cümleler, dile getirilen itirazlar AK Parti’ye içeriden muhalefet başladığını gösteriyor onlara göre.
Siyasi partilerin karakterleri hakkında konuşmak tabii ki kişileri değerlendirmek kadar kolay değil. Nitekim AK Parti Milletvekili ve başbakanın danışmanı Yalçın Akdoğan bile net bir cevap vermekten kaçınıyor. İslamcılığın tek bir tanımı yok.
Doğu’da İslamî hassasiyetleri, Batı’da ise terörize olmuş yapıları ifade ediyor ‘İslamcı’ ifadesi. Türkiye’deki hiçbir siyasi partinin silahlı mücadele noktasına kaymadığı notunu düşme ihtiyacı duyuyor Akdoğan. Ancak İslamcı politikalar benimsediklerini söylemek risk içeriyor yine de.
Refah, İslamcılığı yoğun bir parti Yalçın Akdoğan’a göre. İslamî bir hedef koyuyor, bazı politikalarını bu referanslarla şekillendiriyor. Adil düzen anlayışı Kızılelma, ütopya gibi duruyor. Motivasyon sağlıyor. Bu muğlaklık zarar veriyor partiye.
Refah çizgisinin siyaset üslubu ve politikalarıyla AK Parti’nin söylemi karşılaştırıldığında aradaki fark ortaya çıkıyor. Bu sebeple Akdoğan, AK Parti’nin siyasi İslamcı bir kategoride değerlendirilemeyeceğini belirtiyor. Ama, “Muhafazakâr bir parti de dinî referansları önemser.
Bu tercih politika yaparken dini dışarıda bırakmak, dinî değer yargılarıyla politika yapmamak anlamına gelmiyor.” AK Parti, Refah çizgisinin takip ettiği kimlik siyaseti yerine bütün kimliklere alan açan bir yöntem izliyor Akdoğan’ın tarifine göre. Fakat bu yöntem, AK Parti’nin İslam’dan koptuğu, İslamî değerleri önemsemediği anlamına gelmiyor.
Ortada net ve tek başımıza cevaplayamayacağımız bir soru var. AK Parti İslamcı olarak nitelenebilir mi? “İslamcılığın belli idealleri muhafazakârlıkta da mündemiçtir.
Neticede siz dinî değerleri önemsiyorsanız belli hassasiyetlere sahipseniz; amaç ve hedefler noktasında vizyonunuz varsa burada bir örtüşme olabilir.” diyor Yalçın Akdoğan. “İslam dünyasından bakarsanız AK Parti’nin İslamcı olduğu yönünde bir algı olabilir. Bulunduğunuz siyasi iklimle ve anlayışla alakalı. Ben ‘İslamcı değilim’ desem, Mısır’daki Arap anlayamaz.”
Siyasi çerçeve önemli; ancak meselenin sadece bir yönünü ifade ediyor. Hakikatte kavramın içeriği değiştikçe günlük hayattaki tezahürü de ona göre şekilleniyor.
Zaman içinde İslamcıların beklentisi dünyaya döndükçe din, dünyevi konular için fetva alınacak bir mercie indirgeniyor.
Müslümanların ticari hayatını kapitalizm, sosyal hayatını liberalizm, siyasi hayatını demokrasi belirliyor. Ve bu düşünceleri savunmakta hiçbir beis görülmüyor.
İslamcıların dile getirmesi gereken itirazı Ali Yaşar Sarıbay ifade ediyor: “Bir şeye karşı olmak, onu yeniden üretecek mekanizmalardan uzak durmayı gerektirir.
Siz kapitalizmi, ‘Peygamber Efendimiz de ticaretle uğraşırdı’ diyerek savunduğunuzda, ‘İslam zenginliği reddetmez’ dediğinizde; dünyaya hâkim olan bir durum üzerinden İslam’ı meşrulaştırmaya başlarsınız.
Onadığınız veya onamadığınız şeyler açısından, pragmatik bir gözle yaklaşırsanız dinden doğru cevabı alamazsınız.”
İlk devrin zaafları aşılamadı
Pragmatiklik de geleneğin reddi gibi ilk nesil İslamcılardan kalan bir miras. Cevat Özkaya o dönemi kendi şartları içinde değerlendirmek gerektiğini tekrar ediyor.
Sorun, bu söylemin aşılamamış olmasında. Fikir kısırlığının temel sebeplerinin başında entelektüel yetersizlik geliyor. Siyaset bilimi profesörü Ali Yaşar Sarıbay, İslamcılık düşüncesinin neredeyse 100 yıldır Muhammed Abduh, İkbal, Seyyid Kutup söylemine hapsolduğuna işaret ediyor. “Bunlar önemli isimler ama unutmamak gerekir ki herkes kendi zamanı içinden ve kendi zamanına konuşur. Bugün eksik olan bu dünya içinden ve bugüne konuşmak.”
Türkiye gibi kısa zamanda makas değiştirmiş bir ülkede ne sorunlar ne sebepler tek taraflı. İslamcılık düşüncesini ve İslamcıları ortaya çıktığı dönemden itibaren belli bir yöne, çerçeveye hapseden şartları görmek gerekiyor.
Muhataplarımız da katılıyor İslamcıların zamana cevap üretemediği tespitine. Ancak eleştiriyi sadece onlarla sınırlamamak gerekiyor; “Entelektüel kısırlık Türkiye’nin sorunu.” diyor Cevat Özkaya. “Aidiyeti olmayan bir toplum gibi inşa edildi Türkiye. Hep ‘köprü toplumuz’ dendi. Köprü araçsaldır. Bir taraftan bakan doğuyu, ötekiler batıyı gördü. Kendi söylemi, kimliği olmadı.”
Prof. Sarıbay da sorunun Cumhuriyet’le birlikte yaşanan kırılmadan kaynaklandığı görüşünde. Geleneği reddeden sadece İslamcılar değil, Cumhuriyet idaresi de kendini inkâr eden bir toplum hedefliyor ve bunun için gereken yapılıyor.
Asırlardır geleneğini devam ettiren Batı toplumunda düşünceler ve düşünürler birbirini beslerken bizim bu imkândan mahrum oluşumuz pek çok soruna gerekçe teşkil ediyor: “Referans kaynaklarımız yok.
Kant uzmanları var, Gazali söz konusu olduğunda kimse, hiçbir şey bilmiyor. Hegel’i biliyorum ama İbn-i Rüşd’ü tanımıyorum. Almanca, İngilizce konuşuyor, o dillerdeki kaynakları tarayabiliyoruz ama Arapça bilen yok. Bu damar kesildi. Sığlığın en temel sebebi bu.”
Müfit Yüksel bir başka yerden bakıyor aynı meseleye. İslam’ın 20’nci asır boyunca köye, köylüye terk edildiği bir hakikat ve içerik yetersizliğinde bu maluliyetin de önemli payı var.
“Türkiye’de İslamî hareketlerin tamamı köylü hareketleriydi. Bizim şehirlimiz kalmadı. Kentli elit Tanzimat’tan Cumhuriyet’e gelen süreçte büyük ölçüde ateistleşti. Anadolu’nun zavallı köylülerine kaldı dava.”
Tartışmanın sebebi ne?
Peki, biz neden bugün tartışıyoruz İslamcılık meselesini. Evet, Ali Bulaç gazetedeki köşesinde bu konuyu haftalarca gündemde tuttuğu için.
Evet, Mümtaz’er Türköne’den Etyen Mahçupyan’a onlarca isim tartışmaya taraf olduğu için. Fakat bir tek bu sebeple mi? Abdurrahman Arslan’a göre hayır! Yeteri kadar moderniz artık. Ve bazı şeyleri kaybettiğimizin farkındayız. Tekrar, yeniden köklere dönüp bilgilerimizi gözden geçirme ihtiyacı duyuyoruz.
Cevat Özkaya ise dolaylı şekilde de olsa AK Parti iktidarı ile ilişkilendiriyor tartışmaları. “Cumhuriyet’in ilk döneminde İslam’ın etkileyeceği alan bırakmadan kurgulanmış bir hikâyeden iktidar çıkarıyorsunuz.
Teorik planda çok şey söylemişsiniz ama iktidarınız bunları uygulayacağınız bir zeminde gerçekleşmemiş. Bir sistemle birlikte varsınız. İktidarınızın üzerinden 15 yıl geçmiş, yapacağınızı hayal ettiğiniz birçok şeyi gerçekleştirememişsiniz. Demek ki olma ihtimali yok…”
Ali Bulaç’ın tasnifinde üçüncü nesle tekabül eden günümüz İslamcılarının beklentisine tercüman oluyor Özkaya. Bulaç’a göre yeni nesil devlet kurmayı değil, var olan devleti ele geçirmeyi arzuluyor. “Üçüncü nesil İslamcıların dönemi yeni başlıyor.” diyor Bulaç.
“Nasıl gelişeceğini ise bilmiyoruz. Türkiye’de önemli noktalarda kırılmaya uğradı bu nesil. İktidarın yapısını sorgulamadan, onu ele geçirdiklerinde ‘iktidar’ olacaklarını düşündüler. Ama tecrübe böyle olmadığını gösterdi.”
Sorunları ardı ardına sıralıyor Bulaç; sermaye ve statü el değiştiriyor fakat millî gelir adil paylaştırılmıyor. Yoksulluk, eşitsizlik giderek artıyor.
Toplumda şiddet potansiyeli çok yüksek, takip edilen yol haritası aileyi çözüyor… İslamcıların şu anda bu sorunları çözmek için gerekli fikrî altyapıya hazır oldukları ise söylenemez.
Tecdid-i iman şart!
İslamcılık düşüncesi birilerinin iddia ettiği gibi miadını doldurdu mu peki? Müfit Yüksel, kendini ‘hâlâ’ İslamcı kabul edenlerin fikrine tercümanlık ediyor: “İslamcılığı bir dünyevi nizama, ideolojik ütopyaya hapsetmiyorsanız bunu söyleyemezsiniz.”
İslam hak bir din, İslamcılık da dinî hassasiyetlerini muhafaza eden insanların hayat tasavvurlarını ifade eden bir düşünce sistemi olarak tanımlanırsa, bitmesi bir yana dünyanın derdine derman olacak yegâne sistem olarak kalmayı sürdürecek. İslamcıların bu sorumluluğu yerine getirebilmesi şartıyla tabii!
Zaman içinde; toplumlarıyla aralarını açan gelenek düşmanlığından, dünyevileşmeye büyüyerek devredilen önemli zaaflara sahip İslamcılar. Öncelikli mesele bu hakikatin fark edilmesi. Ana meselemiz üçüncü neslin sekülerleşmesi.
Başta iman gerekiyor Müfit Yüksel’e göre. “Tahkiki iman. Bediüzzaman’ın bütün derdi de oydu. Pozitivizm Cumhuriyet devrinde insanların imanına, kalbine kastetti.
Son kaleyi kurtarmamız lazım. Temel onun üstüne yükselir. Bunun üzerine yükselecek bir İslam anlayışına muhtacız.” Yüksel’i dinlerken ‘Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman ediniz.’ ayeti geliyor akla. “Evet!” diyor Yüksel.
“İslamcıların da yeniden iman etmesi gerek. İslam’ı merkeze almak zorundalar. Ciddi bir liberal rölativizm yükseliyor. ‘O da olur, bu da olur, şu da olur’ derseniz, İslam’ın ilkesi kalmaz. ‘İman ettim ve iman doğrudur’ deme imkânı kalmıyor elinizde.”
Oysa bugünün dünyasına bir teklif veya çözüm üretilecekse bunun için elimizdeki yegâne kaynak İslam. Kendini İslamcılık ideolojisi üzerinden tarif etsin, etmesin Müslümanların siyasi hedeflerden önce dünyanın sosyal sorunları üzerine kafa yorması, İslam’ı bu gözle yeniden tanıması, anlamlandırması gerekiyor.
Tartışmalar bu maksada hizmet ederse İslamcılığın yarını adına umutlu olmak için bir sebebimiz olacak.
Prof. Dr. İsmail Kara: İslamcılık hep olacak
İslamcılık tartışmalarının zihinlerde net bir yer tutması için öncelikle kavramın ne zaman, hangi şartlar altında, kim tarafından ortaya atıldığına bakmak gerekiyor.Bu sorulara net cevaplar bulunmadan atılacak her adım boşlukta kalacak zira. Prof. Dr. İsmail Kara, meseleyle hem ‘fikir tarihçisi’ hem de bizatihi ‘İslamcı’ olması hasebiyle yakından ilgili. Bu konuda önemli çalışmalara da imza atan Kara verdi sorularımızın cevabını.
-İslamcılık düşüncesi ne zaman ve hangi ihtiyaçtan doğdu?
İslamcılığın ortaya çıkışı ile ilgili iki önemli görüş var. Birincisine göre İslam toplumunun kendi iç dinamiklerinden ihya ve ıslah hareketlerinin bir devamı olarak doğmuştur.
Bu görüşte olanlar Gazali, İbni Teymiye, Şah Veliyullah Dehlevi, Muhammed bin Abdülvahhab’la İslamcılık hareketi arasında irtibat kurarlar. Bu yaklaşım biraz da İslamcılığı modern dönemle sınırlandırma teşebbüslerinin önüne geçmeye dönüktür.
İkinci görüşse İslamcılığı İslam dünyasındaki modernleşme hareketlerinin ortaya çıkardığını savunur. Dolayısıyla bazı konularda modernleşme karşıtı fikirlere sahip olsa da esas itibarıyla Batı etkisinde gelişmiş, modern hatta modernist bir düşünce olduğunu söyler.
Sadece belli konularla sınırlı bir yorum değildir. İslam itikadı, hukuku, kaynaklar, Müslümanların yaşama biçimi, ahlak, eğitim, hukuk, tarih, iktisat… Bütün bunları içine alan yeni bir İslam yorumudur İslamcılık.
-Bugün anladığımız anlamda politik İslamcılığa karşılık gelmiyor yani?
Bütüncül olma arayışını hesaba katmak şartıyla İslamcılıktaki politik yönü öne çıkarmakta bir mahzur yok. Çünkü özellikle entelektüel ve aktivist versiyonunun bütün bir İslam yorumu aramakla beraber siyasi öncelikleri vardır.
Bunun anlaşılabilir bir sebebi var; o da İslam dünyasındaki modernleşme hareketlerinin aslında devleti ve dini kurtarmaya dönük bir karakterle ve taleple ortaya çıkmış olmasıdır. Devleti ve dini birlikte kurtarmayı hedefliyor.
-İslamcılığın ortaya çıkışı hangi döneme denk geliyor?
İslam dünyasındaki modernleşme hareketlerinin kronolojisiyle ilişkilendirilebilir. Türkiye, Mısır, Hindistan, İran’daki İslamcılık hareketlerinin tarihleri de bu manada yakındır.
Mutlaka bir tarih vereceksek 18’inci yüzyılın son çeyreğine tarihlendirebiliriz. Mekân ve oturma tarzı dâhil yeni bir eğitim tarzı, giyim kuşam farklılaşması, ilim-bilim ayrışmasına dair ilk işaretler, yabancı dille eğitim, yabancı hocalar, yabancı ders kitapları…
Bu dönemde rejim tartışması gündemde yoktur, aktivist ahlak arayışları daha sonra çıkacaktır, kaynaklara dönüş, kadın meselesi de… Askerî mekteplere karşı gelişen ilk muhalif ifadeler, bir hadise dayalı olarak ‘kâfiri taklidin’ caiz olup olmadığıyla alakalıdır.
‘Hayır, bu kâfire benzemek değildir çünkü…’ denmeye başladığı andan itibaren İslamcılık hareketi ve ideolojisi harekete geçmiş oluyor. Yeni yorumlar istikametinde tercih yapılıyor. Kaynaklara dönüş hareketi buradan başlıyor denebilir.
-Modern hareketlere bir tepki olarak mı?
Kur’an ve sünnetin İslam tarihi içerisindeki farklıklar da taşıyan zengin yorumları bu yeni yönelişler açısından ayak bağı yahut zayıf halka gibi görülüyor.
Bu bağlayıcılığın ortadan kalkması lazım. Kaynaklara dönerseniz tarih içinde oluşmuş fikir ve yorumların bağlayıcılığından kurtulabilirsiniz. Ondan sonra önünüz açık artık.
Dilediğiniz yorumu çıkarabilirsiniz. Nitekim İslamcılık biraz da bu yorumlardır. Elbette bunun bir de ikinci tarafı var: O da kaynaklar üzerinden daha gür sesli, daha meydan okuyan bir din anlayışı ve yaşama biçimi ortaya çıkarmak.
-Kaynağın verdiği şeyi değil de istediğini alacaksın! Bu pragmatik bir yaklaşım değil mi?
Pratik ve pragmatik olmak, buna karşılık nazariyat düşmanlığı modern dönemdeki düşünce hareketlerinin belirgin vasıflarından biridir. Acil çözüm arayışlarının olduğu yerde pratik değeri olan düşüncelerin öne çıkması, ilmî ve teorik zeminin zayıflaması anlaşılabilir.
Bunun ortaya çıkardığı devasa problemler var. Yaşayan ve kartopu gibi büyüyen problemler hem de bunlar. Ama ortada bir zaruret var. Hem devleti hem dini kurtaracak acil bir reçeteye ihtiyaçları var.
Bugün özellikle bu meselenin dini kurtarmak tarafı ihmal ediliyor. Çünkü İslam dünyasında mevcut devletlerle din arasındaki mesafe açılmış, yer yer kopmuştur. Hâlbuki Sünni İslam dünyasında dini kurtarmakla devleti kurtarmak aynı şeydir.
-İlk İslamcılardan önce ilk modernlere bakmak gerekiyor herhâlde?
Osmanlıcılık hareketinin hemen akabinde ortaya çıkan akımın adı İslamcılık. Devlet politikalarıyla yakından alakası var. Saray ve üst bürokrasi bir taraftan modernleşme hareketlerini yürütürken aynı zamanda İslamî diyebileceğimiz unsurları da kuvvetlendiriyor.
Tipik örneklerinden biri, ıslahat hareketleri denildiğinde akla ilk gelen 2. Mahmud’dur. İstanbul’daki türbeleri ve ziyaret yerlerini en çok tamir eden isimdir o. Islahat hareketlerinin ortaya çıkaracağı problemleri ve boşlukları dinî alanı kuvvetlendirerek aşmaya çalışıyor.
2. Abdülhamid de bu paradoksların adamıdır. Zaten modernleşme tarihimiz aynı zamanda paradoksların tarihidir. İslamcılık da bundan kendisine düşen payları ziyadesiyle alıyor.
-İslamcılar ‘hem Batılılaşalım hem İslamlaşalım’ diyorlar. Mümkün mü bu?
Mümkün! Devasa fikrî ve fiilî problemler ortaya çıkarmasına rağmen mümkün. Çünkü oldu. Türkiye’nin ve İslam dünyasının son iki asırdır değişmeyen en hâkim çizgisi budur.
18. yüzyıldan itibaren hem modernleşme hem de yeni bir dindarlaşma hattına girdi. O gün bugün bu iki hat teorik olarak birbiriyle çelişse de birlikte gidiyor.
-Batılılaşma kararı ‘zamana ruhunu vermek’ iddiasından vazgeçmek, Batı’ya teslim olmak değil mi?
Aslında bunu reddediyor. Çünkü İslamcılık aynı zamanda diyar-ı küfür ve sömürgeci Avrupa ile Batılı fikirlerle sert bir mücadeleye girişiyor.
Hem düşman hem merci-i taklit Avrupa. Tanıdık olanlardan birkaçını söyleyeyim. ‘Avrupa dediğiniz yerdeki bütün iyilikler İslam’dan intikal etmiştir.’
Bir diğeri ‘Avrupa’nın üzerine doğan İslam güneşi’ sembolü. ‘Müminin nerede bulursa alacağı yitik malı hikmet’ meselesi de var.
-İslamcılık ait olduğu dünyanın sorunlarını teşhis edip çözüm üretebildi mi?
İslam dünyasına cevabı oldu. Fakat dünyaya olduğunu söylemek zor. Cevap üretmek için çaba sarf etmediğini söyleyemeyiz. Ama netice itibarıyla bu ciddi soru önümüzde duruyor.
-Kendinizi İslamcı olarak niteliyor musunuz?
Hiç şüphesiz! Yalnız benim fikrî ve entelektüel hayatım hem tarihî hem de aktüel İslamcılığa ciddi tenkitler yönelterek geçti.
İster radikal İslamcılık manasında olsun isterse uzlaşmacı-ılımlı İslamcılık olsun aktüel gidişe uyumlu düşünme biçimlerine ve hareketlere mesafeli durdum.
Ben İslam’ın itikat, ibadet, ahlak olduğu kadar siyasi, toplumsal ve ferdî teklifleri ve talepleri olan bir din olduğunu düşünüyor, böyle bir dine inanıyorum.
-‘İslamcı kim?’ sorusunun net bir cevabı var mı?
Nereden baktığınıza, hangi konuyla ilgilendiğinize göre değişir. Bugün tarifler ve çerçeveler daha ziyade siyaset üzerinden kuruluyor, kurgulanıyor.
Tamamen yanlış olmamakla beraber çok eksik. İslamcılık sadece bir iktidar arayışı değil, aynı zamanda İslam’ı zihinlere ve hayata hâkim kılma mücadelesidir kendince.
Pür entelektüel ve aktivist bir hareket olarak alırsanız cemaat ve tarikatlar gelenekçi tarafta yani dışarıda kalır. Halk Müslümanlığı da öyle.
Fakat aynı zamanda Batı’ya, sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı bir duruş olarak tarif ederseniz –ki edebilirsiniz– tarikatları işin içine dâhil etmeniz lazım. Çünkü son üç asırda sömürgecilik hareketlerine karşı en büyük direnişler tarikat merkezli olmuştur.
-İslamcılık doğası gereği mi devlete taliptir?
Hiç şüphesiz! Bir tarafıyla Sünni İslam düşüncesinde din ile devletin birbirinden ayrı olmamasıyla bir tarafıyla da bu düşüncenin zaten devleti kurtarmak kaygısıyla ortaya çıkmasıyla alakalı.
Türkiye’deki bazı İslamcıların devlet talebi kalmayabilir. ‘Azalmıştır, zayıflamıştır’ falan diyebiliriz ama ‘İslamcılığın devlet talebi yok’ diye bir cümle kurulamaz.
-Bugün entelektüel olarak bu reflekslerini diri tutuyor mu?
İslamcılık hem bir uyum hem de bir muhalefet hareketidir. İkisini birlikte görmek lazım. Genel olarak bakarsanız İslamcılığın hem muhalefet damarı hem de uyum, uzlaşma damarı açık ve işliyor.
Türkiye’de toplumsal karşılığı olan derin bir muhalefet odağı varsa, olacaksa İslam’dan, İslamcılıktan başka yerde olmayacaktır.
Konjonktürel iniş ve çıkışları elbette hesaba katmamız lazım ama bunlar bir şeyin bitişi, sıfırlanması olarak açıklanamaz.
Ayrıca İslamcılığı sadece ‘iktidara gelmek’ üzerinden açıklamak aktüel olarak para edebilir ama eksik bir okuma olur. İslam var kaldığı müddetçe İslamcılık hep olacaktır.
‘Bitmiştir’ diyenlerin önemli bir kısmı eski İslamcılar. Bir mihrak adına konuşmuyorlarsa kendileri İslamcılıktan kurtulmak istiyorlardır.
-Neden ‘Müslümanlık’ yetmiyor?
Birçoğuna, mesela halka yeter. Türkiye’de en büyük dairenin Müslümanlık oluşu müspet bir çerçeve olarak geliştirilmelidir.
Fakat ‘Müslümanım’ diyen insanların her hâlde tamamının İslamiyet’in aynı zamanda siyasi, toplumsal bir sistem olduğu konusunda inançları, kabulleri yoktur.
Bunlarla İslamcılar Müslümanlık dairesinde birleşir ama İslam’ın aynı zamanda siyasi ve toplumsal alanda talepkâr, mücahede ruhu canlı bir din olduğu noktasında ayrılır, ayrılabilir.
-‘İslamcılar talip oldukları devleti ele geçirdiler ve o yüzden taleplerinden vazgeçtiler’ yaklaşımı doğru mu?
İslam dünyasında soğuk savaş sonrası dönemde İslamcılık hareketleri içleri boşalarak, fikren geri çekilerek siyasi ve maddi başarı kazanmışlardır.
(Necmettin) Erbakan Hareketi, içi boşalarak büyüdü. Talebelerinin içi daha da boşalarak güçlü tek parti iktidarı hâline geldiler. Fikirlerinden, iddialarından vazgeçtiler.
Onun için tek başına siyasi, iktisadi, bürokratik başarıyı görmek yetmez. Sadece böyle bakmak körlüklere bile sebebiyet verebilir.
Mısır, İran ve Pakistan’da durum aynı. İslamcılar bu süreçte ya iktidara geldi ya da siyasi merkeze daha yakın oldu. Yeni bir aşamadayız bugün. Mısır’da güya Müslüman Kardeşler’e mensup biri cumhurbaşkanı olmuş.
Hangi Müslüman Kardeşler’e mensup acaba? Tunus’ta hangi Gannuşi geldi iktidara? 1980 öncesi ve sonrasında İslam coğrafyasında neler olduğuna dikkatle bakmak lazım bugünü anlamak için.
Yalnız içi boşalan sadece onlar değil. İster sağa ister sola ister cemaat ve tarikatlara bakın, maddi yükselişe paralel giden muhteva zayıflamasını her yerde göreceksiniz.
-AK Parti’nin çıkardığı gömlek sahiden İslamcılık gömleği miydi?
Güzel ve fonksiyonel bir istiare ama ben bir gömlek çıkarıldığını düşünmüyorum. Parti kurulduğu zaman ortada gömlek falan kalmamıştı, üstleri çıplaktı.
Eğer Millî Görüş gömleğini çıkarmaktan söz edilecekse bunu ilk çıkaran kişi, Refah çizgisinden itibaren, Erbakan’dır. Bu açık ve soğuk hakikati görmek kimsenin işine gelmiyor.
-AK Parti politikaları İslamcılıktan ne ölçüde etkilenmiştir?
AK Parti tarihe İslamcılığın muhalif kanadını temsil eden bir hareket olarak değil, sisteme uyum kanadını temsil eden bir hareket olarak geçecek. Bugünkü gücü -siyasi başarısını teslim edelim- konjonktüre uygunluğundan kaynaklanıyor.
Müfit Yüksel Sosyolog, yazar: Ana mesele üçüncü neslin sekülerleşmemesi
“İslamcılar Selefilik etkisiyle gelenekle bağlarını koparmışlardı. Zaman içinde itikadı sorgulayan, şeriatı tümden reddedenler oldu. İslamcılık düşüncesine en büyük darbeyi bu vurdu.Türk İslamcıları Kürt meselesinde baştan doğru refleksler geliştiremedi. İslamcı referanslardan ziyade milliyetçi muhafazakâr söylem geliştirildi.
‘Türk kültürü İslam’dır’ söylemi üzerinden giderek Türkçü bir çizgiye kaydılar. Bölgenin dindar halkı 1970’lerin başından Millî Görüş çizgisinde yer aldı.
Kürt kartı Erbakan’ın elindeydi; ama o bunu görmedi. 1994’te Erbakan, Türkeş ittifakıyla Kürtleri kaybetti. Bölge maalesef PKK’nın insafına terk edildi.
Devletin din karşıtlığına dayanan tavırları, Kürtlere yönelik ağır baskıları, bir kısım şeyh ailelerinde iyice artan istismar yeni kuşaklar bağlamında dindarların kendilerini yeniden üretmelerine engel oldu.
Dindar halk sığınacak liman arıyor. 2005’te Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır’da Kürt sonunu konusunda söyledikleri yeniden bir heyecan uyandırdı. 2007 seçimlerine etkisi oldu bu teveccühün. 2008 sonunda ne olduysa neredeyse tersi bir siyasete dönüldü.
Buna rağmen halk AK Parti’den tamamen umut kesmiş değil. Ama gün geçtikçe geriliyor bu ilişki. 2008 sonundan bu yana AK Parti bölgeden adeta BDP lehine ric’at ediyor. Halkın sığındığı limanları kapatıyor.
Son dönemde bazı noktalardaki tıkanmalar görüldü. İslamcılar içindeki bazı insaf sahibi insanlar ‘Biz ne yaptık?’ diye sorgulama içine girdiler.
Müslümanların problemleri ideolojik İslam parantezine alınmamalı. Aksi takdirde ideoloji çöktüğünde dava da çöküyor. Çünkü ideolojiler dünyevidir ve zamanla sınırlıdır. Çöker.
Yeniden uyanış mümkün ve gerekli. Sağlam bir akide önemli. Ana meselemiz üçüncü neslin sekülerleşmemesi. Dili İslam merkezli toparlamak şart, bu da bilgelikle olur.
Başta tahkiki iman! Bediüzzaman’ın bütün derdi de oydu. Son kaleyi kurtarmamız lazım. Temel onun üstünde yükselir çünkü! ”
Ali Bulaç Sosyolog, yazar : Unutmayalım, ‘İslam’ diye de bir çözüm var
“Ben bu meseleyi 2001 yılında Yeni Şafak’ta yazmıştım. O gün de konuşulmuştu. Fakat bugün çok geniş kapsamda tartışıldı.Bunun en önemli sebebi İslamcı gelenekten gelen bir partinin 10 yıldır iktidar oluşu ve bu sürede Türkiye’nin ana sorunlarının çözülemeyişi.
Bunların başında Kürt sorunu var, Alevilik var, adaletsizlik var. Eş zamanlı olarak Ortadoğu’da benzer sorunlar yaşanıyor. Bugün Yusuf Akçura’nın sözünü ettiği ‘üç tarz-ı siyaset’ değil, ‘iki tarz-ı siyaset’ söz konusu.
Milliyetçi, sol-sosyalist ve liberal reçetelerde ısrar ediliyor. Fakat İslam diye de bir çözüm var. Şimdi geldiğimiz noktada paradigmalar çöküyor, siyasi rejimler değişiyor.
Türkiye bu değişimden bağımsız değil. Hâl böyle olunca yazdıklarım tartışıldı. Yazım üzerine benim takip edebildiğim 500’den fazla yazı yayımlandı.
Çok iyi yazılar çıktı. Demek ki toplumda böyle bir ihtiyaç hissediliyor. Ama İslamcılar dışında ne liberaller ne sosyalistler ne de milliyetçiler yeni bir şey söylüyor.
Batı’nın inşa ettiği paradigmaların, modellerin dışında bir şey ortaya konacaksa bunu İslamcılar yapacak. Çünkü İslamcıların kaynağı Kur’an ve sünnet. Müslümanlar bu kaynağa dönmek zorunda.
Bugün, İslam dünyasındaki mezhep çatışmalarına, etnik-sosyal çatışmalara, din devlet ilişkilerine nasıl bir anlam vereceğiz, bunu nasıl çözeceğiz, onu tartışıyoruz.
İslamcılık tartışması, bunu göstermesi bakımından önemli diye düşünüyorum. Derin bir krizden geçerken İslamcılık tartışması akla Said Halim Paşa’yı getiriyor.
Bize ‘Buhranlarımız’ı isabetle ve dirayetle teşhis eden büyük devlet adamı, bir Said Halim Paşa lazım. Türkiye içinden çıkarır, hatta AK Parti de!”
Murat Güze - Tezkire Dergisi yazarlarından, gazeteci, şair: AK Parti iktidarı İslamcılığı sivil alana çekti
On yıllık AK Parti iktidarıyla birlikte İslamcılığın büyük bir kısmının majör siyasi iddialarını asgariye indirdiği, buna mukabil minör siyasal kanalları zenginleştirdiği söylenebilir. Bu minör siyasal kanallardan büyük bir bölümünü de İslamcı sivil toplum örgütlerinin etkinliklerinin artışında görmekteyiz.Özellikle Milli Görüş geleneğinin 28 Şubat sürecinde yediği darbelerin en önemlilerine sivil alanda maruz kaldığı göz önüne alınırsa, bir zamanlar Milli Görüş’ün –merhum Necmettin Erbakan’ın deyimiyle- “kuş dili”nde siyasi taleplerini dile getirme imkânı yakalamış İslamcılığın o majör iddialarını asgariye indirerek sivil toplumsal alanda kendini pekiştirme yoluna gitmesini de anlayışla karşılayabiliriz.
İslamcılığı bütün unsurlarıyla yeknesak bir siyasi bakışa sahip bir hareket olarak ele almak yanlıştır. Bu açıdan İslamcılığın AK Parti iktidarıyla birlikte majör siyasal iddialarını artık açıkça ifade etmekten bir süreliğine de olsa vazgeçmesi olarak dile getirdiğimiz hususu İslamcı olarak nitelendirebileceğimiz bütün yapılara teşmil etmek de yanılgı olur.
Çünkü AK Parti’nin hegemonize ettiği siyasal alanda yine de faaliyetini sürdüren Saadet Partisi gibi başka siyasal oluşumlar ile birlikte Hizbullah gibi muhalif STK’lar etrafında örgütlenmiş başka bazı siyasal anlayışların da olduğu rahatça görülebilir.
Bu durum göz önünde tutularak İslamcılığın bazı görünümleri (ki bunlar İslamcılık içindeki kahir ekseriyeti teşkil eder) majör siyasal iddialardan vazgeçerken, “marjinal” addedilebilecek başka bazı anlayışların da muhalif ve iktidarda kim olursa olsun uzlaşmaz konumlarını sürdürdüğü tespit edilebilir.
“Marjinal” kelimesini bilhassa tırnak içine alıyorum, çünkü biliyorsunuz Türk siyasetinde Refah Partisi için de bir ara “Yüzde 2,5’luk bir parti” denmiş, hatta o dönem İsmet Özel, “Bize yüzde 2,5 derler” diye bir yazı yazmıştı.
Bu durum İslamcılığın sona ermesinden ya da mevcut iktidara büsbütün eklemlenmesinden çok, İslamcıların AK Parti iktidarına sivil, toplumsal ve siyasal bakımdan bazı durumlarda “kerhen”, bazı durumlarda da “gönüllüce” destek verdiklerini göstermektedir.
Bunu mevcut iktidar içinde erime olarak değerlendirmek de hatadır. En azından Refah Partisi ve devamındaki süreç göz önünde tutulursa bu tür desteklerin “geçici” ya da “stratejik” destekler olarak algılanması da mümkün olabilir.
Dün Refah Partisi’nin “kuş dili”nde majör siyasal iddialarını dile getiren İslamcılar bugün pekâlâ AK Parti’nin “muhafazakâr demokrat” kimliğinde kendi iddialarını ifade edebilecek unsurlar keşfetmiş olabilir.
AK Parti’nin geniş toplumsal kesimlere hitap eden söyleminin işe yaramadığı durumlarda İslamcılığın tekrar majör siyasal iddialarını dile getirmeye başlaması da mümkündür, bu ihtimal tümden göz ardı edilemez.
İslamcılık gibi 150 yıllık bir tarihe sahip bir siyasi anlayışın 10 yıllık AK Parti iktidarıyla birlikte sönümlendiğini ileri sürmek doğrusu çok aceleci bir hükümdür.
Doç. Dr. Yalçın Akdoğan - Siyaset bilimci, Başbakan’ın danışmanı: İslamcılık dönüşerek yoluna devam ediyor
“Ben İslamcılığı çok önemsiyorum. İslamcılık Türkiye’ye büyük bir dinamizm getirmiştir. İslamcılığın bittiği kanaatinde değilim.İran devrimi olduğunda birilerine göre İslamcılık bitmişti. İslamcılık iktidara gelmeyi hedeflemiyordu, siyasi iktidar üzerinden toplumu dönüştürmeyi amaçlıyordu.
Toplumu İslamlaştırma projesinde devlet merkezdeydi. AK Parti’nin ve muhafazakârlığın anlayışı bu şekilde değil. Yukarıdan aşağıya bir dönüşüm kalıcı olmaz.
Toplumsal dinamiklere dayalı dönüşümler etkili olur. Muhafazakârlık sadece bütün dünyada devrimci değil evrimci politikaları savunuyor.
AK Parti devlet aygıtını kullanarak toplumu muhafazakârlaştırma, dindarlaştırma, dönüştürme projesi uygulamıyor. ‘İslamcılık bitti mi bitmedi mi?’ meselesinde en kritik yer burası.
Toplumlar nasıl değişip dönüşmeli, bunun yöntemi nasıl olmalı? İslamcılık bu konu üzerinde çok durmuştur. İran devrimi sürecinde devlet odaklı İslamcılık düşüncesinin Türkiye’de sorgulanmaya, dönüşüm geçirmeye başladığını görüyoruz.
Devlet eksenli anlayıştan birey eksenli, insan odaklı anlayışa evrildiğini görüyoruz. Biz devleti konuşalım derken insanı kaybetmeye, özü yitirmeye başladık düşüncesiyle bir özeleştiri oldu.
O dönemde biz Ali Bulaç ve bazı arkadaşlar İslamcılık yerine Yeni İslamcılık demeyi uygun bulmuştuk. Çünkü İslamcılık bir dönüşüm geçiriyordu. Bugün olup bitenleri İslamcılık üzerinden konuşmak çok doğru değil; ama İslamcılık konuşulması gereken önemli bir mevzu. İslamcılık değişerek, dönüşerek akıyor.”
Arap Baharı’nın İslamcıları ne yapacak?
Türkiye’deki İslamcıların geçirdiği dönüşüm ve bugün yüz yüze olduğu problemlerin İslam dünyasında da karşılığı var.
Özellikle Arap Baharı sonrasında Mısır ve Tunus’ta iktidara gelen İslamcıların bir imtihan vermesi gerekiyor. Yola, değerlerine sahip çıkarak mı, kimliklerinden vazgeçerek mi devam edecekler?
İhvan-ı Müslimin kökenli Muhammed Mursi ve Muhammed Gannuşi’nin şimdilik net bir tavır sergilediklerini söylemek mümkün görünmüyor. Cevat Özkaya, İslam ülkelerinde öne çıkan yeni siyasi aktörlerin ‘İslam devleti nasıl olmalıdır?’ meselesine kafa yormuş insanlar olduklarını hatırlatıyor.
Fakat teorisini kurdukları devletle başına geçtikleri ulus devlet aynı değil. “Şimdi yepyeni bir düşünce üretmek zorundalar.” diyor Özkaya.
Görüntüler, araçlar değişir; ‘temeli değiştirmeden İslam’a uygun olanı nasıl yapacağım?’ sorusu gündemin orta yerinde duruyor zira.
Müfit Yüksel, ‘sağlam akide’ sorununun İhvan-ı Müslimin için de geçerli olduğunun altını çiziyor. İslam’ı ideolojik paranteze alan İhvan hareketiydi. Mısır halkının din ve gelenekle bağı hiç kopmadı.
Ancak siyasi mücadeleyi bugüne taşıyan damar, geleneği reddederek geldi bugüne. Sadece Mısır’da değil, İslamcıların tüm Arap dünyasındaki geleceğini; ‘halkın dindarlığı ile tasavvuf ve tarikatlarla barışacak mı?’ sorusuna verilecek cevap belirleyecek Yüksel’e göre.
http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber-33425-bitmeyen-tartisma-isl%C3%A2m-ci-lik.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder